İstenen oldu: Dünya rengarenk. Cicili biçili giysiler, rengarenk kostümler, çeşit çeşit kanal mevcut. Artık Çok’uz.
İstenen oldu: Onca renge rağmen iki parti/iki kutup var.
Kavramsal incelik yok olduğunda geriye sadece siyah ve beyaz kalıyor. Gerçekliği yakalamak için iki uç yer hariç elde bir şey kalmıyor: Ya güvenlikçisin ya özgürlükçü, Ya Batıcısın ya Milli, ya Atlantikçi ya Avrasyacı, ya sağcı ya solcu…
Evet, iki kutba çekildi siyaset.
Kaba siyasetçi için harikulade bir bölünme bu. Bir yanda Milli, otoriter, yerli, güvenlikçi, gelenekçi bir blok; öbür yanda Batıcı, demokrat, evrensel, özgürlükçü ve modern bir blok. Ne güzel bir yarılma! Herkesi bir yere koyabileceğiniz ama esasında beş benzemezi tek bir donda görmenize yol açacak kısır bir analiz süzgeci…
İki kutuptan birinin sloganları malum: Beka, tek millet, tek bayrak, tek devlet, tek dil, tek adam (pardon, bu dil sürçmesi olsa gerek), güçlü devlet, güçlü ordu vb.
Diğerininki ise şunlar: Hak, hukuk, adalet, liyakat, demokrasi vb.
Kavramsal incelik yok olduğunda beş benzemez bir oluveriyor. Oysa Attila İlhan’ın yaptığı gibi ‘hangi?’ sorusunu kavramın, kutbun, partinin başına koymak gerekiyor.
‘Hangi batılılaşma?’ sorusu mesela. Evet, 200 yıldır Batılılaşıyoruz ama kimimiz Batı taklitçiliğine indirgenebilecek bir maskeli baloya katılırken, bir başka kişi Batının gücüne karşı bir panzehir olarak ‘Batılı’ görünen kurum ve ilkeleri alıp Batı’ya karşı ayakta kalmayı savunuyor. Anlayacağınız üzere ben ikinci kamptayım. Bu kamp aynı zamanda milli de. Medeni kanun dışarıdan da gelse bilim dışarıdan da gelse bu kampa göre bunlar milli.
Belki de bu kutupları ortaya çıkartan şey çağın ruhudur.
Belki de Hegel gibi bakmalı. Çarpışan şey somut insanlar değil. Onların üstlendikleri görevler, amaçlar, yapılardır. Belki de tüm bu oyun, mücadele, maskeli balo esasında tarihin ortaya çıkardığı çeşitli yapıların, anlayışların savaşının kültürel, toplumsal ve siyasal karşılığıdır.
Değişen parti tabelalarına karşın ülkemizde ve dünyada şu fikir ve yapı taraftar topluyor: Özgürlük, yerinden yönetim, hak, hukuk, adalet, liyakat ve hukukun üstünlüğü.
Bunların hepsi de benimsenmeli mi? Emin değilim.
Yapılacak birinci şey parti tabelalarını kazıyıp, insanların geçmişine, eğitimine, samimiyetine ve kadrolarına bakmak.
Aksi takdirde herkes önüne konan toptancı bir çatalçıkmazın içinde kaybolacak. Ülkenin ve insanların yararına olan şeyleri ortadan ikiye böldüğünüzde ülke her türlü kaybedecek. İki kampın içinden bazı unsurları seçtiğinizde de bertaraf olma tehlikesiyle karşı karşıya kalıyorsunuz. Hatta taraf seçseniz bile saldırıya uğruyorsunuz.
Milli devlet, beka, üniter yapı deseniz bile medeni kanunu savunduğunuzda birdenbire milli olmamakla itham ediliyorsunuz. Öte yandan, hukukun üstünlüğünü, demokrasiyi, özgürlükleri savunduğunuzda sosyalizmin kırıntısından bile bahsetseniz üzerinize çullanıveriyorlar. Bırakın sosyalizmi, sanayileşmeyi savunduğunuzda bile otoriter kampa itiliveriyorsunuz.
Hukukun üstünlüğünü, özgürlükleri ve demokrasiyi savunduğunuzda ikinci kampta bile “ama”ları savunmanız isteniyor: Atatürk’ü kayıtsız şartsız savunmanız gerekiyor; laikliği kayıtsız şartsız savunmanız gerekiyor; üniter devleti kayıtsız şartsız savunmanız gerekiyor. Adeta yeni yemin törenleri uygulamanız gerekiyor. Bu da samimiyeti bozmakla kalmayıp konunun tüm muhataplarını güvensiz bir duruma sürüklüyor. Öyle ya ettikleri yeminlere bakarsanız Meclis’teki herkes Atatürk milliyetçisi. Oysa şu maskeli baloya son versek de doğru düzgün tartışıp şu kampları bir dağıtsak güzel olmaz mı?
O zaman Atatürk’le kandıranlar, Din’le kandıranlar, gelenekten güç alanlar, dış güçlerin gölgesinde mazlumu oynayanlar çil yavrusu gibi dağılmaz mı?
Böylece karakterli siyasetçiler, karakterli yazarlar ve karakterli medya çalışanları ortaya çıkabilir. Belki…