İlk Dünya Savaşı Ne Zaman Oldu?


Herkes aynı şeyi paylaşmaktadır; “Dünya Savaşları” 20. yüzyılın olgusudur. Neden? Dünya Savaşları tarihsel olarak emperyalizm döneminin bir ürünü ve kaçınılmazıdır da ondan. “Dünya Savaşı” tamlaması, emperyalist paylaşım savaşının adı olarak ilk kez 20. yüzyılın ikinci on yılındaki büyük savaş için 1938 yılından sonra kullanılmaya başlandı.

Emperyalizm, dünya hakimiyetine oynar. Tek bir emperyalist ülke olmadığına ve olamayacağına göre dünya hakimiyeti için kaçınılmaz olarak savaş olacaktır, savaşılacaktır. Emperyalist ülkeler dünya hakimiyetindeki paylarını ve etkinliklerini artırmak için birbirleriyle savaşacaklardır. Emperyalizm savaş demektir.

Emperyalizm de, kapitalizmin en yüksek aşaması olarak 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra ortaya çıkmıştır o yüzyılın sonuna doğru etkin ve belirleyici olmuştur. Buna göre, kapitalist ülkelerin aralarındaki mücadeleler dünya çapında bir savaş halini ancak o zaman alabilecektir.

Dünya Savaşlarının Özellikleri

Her savaş, insanlığın ilerlemesini engelleyen kötülük zincirine yeni bir halka eklemektedir. … Avrupa’nın çektiği acılar, halkların yanlış amaçlara göre eğitilmiş olmalarından gelmektedir. Okul kitaplarımız savaşı ululamakta ve vahşetini gizlemektedir. Çocuklara nefret etmeyi öğretmektedir. … Savaş için hiç direnmeden verdiğimiz kurbanları barış için de vermeye hazır olmalıyız.” ALBERT EINSTEIN1

Şimdi bir de Dünya Savaşlarının başka özelliklerine bakalım:

İki dünya savaşı vardır:

  • İkisi de Avrupa’dan çıkmıştır. Dünya savaşları esas olarak Avrupa savaşlarıdır, Avrupalıların savaşlarıdır.

  • İki dünya savaşı da, her şeyden önce bütün Avrupa’yı savaş alanı yapmış, iki savaşta da bir-iki istisna dışında bütün ülkeler savaşmıştır.

  • İki dünya savaşının da sonunda sınırlar değişmiş, yeni ülkeler yaratılmış, kimi devletler kaybolmuş ya da yeni devletler tarih sahnesinde yerlerini almış, bütün imparatorluklar parçalanmış, siyasal coğrafya değişmiş, haritalar yenilenmiş, yapılar, düzenler başkalaşmıştır.

  • İki dünya savaşı da Avrupa’ya felaketler getirmiş, Avrupa bir yıkıntı kıtası halini almış, nüfus azalmıştır.

  • Dünya savaşlarının sonunda siyasal devrimler ortaya çıkmıştır. Birinci Dünya Savaşının sonunda Sovyet ve Türk Devrimleri, İkinci Dünya Savaşının sonunda Doğu Asya ve Doğu Avrupa devrimleri yaşanmıştır. Yani dünya savaşları “devrim” doğurmaktadır, dünya savaşları “devrim” nedenidir, dünya savaşları hep devrimlere yol açmaktadır.


Bunları kolaylıkla belirliyoruz. Ancak bunları belirleyince tarihte bu özellikleri taşıyan başka bir savaşın da olduğunu görüyoruz: Otuz Yıl Savaşı!

Avrupa’nın Otuz Yıl Savaşı

17. yüzyılda yaşanan Otuz Yıl Savaşı

  • Aynı 20. yüzyıl dünya savaşları gibi Avrupa’dan çıkmıştır, Avrupa savaşıdır, Avrupalıların savaşıdır. Otuz Yıl Savaşı, aynı bildiğimiz dünya savaşları gibi, bütün Avrupa’nın savaşıdır.

  • Bu savaşta bütün Avrupa savaş alanıdır.

