Değişmeyen Tek Şey

Küresel ve toplumsal olgulara, kavramlara yüklenen anlamların tarihsel süreç içinde değişime uğraması kaçınılmazdır. Bu değişim, aynı toplumun farklı kesimlerinde bile çeşitlilik gösteren ve çağlar boyu evrilen çocuk, çocukluk, kadın, kadınlık, annelik, erkek, erkeklik, babalık gibi kavramlara da yansımakta ve onları yeniden şekillendirmektedir.

Özellikle Rönesans ve Aydınlanma ile çocuğa ve çocukluğa bakışın radikal bir değişime uğraması, halihazırda var olan toplumsal cinsiyet temelli ebeveyn rollerindeki farklılaşmanın da başlangıcı oldu. Hümanist akım ile burjuva ailelerinde çocukla yakın ilişkiler kurulması ve duygusal bağın artmasıyla başlayan süreç; modern toplumlarda sosyal ve kültürel koşulların, teknolojik ilerlemenin ve ekonominin de etkisiyle değişip dönüşerek devam etmekte.

Çocukların hak ettiği sevgiyi ve ilgiyi görmesi, ihtiyaçlarının ve haklarının olduğunun savunulması insanlık tarihindeki en önemli gelişmelerden biri iken, içinde bulunduğumuz dönemde “biz” çocuklarımızla nasıl ilişkiler kuruyoruz? Onlara sevgimizi nasıl gösteriyoruz? Haklarını “gerçekten” savunabiliyor muyuz? Kendi özgür iradesiyle evet ya da hayır diyebilen çocuklar yetiştirebiliyor muyuz? Çocuklarımız mutlu mu? Onlara nasıl bir gelecek hazırlıyoruz?

Elbette ki yüzyıllar öncesi ile aynı noktada değiliz. Küresel ve toplumsal değişimler kaçınılmaz olarak toplumların “en temel yapı taşı” olan aileleri de etkiledi. Özgüvenli, sağlıklı, mutlu çocuklar yetiştirmek isteyen anne babaların sayısı her geçen gün artıyor.

Hal böyle olunca “ideal aile” evinin temizliğinden, pişen yemeğinden, yıkanan çamaşırından sorumlu olan kadından beklenenlere “ideal anne” olmak da eklendi. Sistemin “evde olmaya” zorladığı kadının, (çalışıyorsa bile mesai bitiminde) evi derleyip toplaması, ertesi gün için yemek yapması, çocuğu ile kaliteli zaman geçirmesi, ödevlerine yardım ettikten sonra yeni aldığı kahve makinasında yaptığı bol köpüklü kahveyi kocasıyla karşılıklı içerken mutlu olması öngörülüyor. Her ne kadar modern kapitalizmde erkekler ev işleri, çocuk bakımı gibi konularda eski düzene kıyasla aktif rol alıyor olsa da yapılanlar çoğunlukla kadına yardım etmekten öteye gidemiyor.

Mutlu aile temalı reklamlarda ocağın başında gülümseyen bir anne, tabakları masaya götüren neşeli bir çocuk ve içecekleri bardağa dolduran bir baba görüyoruz. Meşrubatı içerken aldıkları doyum her hallerinden belli olan aile bireyleri bize mutluluğun sırrını da veriyor: Güzel bir ev, ankastre mutfak, son model salon takımı, mis gibi kokan yemekler, “adil” bir iş bölümü ve ideal aile… Truman Show filminden bir sahne gibi adeta. Bir şeyler yanlış gidiyor diye şüpheleniyorsunuz izlerken ancak yönetmenler o kadar başarılı ki programın bir parçası olabileceğiniz fikri aklınıza bile gelmiyor. Çevrenizdeki herkes reklamlardaki örnek hayatı o kadar içten ve mutlu yaşıyor ki sahip olduklarınızın kıymetini bilmediğiniz için kendinize kızar hale gelebiliyorsunuz.

Yemekler yendikten sonra sofranın toplanması ve bulaşıkların makineye yerleştirilmesi ritüeli başlıyor. Evin ideal annesi onca bulaşığı nasıl yıkayacağını kara kara düşünürken bir anda kapı çalıyor. Zahmetsiz, anında temizlik sloganlı deterjan markası renklerinde giyinmiş, güler yüzlü kadını görmek mutlu ediyor anneyi. Kadının getirdiği deterjanı elinde sağa sola sallayarak, şarkılar söyleyip, dans ederek temizliyor mutfağını. Eskiden üretimin bir parçası olan “aile”, şimdilerde en yeni ürünleri tüketebildiği için kendini şanslı hissediyor.

