Mavi Vatan Şimdi Çok Önemli! Yalnız Şimdi Mi Önemliydi?

Bütün büyük uygarlıklar su yolları üzerinde ve su yolları sayesinde ortaya çıkmıştır. Eski tarihsel dönemlerde su yolları, bilgisel ve kültürel iletişimin gerçekleştiği, ticari, üretimsel ve kültürel alışverişlerin olduğu yerlerin en çok kullanılan yollarıdır. Nil, İndus, Ganj, Sarı Nehir, Dicle-Fırat, Orta Asya su yolları gibi nehirlerin ilişkileri ve bağları sağlaması, yaşam için suyun gerekliliği yanında, suyun yol olarak önemini de gösterir. Akdeniz ve Karadeniz yanında, kıyıları boyunca gidilen bütün denizler ve okyanuslar, yüksek uygarlıkların maddi temeli olmuştur.

En yüksek uygarlıklar, en büyük atılımları gerçekleştiren uygarlıklar denizlerle bağlantılıdır. MÖ 2000 ile 1000 yılları arasındaki Akdeniz uygarlıkları, yazıyı, matematiği, geometriyi, astronomiyi kullanan uygarlıklardır.

En uzun sürelerde varlığını sürdüren imparatorluklar denizlerle bağlantılıdır. Doğudaki Çin ve Hint, batıdaki, Akdeniz’deki Mısır ve Roma, bunun örnekleridir.

Devletler olarak gelişmeler küreselleşme süreci başladıktan sonra denizlere, okyanuslara bağlı hale gelmiştir. Buradaki küreselleşme sürecinden kastımız, Avrupalıların Keşifler dönemiyle başlayan dünyasal yayılmasıdır. Keşifler, dünya hakimiyeti ve dünyaya yayılma için Avrupalılar arası mücadeleyi ateşlemiş ve bu mücadele denizlere taşınmıştır. Denizlerde ticaret filoları değerli metaller, hammadde ve üretilmiş mallar taşırken, donanmalar ulaşım yollarının savaşlarını yapmaktadır.

KEŞİFLER SONUCU ORTAYA ÇIKAN YENİ SİSTEM:

SÖMÜRGECİLİK!

Avrupalıların ulaşılmak istenen Doğu’ya giderken, gitmek isterken “son keşifçiler”1 olarak Amerika kıtasını keşfetmesi, sömürgecilik sistemini yarattı. Başlangıcı, Avrupa’nın güney şeridi ülkelerinden olan İspanya ve Portekiz yaptılar. Çünkü bunlar aynı zamanda Atlantik sahilinde olan ülkelerdi. Atlantik çağına ön giriş yaparken elbette okyanus kıyısında olanlar en avantajlı olanlardı. Yüz yıla varmadan dünyaya yayıldılar, vardıkları her yeri sömürgeleştirdiler. Ama dünyayı paylaşamadıklarından ve paylaşmak için anlaşamadıklarından dolayı Papalık onlara nerelere sahip olacakları konusunda bir harita sundu, onları kavga etmemeleri için yönlendirdi; itaat ettiler.

Öncelikle yaptıkları, “yeni” kıtadan değerli madenleri ülkelerine taşımaktı. 16. yüzyıl başından itibaren 150 yıl içinde on binlerce ton altın ve gümüşü Amerika’da yağmaladılar ve ülkelerine aktardılar. Dünyanın en “zenginleri” oldular.

Avrupa’da bu zenginleşmeyi gören başka devletler de onların rakipleri oldu. Ama onlar aynı zamanda üretim de yaptılar. Sömürgelerden hammadde de getiriyorlar, üretim ve ticareti geliştiriyorlardı. Makinalaştılar, ustalaştılar, bunlar sayesinde zenginlikleri geçici olmuyor, kalıcı oluyordu.

Ticaretin su yolları üzerinden yapılması denizlerle ilgili sistem oluşmasını gerektirmiş, limanlar, gemi üretimi için tersaneler, gemi teknolojisi ve nihayet donanmalar ortaya çıkmıştır.

Denizlerde ulaşımın kolaylaştığı teknolojik gelişmeler sağlandıktan sonra denizlerin önemi somut olarak ortaya çıkmış, dünya yüzeyinin üçte ikisini oluşturan denizlerde hakimiyet gerçek ve kalıcı gücün karşılığı haline gelmiştir.