  • Bu savaşın da sonunda Avrupa’daki sınırlar ve devletler değişmiş, ülkeler büyümüş ya da küçülmüş, yeniler kaybolanların yerini almıştır.

  • Bu savaşta Avrupa öyle bir yıkım yaşamıştır ki, kıta baştanbaşa yüzyıllar boyunca giderilemeyecek kadar zarar görmüş, nüfus olağanüstü ölçüde azalmış, felaketler birbirini kovalamıştır. Otuz Yıl Savaşı, 17. yüzyılı altüst etmişti. Böylece, bu savaş 17. yüzyılı, Avrupa tarihindeki ilk benzersiz en büyük felaketin yüzyılı yapmıştı. 20. yüzyıldaki “Dünya Savaşları” dolayısıyla, bu iki büyük savaş dolayısıyla, “Batı tarihinin en dehşet verici yüzyılı”, “sadece katliamlar ve savaşlar yüzyılı”, “insanlık tarihinin en şiddetli yüzyılı” olan 20. yüzyılın2 örneği ve öncülüydü.

  • Bu büyük savaşın da arkasından Avrupa devrimleri birbirini takip etmiş, bu savaş da 20. yüzyılın büyük savaşları gibi devrimlerin nedeni olmuş, devrimler doğurmuştur. Otuz Yıl Savaşı da devrimlere yol açmış, Avrupa devrimleri o savaş sayesinde olmuştu.

Bütün bu ortak özelliklere göre, Otuz Yıl Savaşı da bir “dünya savaşı” dır. Aynı ve benzer tarihsel olaylar görüldüğü için, sonrakilerle Avrupa kapsamında aynı boyutta olduğu için bir dünya savaşıdır. Bu durumda ilk dünya savaşının Otuz Yıl Savaşı olduğu düşünülebilir ve ileri de sürülebilir.

Büyük Savaşlar ve Devrimler

Bilindiği gibi bütün siyasal devrimler uluslararası durumlarla ilgilidir.

Buna göre ilk dünya savaşı olan Otuz Yıl Savaşı sonunda, önce İngiliz Devrimi ve başta Büyük Fransız Devrimi olmak üzere diğer Avrupa devrimleri olmuştu. 1914’te başlayan “İkinci Dünya Savaşı”nda Sovyet ve Türk Devrimleri. Bugün “İkinci” dediğimiz, 1939’da çıkan Üçüncü Dünya Savaşında ise, Asya ve Doğu Avrupa devrimleri.

Özetle, ilk dünya savaşı olan Otuz Yıl Savaşı Avrupa’nın, ikincisi olan Dünya Savaşı Asya’nın, üçüncüsü Avrasya’nın devrimlerine yol açmıştı.

Büyük savaşlar sayesinde devrimler oluyordu. Uluslararası durumlarla ilişkiler şu şekildeydi:

Avrupa’nın Otuz Yıl Savaşları girdabına girmesiyle İngiltere dış çatışmalardan kurtulmuştu, çünkü Avrupa boğazlaşmasının ve Avrupa’nın kendini tüketmesinin dışında kalmıştı. Hiçbir Avrupa ülkesi, Avrupa içi savaş yüzünden, İngiliz iç savaşına müdahale edememişti. Cromwell Cumhuriyeti, varlığını belirli ölçüde Otuz Yıl Savaşlarına borçluydu. 1640 İngiliz Devrimi, İngiltere’nin arkasından Kıta Avrupa’sının devrimleri çağını başlayacak, Otuz Yıl Savaşları bu devrimlerin de gerçekleşmesinin şartlarını oluşturmuş olacaktı.

Uluslararası topludurum (konjonktür) dışında İngiliz Devrimi ile savaşın adasal-yerel ilişkisi ise şöyleydi; Devrim adadaki iç savaşların sonucuydu, devrim öncesinde iç savaşlar yaşanmıştı. İngiliz İç Savaşları üç iç savaşın birbiri ardı sıra ortaya çıkması olmuştu. Parlamento, daha zengin olan güney ve doğu kesimleri elinde tutuyordu. Parlamento-kral savaşına İskoçlar ve İrlandalılar da müdahildi.3 Savaş-Devrim ilişkisi İngiltere’deki tarihsel yolculuğuna böylece çıkmıştı.

