Abidin Dino’nun Tutsak Seramikleri

Abidin Dino çok uzun ve zorlu uğraşlarından sonra 1949 yılında el konulan pasaportuna kavuşur ve 1950 yılında polislerin devamlı zorluk çıkarmaları, uçakların teknik arızaları ile birkaç defa ertelenen yolculuk gerçekleşir ve Abidin Dino nihayet İtalya’ya uçar.

Ve Güzin Dino yalnız kalıyor, annesi ve kedi Tekir’le.

Bir sabah, Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesindeki dersinden çıkıp bürosuna dönüyor, kapının önünde iki sivil bekliyor onu.

– Efendim, evinize gittik, anneniz bizi içeri almadı…

– Neden girmek istiyorsunuz eve?

– Seramikler varmış… Üzerlerinde zararlı işaretler olduğu ihbar edildi! Götüreceğiz…

– Savcılıktan kâğıdınız var mı?

Çıkarıp gösteriyorlar. “Gidelim,” diyor Güzin.

– İsterseniz, siz önden çıkın, öğrenciler birlikte görmesinler, diyor nazik bir sivil komiser.

– Görsünler. Ne çıkar?

İniyorlar ikinci kattan.

Fakültenin önünde iki cip bekliyor.

Öndekine, sonradan adının Balkan olduğunu öğrendiği, iriyarı ama mahcup, yaşlıca, gri takım elbiseli komiser ile o, biniyorlar.

Arkadan, iki sivil polisle öteki cip geliyor.

Evde annesi, her zamanki hırçınlığıyla, “Kim bu herifler?

Ne istiyorlar?

Çıldırmışlar mı, ne!” diye çıkışıyor ona, sanki suç ondaymış gibi.

Giriyorlar büyük odaya.

Pencere kenarlarına çepeçevre dizilmiş 77 parça, irili ufaklı seramikler…

Altı fincanlı çay takımları satılmış bile Fransız Elçiliğine.

Kocaman iki vazo da satılmış, İş Bankasına.

Büyük tabaklar, beyzileri, yuvarlakları, köşelileri, her boyda ibrik, kâse, bardak, tabla… Yani, rengârenk bir cümbüş…

Ankara civarında bir seramik enstitüsünde yapmış Abidin bunları, haftalarca oraya taşınıp çalışarak.

İlk kez çağdaş çizgi ve renk anlayışıyla seramikler yapılmış, sergisinin davetiyesi basılmış bile…

O yıllarda henüz kimse yapmamış Türkiye’de böylesini.

Zeyyad Ebüzziya seramiğe meraklı; bir gün Abidin’i enstitüye götürüyor, yenilik getirir ümidiyle. O sırada Zeyyad milletvekili. Seramik enstitü müdürü de ses çıkaramıyor. Hatta başlangıçta sevinir gibi oluyor.

Komiser Balkan, odaya girince, şaşkın soruyor:

– Nerede seramikler?

– İşte, bunlar!

– Şimdi bunları müdüriyete götüreceğiz.

– Siz bilirsiniz… Ama tek tek zabıt tutar, öyle götürürsünüz. Kimi satıldı bile, zarar ziyanı size ait…

Birinci Şubeye telefon ediliyor. İki taksi daha, birçok da mukavva kutu geliyor. Bir bir gazete kâğıtlarına sarılıyor seramikler. Kutular yetmiyor, evden, konu komşudan sepetler alınıyor.

Bütün mahalleli ayakta, pencerelerde, merakla bekleşiyorlar. Polisler koşuşuyor. Seramikleri birkaç kez saydırıyor Güzin, kendi de başında durarak zabıt tutturuyor. İmzalıyorlar karşılıklı. Onun da polislerle birlikte gideceğini gören komiser Balkan, “Sizi götürmüyoruz,” diyor nazikçe.

– Evet, ama ben seramiklerin peşini bırakmam, emniyette nasıl bir işlem göreceklerini bilmeliyim.

Polisler onu götürmek istemiyorlar, o ise “Seramikleri bırakmam!” diye tutturuyor.

Sonunda, yine şubeye telefon ediliyor ve Buick marka, koca bir taksiye biniliyor. Komiser Balkan’ın kollarında koca bir vazo, Karaoğlan’daki Birinci Şubeye geliyorlar, tantanayla.

Komiser Balkan, biraz sarsılmış bu durum karşısında; koca vazolara bakıp, “Bunlar döviz de sağlar memlekete…” diye söyleniyor. Suç unsurunun ne olduğunu da kavramış değil, onu kimse bilmiyor zaten…

Karaoğlan’da, Birinci Şube katına çıkıyorlar. Sepetler, kutular yığılıyor müdürün odasına. Müdür, neye uğradığını şaşırıyor, “Nedir bütün bu çanaklar?” diye soruyor. “Suç unsuru…” diyor Balkan, ciddi ciddi. “Peki, kalsın bunlar, bayan gidebilir, onun bir suçu yok…

“Ama bayan inatçı, gitmiyor.