MAVİ VATAN?

Deniz kenarında olan, denizden ne ölçüde olursa olsun yararlanan her ülkenin, karadaki hükümranlığı yanında, denizde de hakim olması gereken alanları vardır. Bu gerçek, denizlerin ulaşımda kullanıldığı zamanların başından beri geçerlidir. Bu bakımdan karadaki sahiplenme gibi, denizlerde de sahiplenme söz konusudur. Denizlerdeki çatışmalar, ticaret için değerlendirilen deniz yolları yüzünden çıkmıştır. “Yazılı tarihin kaydettiği ilk deniz savaşı, MÖ 540 yılında Etrüsk ile Kartaca arasında Korsika Adası doğusunda yapılan Alalia deniz savaşı”, denizlerin sahiplenilmesinin ilk örneğidir. Nitekim aynı dönemlerde denizleri de içeren haritalar ortaya çıkmıştır (“Herodot’un Akdeniz, Karadeniz ve Hazar Denizini içeren haritası”).2

Denizleri sahiplenme, okyanuslara açılabilecek deniz güçleri olan devletler için temel sorundu. Onlar, kendi denizlerini değil, kıyısında bulundukları denizleri değil, kendilerinden uzak da olsa bütün denizleri sahiplenmek istiyorlardı. Bu yüzden bunun hukuk boyutu da gerekli hale geldi. 17. yüzyıldan sonra bütün dünya denizlerinde hakimiyet kuracak olan sömürgeci İngiltere, meşruiyet ihtiyacını, “doğal hukuka göre denizlerin mülkiyeti olabileceği” söylemi ile karşıladı.3 Karalardan sonra ikinci bir saldırı ve çatışma alanı yaratılmıştı. Bunun sonucu, kaçınılmaz olarak, kıyıları olan bütün devletlerin korumak zorunda oldukları “Mavi Vatan”ları olmasıdır! O dönemlerde ezilen ülkelerde önemi gereğince anlaşılmayan denizlerin sahiplenilmesi ve paylaşılması, ve dolayısıyla Mavi Vatan’lar, İkinci Dünya Savaşı sonrasında anlaşılır olacak, tam olarak ortaya çıkacak, emperyalist ülkelerin haksız girişimlerine karşı bunlara maruz kalan devletler Mavi Vatan’larında da, yani deniz yetki alanlarında sahip oldukları egemenlik haklarını da büyük oranda genişletmeye başlayacaklardır.4

Sömürgecilik dönemi ve “ticaret çağı”, denizlerdeki ulaşımla birebir ilgilidir, o ulaşım sayesinde sürdürülmektedir. Ve olay, büyük ölçüde sömürgeciler arasında hakimiyetin rekabet savaşlarıyla sınırlanmıştır. Sömürgeler bu savaşta henüz devrede yoktur, onların Mavi Vatan’ları vardır ama onu koruyamamaktadırlar, zaten karadaki vatanlarını bile koruyamadıkları için sömürge olmuşlardır.

Emperyalizm döneminin yayılmacılığı ise, sömürgeciliğin ve Batı hegemonyacılığının üstüne ezilen dünyayı ve sömürgeleri daha kapsamlı olarak hedef aldığı için, sömürgelerde savunma ve kendini koruma süreci başlamıştır. Sömürgelerdeki “vahşiler”, “ilkel insanlar”, artık başka türlüdür, başkaldırmaktadırlar, isyan etmektedirler, direnmektedirler. Bu süreç, sömürülen alanlarda milli devletlerin ortaya çıkması sürecine dönüşecektir.

Dünyasal Mavi Vatan, dünya savaşlarının olduğu 20. yüzyılda ortaya çıktı. Çünkü 20. yüzyıl, sömürgeciliğin çöktüğü yüzyıldı, ve o yüzden, 20. yüzyıl sömürgelerin sömürge olmaktan çıkıp devlet oldukları yüzyıldı. Çünkü 20. yüzyıl, emperyalizmin, dolayısıyla bozulan, çürüyen kapitalizmin yüzyılıydı, ve o yüzden, emperyalizme karşı bağımsızlık ve kurtuluş savaşlarının yüzyılıydı.