Mutluluk çarkında devinimlerini sürdürürken çocuklarını da ideal hayat anlayışları ile büyütüyorlar tabii ki. Şatafatlı doğum günü partileri, pahada değerli hediyeler, sosyal medyada günlerce paylaşılan seyahat fotoğrafları, son model cep telefonları, bilgisayarlar… İdeal aile kavramına paralel olarak sevgilerini de “sahip olmanın” sevinci ile gösteriyor anne babalar. Düzenlenmiş ve bilirkişilerin onayından geçirilmiş bu davranışların çocukları ile aralarındaki duygusal bağı güçlendirdiğine inanıyor ve yeni nesil teknoloji aracılığıyla dünyanın dört bir yanına duyurabildikleri için mutlu hissediyorlar. Aynı ekonomik koşullara ve dolayısıyla sevgiyi, mutluluğu, neşeyi “satın alma” gücüne sahip olamayan ailelerde ise kaygı baş gösteriyor. İdeal bir aileye ait olamama kaygısı…

Her şeyin paket halinde önümüze sunulduğu, erkeği iş yerine, kadını eve hapseden sisteme karşıt sesler de çıkıyor elbet. Tarım, teknoloji, sosyal yaşam, bilgi, eğitim, çocuk yetiştirme, aile hayatı gibi birçok konuda söz hakkı isteyen ve sunulan süslü standart düzeni reddeden aileler var. Adil ve eşit bir yaşam arzusu içinde üreten, çalışan, doğuran kadınların, annelerin; çocuğu ile en az ideal anne kadar zaman geçirmek, ihtiyaçlarına cevap verebilmek, evde aktif olmak, yardım ederek değil gerçekten evinin sorumluluğuna ortak olarak yaşamak, ezberlenen kavramların dışına çıkmak isteyen; satın alarak sahip olduklarıyla değil ürettikleri ve paylaştıklarıyla mutlu olan erkeklerin, babaların sayılarındaki artış dikkat çekiyor tüm dünyada.

İnsanda iki türlü eğilim vardır” diyor Erich Fromm*. “Bunlardan birincisi, biyolojik olarak yaşamda kalma ve yaşama arzusuna bağlı olup, ondan güç bulan “sahip olmak” güdüsü, ikincisi ise, insan varoluşunun gereklerinden, özellikle yalnızlık ve terk edilmişlik duygusundan kurtulabilmek için, başka insanlarla bir olmak ihtiyacından doğan “olmak” güdüsüdür. İnsanda bu iki eğilim de yan yana ve birlikte bulunduğundan, toplumun yapısı ile onun kurallar ve değerler sisteminin alacağı biçim, insanlarda hangi eğilimin ağır basacağını belirleyen en önemli etken olmaktadır.”

Sisteme karşı çıkan ve kalıpların içine girmeyen bu farklılaşma yıllardır süregelen çark için bir tehdit mi? Yoksa kapitalizmin “ideal baba” ve “ideal aile” kavramlarının dönüşümüne şahitlik ettiğimiz bir sürecin başında mıyız? Özgüvenli, sağlıklı, mutlu çocuk yetiştirme paketinin bugüne uyum sağlayan, gelişmiş bir versiyonu mu bize sunulan?

Belki de yine bir değişim bekliyor bizi.

Salgın süreci ile okulların online eğitime geçiş yapması ve çoğu iş kolunda çalışma hayatının durması veya eve taşınmasıyla aile bireylerinin birlikte geçirdikleri sürede meydana gelen artış, dönemin getirdiği ekonomik zorluklar, pandeminin hayatı tehdit eden varlığı ve sosyal izolasyon bu olası değişimi ne düzeyde etkileyecek?

Küresel boyutta bir dönüşüm mümkün mü? Yoksa tarihsel süreçte karşımıza çıkan salgın hastalıkların, enfeksiyonların olduğu ortamlarda kendi içine kapanma eğilimi gösteren toplumlar, yine aşina oldukları muhafazakâr düzene mi sarılacak?

Mutlu çocuklar yetiştirebilecek miyiz? Kendi özgür iradeleriyle evet ya da hayır diyebilecekler mi? Onlara nasıl bir gelecek hazırlıyoruz?

Bekleyip, göreceğiz…

*Erich Fromm – “Sahip Olmak ya da Olmak”

Bunları da sevebilirsiniz