Orada da bir teslim belgesi istiyor. Şube müdürü çaresiz, “Ama her parçanın niteliği belirtilmemiş ilk belgede,” diyerek, kâğıda sarılı her seramik açılıyor, hepsine el birliğiyle ad takılıyor:

Üstten kulplu yemişlik, çay takımı, altı fincan, altı tabak, çaydanlık, şekerlik, kayık tabak, mavili yeşilli küçük kayık tabak, küp vazolar, çiçekli küçük vazolar, karışık çizgili yuvarlak tabaklar… 77 parça, tek tek vaftiz ediliyorlar böylece.

Yine kâğıtlara sarılıyor hepsi, bu kez defter imzalanıyor. Sabah saat 11.00’de başlayan, “seramik tutuklama” operasyonu, akşam altıya doğru bitiyor. “Yemek bile yemedim…” diyor şube müdürü. O da beş polis de yememişlerdi o gün ve hâlâ hiç kimse bilmiyordu suç unsurunun ne olduğunu…

Ortalıkta esrarengiz bir durum!

Ertesi gün, gazetelerden öğrendiler:

Seramiklerin üstündeki çizgilerde komünist propagandası varmış!

Nasıl varmış?

Ne biçim şeymiş?

Orası belli değil. Güzin, tanıdık milletvekillerine, eşe dosta telefon ediyor, bu rezaletin aydınlığa kavuşması için.

Ertesi gün, Abidin’in komünizm propagandası yaptığının anlaşılması üzerine, eşiyle Avrupa’ya kaçtığını yazıyor gazeteler.

Oysa eşi, o sabah, Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesinin Abdülhak Hamit Salonunun amfisinde, 130 kişilik bir sınıf önünde dersini vermekte…

Böylece üniversite gençleri kimi gazetelerin ciddiyetini bir kez daha kavramış oluyorlar.

Öte taraftan “profesörler” den oluşan bir bilirkişi heyeti toplamış savcılık, seramiklerdeki suç unsurunu, propaganda çizgilerini saptamak için…

Seramikler, Karaoğlan’daki adliye koridorunun duvar diplerinde, ayakaltında, toz içinde sıralanmış, bekleşiyorlar.

Hırsızlar, kelepçeli suçlular, yankesiciler, cübbeli ve cübbesiz avukatlar, polisler, gelip geçip bakıyorlar, bu yeni cins suçlulara. Böylece bu beklenmedik sergiyi seyrediyorlar.

Evet… bu sayede hiç olmazsa burada sergilenmiş oluyor, çağdaş Türk seramikleri.

Abidin görse çok hoşlanacak, bu yeni tür sergiden ve seyirciden. Güzin bekliyor seramiklerin başında. Seramikleri beklemekle görevli polise soran olunca, “Komünist propagandası!” diyor, kesin bir inançla ve gururla polis.

Epeyce bekledikten sonra, genç bir savcı yardımcısı Güzin’i bir odaya alıyor ve bilirkişi heyetini oluşturan profesörleri tanıtıyor ona.

Tümü Polis Kolejinde öğretim görevlisi. İçlerinde propaganda öğretmeni de var, kimya profesörü de…

Güzin, bilirkişi heyetine neden tanıtılması gerektiğini pek anlamıyor.

Herhalde yaptığına çok pişman olmuştur genç savcı yardımcısı, çünkü tanışma bittikten sonra, hangisinin güzel sanatlar uzmanı olduğunu ya da hiç olmazsa resim hocası olduğunu soruyor Güzin ve anlaşılıyor ki, orada bulunan sayın bay profesörlerden hiçbiri güzel sanatlarla ilgili değil…

Güzin’in sorusu üstüne, bir şaşkınlık ve bir sessizlik çöküyor ve yürekli kimya profesörü, hemen orada bilirkişilikten istifa ettiğini bildiriyor.

Belli ki, bu işe karışmak istemiyor.

Şaşkınlık ve aralarında tartışmalar sürerken o, odadan çıkıyor.

Güzin eve koşup, ona yardım eden dostlara durumu bildiriyor.

Sonunda savcı yardımcısının başka bir bilirkişi heyeti oluşturduğunu haber veriyorlar.

Günler geçiyor, ortaokul resim öğretmenleri ve Ulus Gazetesinin bir desinatöründen oluşan yeni bir bilirkişi heyeti, Abidin’in seramiklerinde orak-çekiç resimleri çizildiğine karar veriyor!

Ağır Cezada yargılanması için İtalya’dan geri getirilebileceği söyleniyor.

Bu uğurda – ne sıfatlaysa – Cihat Baban’ın Roma’ya uçtuğunu öğreniyor Abidin.