Dolayısıyla Mavi Vatan, esas olarak “vatan”ın da ortaya çıktığı milletleşme süreçlerinin bir kavramıdır.

TÜRKLER DENİZCİ OLAMAZ MI?

OLUR, HEM DE EN ÜSTÜNÜ OLARAK!

Türklerin denizle hayatı Anadolu’ya geldikten sonradır. Denizlerle çevrelenmiş bir coğrafyada Türkler, Alparslan’ın oğlu “Melikşah’ın denizle tanışmasından üç, Malazgirt zaferinden ise sadece on dokuz sene sonra ilk deniz zaferini yaşadılar. 1090 yılında yapılan Koyun Adaları Muharebesinde Bizans’a karşı bir zafer elde ettiler. Çünkü Anadolu’da ilk Türk denizcisi olarak kabul edilen Çaka Bey, Bizans’ın deniz ve karadan bir harekat ile fethedilebileceğini düşünebilen bir deniz stratejistiydi”.

13. yüzyılda kurulan Alanya ve Sinop’taki tersaneler denizler için gemiler inşa ettiler ve bir donanma oluşturdular.

Osmanlı dönemine geldiğimizde, 1401 yılında oluşturulan Kaptan-ı Deryalık makamı, donanmaya fiiliyatta verilen önemin göstergesiydi. Birkaç yüzyıl kadar hep ehliyetli ellere teslim edildi. Zaten İstanbul’un fethi de Fatih’in donanma gereğini denizin önemini kavramış olması sayesinde gerçekleşmişti. Kendisine “Karaların ve Denizlerin Sultanı” şeklinde hitap edilmesini isteyen Fatih Sultan Mehmet’in denizci vizyonu taşıdığını görüyoruz.5

8. yüzyıldan sonra Arap denizciliğinin Akdeniz’i “İslam Gölü” haline getirmesini Osmanlılar rahatça devraldılar. Akdeniz artık Türklerindi, “Türk Gölü”ydü.

Ancak bu durum devam etmemiş, üstünlük sürdürülememiştir. Padişahlar yalnız karaların sultanı olmakla yetinmişler, Fatih’in seçtiği ve gerekli olan unvana değer vermemişler, bunun önemini anlamamışlardır.

16. yüzyılda Piri Reis gibi bir çok-yönlü bilimci ve Barbaros Hayreddin gibi değerli bir amiral gidişatı değiştiremedi. Çünkü Akdeniz’e hakim olmayı kendine yeterli gören Osmanlı, okyanusları hedeflememişti. Okyanuslara çıkmayanların kaderi ise inişe geçmekti. Türk korsanların devlet hizmetine girmesi, parlak ama geçici bir dönem yaşanmasına yol açmış6 ve açık denizlere göre planlanmaya ihtiyaç duyulmamasının nedeni olmuştu. Çünkü Akdeniz’de Osmanlılar rakipsizdi ve bu yeterli görülüyordu.

Çöküş çabuk gelecekti. Akdeniz dışında, Kızıldeniz’de Portekizliler Osmanlı topraklarına ve deniz yollarına hakim oldular. Onların karşısında bir Osmanlı donanması yoktu.

7 Ekim 1571 tarihindeki İnebahtı (Lepanto) Deniz Savaşı bir dönüm noktası oldu. Felaketti ve artık Akdeniz’de de Osmanlı borusu ötmeyecekti.7

Ayrıca “… hiç bir kara savaşında Osmanlı’ya karşı birleşmeyen Haçlı orduları, deniz savaşlarında altı kez birleşmiş”ti. Birleşiyorlardı. İnebahtı bunların ilkiydi.

Yenilgiler ekonomiyi de bozdu. Denizlerde hakimiyet zedelenince gelirler kesiliyor, ticaret zarar görüyordu.

Arkasından baskınlar gelecek (1770 Çeşme, 1827 Navarin, 1853 Sinop), savunma becerisinden mahrum, denizlere hakimiyetten vazgeçmiş, teknolojik olarak yenilenmeyen donanmalarımız defalarca yok edilecekti.

Sadece karacı olduğun sürece denizden savunma ile denizde savunmayı hiç bir şekilde beceremezsin. Elbette aynı şekilde denizde ve denizden saldırıyı da.

Gerileme ve teknolojik yeniliklere kapanma, yalnız denizcilikte değil her alandaydı. 17. ve 18. yüzyıllarda bilim neredeyse terk edilmişti. Dünyaya açılanlar (İngiltere) ve geride kalmak istemeyenler (Büyük Petro’nun Rusya’sı) sürekli strateji yeniliyor ve teknoloji geliştiriyor, üretime ve gelişmeye yatırım yapıyorlardı.

Osmanlı artık silah da geliştirmiyor ve üretmiyordu. Sanayi atılımı yapılmamış, gemiler Avrupalılardan satın alınır olmuştu. 19. yüzyılın ortasında Sultan Abdülaziz bir donanma oluşturdu, ama gerekleri, programı, kadrolaşması, stratejisi yoktu. Oysa bunların bir bütünlük taşıması gerekiyordu. “Kurumsal kültür eksikliği” kendini gösteriyor ve kayıp telafi edilemiyordu. Osmanlı borçlarının baş sorumlusu oldukları bahanesiyle karşı çıkılan donanma yatırımı öylesine kötülendi ki, “Donanma istemezük!” sloganı hevesle bağırıldı.8 Toplumun bilincinde henüz bir “Mavi Vatan” yoktu!

II. Abdülhamid ise kendisine donanmadan gelebilecek tehlike korkusu9 yüzünden donanmanın çürütülmesini istedi! Donanmamız Haliç’te hareketsiz tutuldu, adeta oraya hapsedildi. Gerekçesi, donanma güçlü olursa İngiliz ve Fransızlar saldırırdı! Elbette güçsüz olan hedefe konmaz, saldırılmaya değmezdi!

20. yüzyıla “donanmasız” girdik. 1897 yılındaki Osmanlı-Yunanistan savaşında Haliç’te kullanılmadan bekletilen donanmamız Marmara Denizini geçip Çanakkale Boğazından çıkamamıştı. Gerçi bu yüzden savaşı kaybetmemiştik, çünkü savaş kara gücümüzle sonuçlanmıştı (ama bu kazancımızı da “masa”da verecektik). İtalyanların 1911’de Osmanlı’ya savaş ilan edip Trablus’a çıkması çaresiz bir şekilde seyredildi, gidilme şansı bulunmuyordu. Balkan Savaşlarında (1912) donanmamız olmadığından denizlerdeki hakimiyet Yunanlardaydı (donanmamız olsaydı savaşın gidişatının değişeceği ve bugünün haritalarının da başka türlü olacağı yolundaki görüşler birçok siyaset tarihçisi tarafından dile getirilmiştir; bunlara göre, Ege adalarını o dönemde donanmasızlık nedeniyle kaybetmiştik).

1908 Hürriyet Devrimi sonucunda kurulan Donanma Cemiyeti (1909), Mavi Vatan’ın toplum bilincine çıkmasının örgütü oldu. Gerçekten de deniz ve donanma çok önemliydi. Cemiyet toplumun seferber edilmesini sağladı. Halkın desteğine dayanılarak İngiltere’ye iki drednot (en yeni ve ileri teknoloji ile çalışan savaş gemileri) siparişi verildi. Reşadiye ve Sultan Osman adları verilen iki geminin parası kampanyalarla toplandı, gönderildi, fakat İngiltere yaklaşan savaş nedeniyle gemileri teslim etmediği gibi paralarını da geri ödemedi.10

Savaş başlangıcında Almanya’dan devralınan SMS Goeben ve SMS Bresslau (Yavuz Sultan Selim ve Midilli) adlı kruvazörler (11 Ağustos 1914), sipariş gemilerin İngiltere tarafından gaspına karşı büyük bir milli sevinç yarattı. “Donanma hayattır!” sloganı o günlerde Mavi Vatan’ın halk için bir anlamı olduğunu gösteriyordu.