Hemen işlemi durdurmak gerek… Savcıya bir mektupla, ortaokul resim öğretmenlerinin, çağdaş çizgi ve resim sanatı alanında yetkili olamayacaklarını yazıyor Güzin. Eş dostun da yardımıyla olacak, savcı itirazı kabul ediyor, Güzel Sanatlar Akademisinden bir bilirkişi heyeti toplamaya karar veriliyor. Ama iş uzun sürüyor. Arada bir babasının evine gidip gelen arkadaşlarından biri Adliye Bakanı, Güzin’i çağırıyor, seramiklerin üzerinde bulunan anlamsız çizgilerin ne demek olduğunu soruyor ona.

O ise, soyut çizgiler olduğunu anlatmaya çalışıyor.

Boş vakitlerinde, Fenerbahçe’deki köşkünde suluboya manzara, çiçek, kuş resimleri yapan Bakan, “A kızım, senin kocan da gül, bülbül resimleri dururken, ne diye köşeli ya da kıvrımlı anlaşılmaz çizgiler çiziyor” diye yakınıyor ve yeni ölmüş olan babasının anısına saygısından olacak, Cumhuriyet Başsavcısına telefon edip Güzin’i savcıya gönderiyor.

Bakan tarafından gönderildiği için olacak, teşrifatla, hemen kabul ediliyor Cumhuriyet Başsavcısının odasına. Büyük bir odanın başköşesine çekilmiş, bürosunun başında oturan başsavcının arkasında, neredeyse duvara sinmişçesine silik, abus suratlı, kara kaşlı, kül renkli, sıska bir adam oturuyor. Kimin nesi olduğu belirsiz biri. Başsavcının bürosunun üstünde, Abidin’in seramiklerinden bir parça: kapaklı bir çaydanlık.

Başsavcı Güzin’in masanın yanına kadar yaklaşmasını bekliyor.

Başsavcı;

“Maalesef, seramiklerin üstünde orak-çekiç işaretleri bulunduğu tespit edildi,” deyip çaydanlığı avucunun içine alıyor, baş aşağı etmeye çalışıyor, ama beceremiyor. Çaydanlığın kapağı kayma ve düşme tehlikesi gösteriyor. Kapak düşmesin diye dengeyi tutturmak için el cambazlıkları yapıyor başsavcı ve sonunda kapağı bir eline alıp, öbür eliyle çaydanlığı tersyüz ediyor, güçbela dibindeki “Abidin” imzasını gösteriyor:

“İşte, buyrun efendim. Yazı ve resim uzmanlarının belirttikleri gibi, imzanın ‘d’ harfinin uzantısı, çekicin kulpu, ‘n’ harfinin yukarıya doğru kıvrılıp uzaması da, orağın ta kendisi,” diyor, Cumhuriyet Başsavcısı ciddiyetle.

Abidin’in kırk yıllık imzası bu… Güzin, karşılık veriyor:

“Peki, bu acayip görüşü kabul etsek bile, bunun propagandası nerede?

Çaydanlığın içine sıcak su doldurulacak ve de tersyüz edilip, halk kitlelerine propaganda mı yapılacak? Üstelik 600 liraya satılmış bir çay takımı kime ve nasıl seslenecek de propaganda oluşturacak?

İmzaların hepsi yapıtların altında gizli.

Nasıl propaganda ve suç unsuru olabilir?” diye çıkışıyor.

Aslında başsavcı da saçmalığın farkında, ortada ne orak var ne çekiç, yalnızca Abidin’in kıvır kıvır imzası…

Duvara yapışık külrengi adam büsbütün toz oluyor.

Başsavcı, yatıştırıcı bir davranışla, “Öyleyse, çaresiz Güzel Sanatlar Akademisi cevap verecek meseleye efendim,” diyerek konuşmaya son veriyor.

Güzin’in istediği de bu…

Güzel Sanatlar Akademisi -büyük yüreklilik göstererek- seramiklerde suç unsuru olmadığına karar verecekti sonunda.

Ancak, seramikler hemen geri verilmiyor ve Abidin’in bu seramik dosyası, o sıralarda polisçe kapatılmıyor!

19 yıl sonra, sergi yapmak için ilk kez Paris’ten Türkiye’ye döndüğünde, 1969’da, uçaktan iner inmez polise, Sansaryan Hanına getiriliyor Abidin ve orada, uzun uzun sorgu sualden sonra, ertesi gün artık bu dosyanın kapatılabileceğine karar verdiklerini söylüyorlar Abidin’e.

O arada ne oluyor seramiklere?

Kimi, poliste “yok olduğu” için geri gelmiyor.

Kimi, annesinin evine ulaşıyor ya da eş dosta veriliyor.

Bir iki parça da Paris’e kadar gelebiliyor.

Böylece, emniyet kuvvetlerinin desteğiyle, 1949’da ilk kez çağdaş biçim ve çizgilerle ortaya çıkacak olan Abidin’in seramiklerinin sergilenmeleri önlenmiş oluyor…

Bunları da sevebilirsiniz