PETROL, TARİH SAHNESİNDE STRATEJİK ROLDE

19. yüzyılın ikinci yarısı enerji kaynakları arasına petrolün büyük bir hızla girdiği dönemdir. O yıllarda, elbette eskiden beri de, petrol Batı Asya’da yer yer toprağın üstünde bulunuyordu. Bu yanıcı maddeyi bölge halkı belki binyıllardır kullanmaktaydı. Motorların ve buharlı makinaların icat edilmiş ve kullanımda olduğu Avrupa’da bu bilinen yanıcı maddenin çok miktarda çıkarılarak enerji kaynağı olarak değerlendirilmesi planlandı. Çok yararları olacak, yeni teknolojiler devreye girecekti. Bu, aniden emperyalist ülkelerini bakışlarının Osmanlı devletinin toprakları olan Irak ve Suriye alanlarına çevrilmesine yol açtı. “Hasta Adam”ın parçalanması ve paylaşılması zaten gündemdeydi, ama başlangıç Avrupa parçasındaki topraklarda, Balkanlarda oluyordu, ilk adımlar o yakın alanlarda atılmıştı.

Batı Asya, ekonomipolitiğin tarih sahnesine petrolü bir enerji kaynağı olarak çıkarmasından önce de Avrupa için önem taşımaktaydı. Bin yıllardır çağlar boyunca Doğu’ya giden yoldu ve Doğu’nun da kendisiydi. Süveyş Kanalı 1869’da tamamlanıp Doğu’ya giden yolu kestirme hale getirince bölge yeniden ve yeni bir şekilde tekrar önem kazandı.

Batı Asya askeri operasyonları için 20. yüzyıl beklenecek, ancak bölgenin petrol varlığı açısından “yatırımlar” da bir yandan yürütülecekti. Osmanlı’daki ayrılıkçılık kışkırtmaları esas olarak Ermeniler üzerindeydi. Misyonerlik çalışmaları, dinsel olduğu kadar, hatta dinsel olmaktan çok, bölge halkını Avrupalılara (ve Amerikalılara) ısındırmak içindi. Okullar, çeşitli düzeylerde eğitim faaliyetleri, işlikler, hastaneler, bakımevleri vb. açıldı, yürütüldü, Avrupa dilleri öğretildi, kadrolar devşirildi, Avrupalıseverlik ve Batıcılık yaratıldı. Emperyalist ülkelerin konsoloslukları cephane depoları yapıldı, propaganda malzemeleri üretim yerleri oldu ve kışkırmaların merkezleriydi. Almanya gibi bazı ülkeler bölgede “koloniler” kurar ve nüfus yığarken, neredeyse bütün Avrupa ülkeleri arkeoloji, metalürji, dilbilim vb. alanlarda uzmanlar, bilimciler, oryantalistler, toplumbilimciler, görevliler, ajanlar gönderiyor, çalışmalar yaptırıyorlardı.

Emperyalist paylaşım savaşı olan Cihan Harbi, Osmanlı topraklarını paylaşmak için çıktı, çıkarıldı. Paylaşma hazırlıkları yapılmıştı, planlar, gizli anlaşmalar, haritalar… savaş bitince bunların hepsi uygulamaya kondu. Sevr “barış” antlaşması, Türkiye’yi Akdeniz’den koparan ve dolayısıyla okyanuslardan da uzaklaştıran bir şekilde tasarlanmıştı.

Ancak hesapta olmayan şey, Türkiye’nin direneceği, bağımsızlık mücadelesine gireceği, kurtuluş savaşı vereceğiydi. Galipler “yenik” Türkler karşısında yenildiler. Çünkü Türkler yenilmemişler, savaşı bitirmemişler, bitmiş savaşı sürdürmüşler ve kazanmışlardı.

Sonuçta, Türkiye dünyaya örnek oldu, Kurtuluş Savaşları Çağı açıldı.

CUMHURİYET TÜRKİYE’SİNDE MAVİ VATAN

Lozan Barış Antlaşmasıyla Batı dünyası yeni kurulan Türk devletini tanıdı. 23 Nisan 1920’de Ankara’da Meclis açılmasıyla kurulan Cumhuriyet, 29 Ekim 1923’te ilan edildi.

Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiye’sine Yavuz’dan başka önemli bir gemisi olmayan “donanma”sız bir Bahriye devredilmişti (Midilli savaşın son yılında Gökçeada açıklarında mayına çarparak batmıştı).

30 Aralık 1924 günü kurulan Bahriye Vekaleti denizlere önem verdiğimizin göstergesiydi. “İstikbal göklerde” olduğu gibi, denizlerdeydi de. Türkiye Cumhuriyeti, denizlerin ülkesiydi. Dolayısıyla Mavi Vatan anlayışı vardı ama askeri stratejiye geçirilemedi ve bütünsel bir strateji olamadı. Karacı generaller denizlere yönelme görevine karşıydılar ve 16 Ocak 1928’de vekaletin kapanmasını sağladılar. Osmanlı’nın yanlış anlayışlarına dönülmüş, Mavi Vatan’ın önemi kavranılamamıştı.

Gene de Gölcük’te yeni bir tersane kuruldu ve bu tersane ilk gemisinin inşasını 1937’de tamamladı. “Çok kısa bir sürede 80 bin tonluk modern bir donanma inşa ettiren Atatürk”, Cumhuriyet’in her sorununda öncü rolünü oynamıştır.

1950 sonrasında tekrar dışarıya bağımlı bir çizgiye girildi, artık NATO çerçevesi içindeydik.

Askeri alanı da ilgilendiren üretimimiz, hibe ve satın alınan araç ve malzeme yüzünden durdu, durduruldu.

ŞİMDİ MAVİ VATAN ÇOK ÇOK ÖNEMLİ!

Başta İngiltere olmak üzere Avrupalılar, Birinci Dünya Savaşı sonunda Türkiye’den koparılan parçalarla Batı Asya’da varlıklarını ve etkilerini sürdürdüler.

Cumhuriyet Türkiye’sine boyun eğdirememiş oldukları için İkinci Dünya Savaşının bitmesine kadar bir şey de yapamadılar. O dönemden sonra bölgeye savaşın esas muzafferi ABD yüklenmeye başladı. Avrupalılarla birlikte İsrail devletini kurdular.

ABD, İngiltere’nin yerini almış, emperyalizmin patronu, “dünyanın hakimi” olmuştu.

O günlerden bu yana Batı Asya, Amerika tarafından kaynayan kazan haline getirildi. Hem bölgenin jeostratejik ve jeopolitik önemi ve hem de zengin petrol kaynakları için darbeler tezgahlandı, işgaller yapıldı, siyasal müdahaleler birbirini kovaladı. Sistemli planlar gereğince BOP, BOKAP uygulanmaya çalışıldı. Rejimler değiştirildi, iktidarlar yıkıldı, ülkeler parçalandı. Ama Irak ve Libya’da yürütülen ve başarılan iç savaş işgal, Suriye’de başarısız oldu.

Türkiye’nin parçalanması için kukla devletler kurulması planlarına yatırımlar yapıldı. Emperyalizme bağlı yapma Kürt devleti kurulamadı, “Koridor” açılamadı, ama ABD, elli yıllık rüyası olan İkinci İsrail devletini kurmaktan vazgeçmedi, hala PKK-PYD’ye kukla Kürt devleti kurmaya çalışıyor.

Bu arada Doğu Akdeniz’de hidrokarbon olarak zengin enerji kaynağı yatakları olduğu ortaya çıktı, bölgeye bütün emperyalist ülkeler yığıldı, Batılılar donanmalarını gönderdiler. Herkes denizi kendi veya “ortağı” lehine parsellemeye çalışıyor. Bunun yanı sıra, “kıta sahanlığı”, “karasuları”, “hava sahası”, “münhasır ekonomik bölge” gibi teknik kavramlar siyasal anlamlar kazandı. Denizlerin her türlü canlı ve cansız varlığına toplu olarak göz dikildi ve bunlar için mücadeleler verilmeye başlandı.

Bugün emperyalistlerin bölgede esas yönlendikleri düşman Türkiye’dir. ABD, İsrail’i, Yunanistan’ı, Kıbrıs Rum yönetimini (GKRY) yanına alarak Türkiye’yi Akdeniz’de varlık gösteremez hale getirmeye çalışıyor. Oysa deniz kıyıları kara sınırlarının üç katından fazla olan Türkiye Doğu Akdeniz’de en uzun sınırı olan ülkedir de.11

Türkiye’nin bugün uluslararası çerçevede karşı karşıya kaldığı bütün sorunlar denizlerle ve Mavi Vatan’la ilgilidir. Doğu Akdeniz krizi, Doğu Akdeniz’deki münhasır ekonomik bölgemiz, karasularımız, denizaltı arama-sondaj alanları, Kıbrıs, Ege adaları, On İki Adanın silahlanması vb.

Güncel olarak emperyalizmin hazırladığı “Seville haritası”, kıta sahanlığımızın dörtte üçünü gaspederek Türkiye’yi sıkıştırıyor. Ege ve Akdeniz’de bize çizilen sınırları tanımıyoruz, Türkiye Anadolu’ya, karalara kapatılmak isteniyor. Boğazlardan Akdeniz’e çıkışın kapanmasına, Akdeniz’de Antalya körfezine hapsedilmeye karşı çıkıyoruz.

Bu şartlarda Mavi Vatan en önemli mevzimizdir. Türkiye her şeyden önce savunma gerekleri bakımından Mavi Vatan’a önem vermelidir. Savunulması gereken bir Mavi Vatan vardır, bu Mavi Vatan Türkiye yüzölçümünün yarısı kadardır, yani bu kadar büyük bir alandır, hayati önemdedir, ama Mavi Vatan’ın savunma stratejisi, sadece denizlerle ilgili bir strateji değildir, Türkiye’yi savunma stratejisidir. Bu bakımdan Mavi Vatan stratejisi Türkiye’nin geleceğidir.

MAVİ VATAN’IN PROGRAMI BAŞARININ ŞARTIDIR!

1960’lı ve 70’li yıllar, ABD karşısında yaşadığımız durumlar sonucu, bağımlılıktan kurtulmamız gerektiğini, kendi silah ve araçlarımızı üretmemizin şart olduğunu gösterdi. 1967’de bir muhribi kızağa koyarak başlayan bir süreç hep ilerletildi. İhtiyaca uygun bir program ve yatırımla yirmi-otuz yılda kendi silahımızı, mühimmatımızı, araçlarımızı, İHA’larımızı, helikopterlerimizi, uçaklarımızı ve gemilerimizi üretecek duruma geldik.

MİLGEM (Milli Gemi) projesi olağanüstü başarılar kazandı. Deniz Kuvvetlerimiz emperyalizme karşı Türkiye’nin ve bölgenin çıkarlarını savundu, bunun gereği olan hamleleri yaptı. Deniz Kuvvetlerimiz, ne zaman üzerine görev düştüyse hepsinde de başarılı oldu.

Türk savunma sanayisinin lokomotifi ve makinası (çekicisi ve motoru, öncüsü ve yürütücüsü), Deniz Kuvvetlerimizdir.

Savunma sanayimizin büyük bir askeri Türk gücü ve güven yaratması, yalnızca savaşabileceğimiz için değil, aynı zamanda caydırıcı olarak oynayacağı rol içindir. Gücü olmayanın caydırıcılığı da olmaz. Bu aynı zamanda, barışın da gereğidir. Gücü olmayan barış da sağlayamaz.

Amirallerimiz Cem Gürdeniz ve Soner Polat, Mavi Vatan kavramını toplumuzun ve devletimizin gündemine oturttu. Bunun mücadelesini verdiler ve Türkiye’nin Mavi Vatan’a sarılmasını sağladılar.

Mavi Vatan tehdit altındadır. Türkiye esas olarak Mavi Vatan cephesinden vurulmak istenmektedir. Geçen dönemde Silahlı Kuvvetlerimize karşı açılan davaların gösterdiği üzere esas olarak Deniz Kuvvetleri hedefe konmuştu. Mavi Vatan’da direnç yok edilmek istenmişti. Donanmamız felç edilmek istenmişti. Bunları, Deniz Kuvvetlerini amiralsiz bırakarak yapmaya çalışmışlardı.

ABD’nin başını çektiği Avrupa dünyası, AB olarak Türkiye aleyhindedir. ABD, Yunanistan’ı kışkırtmakta ve koçbaşı olarak kullanmaktadır. Buna karşılık AB, Yunanistan’ın provokasyonlarında bile Yunanistan’ın destekçisidir. Devletler olarak ele alındığında, ABD’nin yanında Fransa yer ve rol alırken diğer ülkeler farklı tutumlar takınmaktadır. Örneğin, Almanya yatıştırıcı ve arabulucu rolüne soyunmuştur.

ABD’nin NATO’da etkin karar gücü olmasına rağmen NATO’nun uzlaşma niyeti göstermesi de avantajdır.

Türkiye ise, –Yunanistan hariç– bütün komşu ülkelerle dayanışma içinde olmak isteyerek teslim olmayacağını göstermiş bulunuyor. Rusya Federasyonu ve ÇHC de Türkiye’nin mücadelesini destekliyor.

Hukuk düzleminde haklı olan Türkiye kurduğu ittifaklar ve yürüttüğü diplomasi ile sonuç alabilecek durumdadır. Kararlılık ve iç cephede birlik içinde olmak en önemli noktadır.

Askeri bakımdan kendine yeterli üretim imkanı yaratma ve stratejik bağımsızlık isteği, kendimize güven duymamız için gerekli bütün şartları yaratmıştır.

NOTLAR

1Amerika’yı En Son Kolomb Keşfetti!”, Bilim ve Ütopya, sayı 95, Mayıs 2002.

Amerika’ya ilk gidenlerin, yani Amerika’yı ilk “keşfedenlerin”, Fenikeliler, Malililer, Vikingler, Çinliler ve Araplar olduğu biliniyor. 15. yüzyıl keşifleri ise Avrupalıların “keşif”lerinden başka bir şey değildir.

Çinlilerin okyanuslara açılmaları ve dünya denizlerine seferleri için “Çin Donanmaları ve Filoları Orta Çağda Akdeniz’de?” başlıklı yazımıza bkz. dagarcikturkiye.com, Ekim 2016.

2 Gürdeniz, Mavi Uygarlık, s. 22 ve 23.

3 Gürdeniz, Mavi Uygarlık, s. 30.

4 Gürdeniz, Hedefteki Donanma, s. 47.

5 Gürdeniz, Hedefteki Donanma, s. 60 ve 61 ile Mavi Uygarlık, s. 217 vd.

6 Geniş bilgi için bkz. Gürkan, s. 447 vd.

7 Geniş bilgi için bkz. Roger Crowley, İmparatorların Denizi Akdeniz, April Yayıncılık, Ankara 2008, s. 355 vd.

8 Fahri Çoker, „Ölümünün 30. Yıldönümünde Hocam Ali Haydar Emir (Alpagut) ve ‚Donanma İstemezük‘ Yazısı“, Bahriyemizin Yakın Tarihinden Kesitler, Ankara 1994, s. 56-65; akt. Güvenç, s. 31.

9 Kendisinden iki önceki padişahın (amcası Abdülaziz’in) hal edilmesinde donanma aktif bir rol üstlenmişti.

10 Geniş bilgi için bkz. Güvenç, s. 55-74 ve 115-140.

11 Cumhuriyet Türkiye’sinin kara sınırlarının toplamı 2.753 km. iken, kıyı şeridi 8.333 km’dir. “Yani kıyıların tüm sınırlarına oranı %75 civarındaydı.” Bkz. Gürdeniz, Hedefteki Donanma, s. 67.

KAYNAKLAR

Cem Gürdeniz, Hedefteki Donanma, Kırmızı Kedi Yayınevi, İstanbul 2013.

Cem Gürdeniz, Mavi Uygarlık / Türkiye Denizcileşmelidir, Kırmızı Kedi Yayınevi, İstanbul 2015.

Emrah Safa Gürkan, Sultanın Korsanları / Osmanlı Akdenizi’nde Gazâ, Yağma ve Esaret, 1500-1700, Kronik Kitap, İstanbul 2018.

Serhat Güvenç, Osmanlıların Drednot Düşleri / Birinci Dünya Savaşı’na giden Yolda, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul 2011.

Soner Polat, Mavi Vatan, Kaynak Yayınları, İstanbul 2015.

Soner Polat, Mavi Vatan İçin Jeopolitik Rota / Doğu Akdeniz, Kıbrıs ve Ege’deki Kavgayı Anlatan Tespitler ve Öneriler, Kaynak Yayınları, İstanbul 2019.

Bunları da sevebilirsiniz