20. Yüzyıldaki Dünya Savaşları Olan Büyük Savaşlar Nasıl Oldu?

1914’te başlayan Avrupa savaşı, emperyalistler arasında bir yeniden paylaşma savaşı olma özelliğinin yanında, bir Avrupa savaşıydı. İlk patlak verdiği anda savaşın çok geniş bir coğrafyada yürütüleceğini, çok geniş bir alana yayılacağını hemen herkes anlamıştı. Bu yüzden “birinci dünya savaşı”nın ilk adı, her yeri içine alma özelliğinden dolayı “genel savaş”tı. “Harbi Umumi”ye “Cihan Harbi” denmesi için bu savaşın sonunu beklemek, “Harbi Umumi”nin sona ermesi gerekecekti.

1914’te başlayan savaşın devamının geleceği bilinmediği için bu genel savaş, toplumların bilincinde “birinci büyük savaş” değildi. Ama gene de öngörüsünden mi, yoksa “savaşçılığından” mı, bilinmiyor, bir Alman generali olan Ludendorff daha 20’li yıllarda bu büyük savaşa “birinci dünya savaşı” adını koymuştu.4 Niyeti, “ikinci” bir büyük savaşı çıkarmak olsa gerekti! Çünkü Prusyalı Erich Ludendorff (1865-1937), savaşın son yıllarının en öne çıkmış adıydı, Almanya’nın teslim olma kararı almasından sonra da savaşa devam etmeyi savundu. İtilaf devletlerinin şartları çok ağırdı, kabul edilemezdi! 1920’de Wolfgang Kapp’ın ve 1923’te Hitler’in “Birahane” darbe girişimlerine katıldı veya destek verdi, daha sonra Nazi partisinin içinde yer aldı. (Ludendorff, Clausewitz’in savaşın siyaset merkezli olduğu tezlerine karşı çıkışıyla tanınır; “savaş siyasetin devamı değildir, siyaset savaşa hizmet eder” diyordu).

1914-18 savaşının bütün dünyada “Birinci Dünya Savaşı” adını alması için “İkinci Dünya Savaşı”nın başlaması ve yaşanması zorunluydu. Emperyalizmin savaş demek olduğu insanlığın kolektif bilincine henüz yerleşmemişti. İnsanlık, yüzyılın başında bir kere yaşanmış o Büyük Savaşın bir daha olmaması gerektiğini düşünüyor, bunun için dua ediyor, ama yeni bir dünya savaşının kaçınılmaz olduğunu herhalde düşünmek, kabul etmek istemiyordu, yola çıkmış olan savaşı “görmemek” niyetindeydi. “İnşallah olmaz” denilerek savaş önlenmesinin mümkün olmadığı da görülecekti.

Dünya, 1914’teki Büyük Savaşın bir ilk olduğunu sanıyordu, öyle düşünmüştü. Oysa tarih böyle bir savaşın bir ilk olmadığını gösteriyordu, ama ne yazık ki bilen, bilip de hatırlayan, hatırlayıp da karşılaştıran, karşılaştırıp da bir sonuç çıkartan azdı, ya da yoktu. Büyük bir savaş olan “Avrupa Savaşı”na dönüşen ve otuz yıl süren Almanya’nın “mezhepler savaşı”nın, aslında ilk “dünya savaşı” olduğu ortadaydı, besbelliydi.

1914 Cihan Savaşı, Doğu devrimlerinin maddi temeliydi. Rus ve Türk Devrimleri, bir yerde bu büyük savaş sayesinde gerçekleştirilmişti. Savaşan taraflardan Almanya, Rus Devrimini “kolaylaştırmak” için elinden geleni yapmış, Çanakkale Savaşlarıyla (önce “Deniz”, sonra “Kara” savaşları) Türkler Rus Devriminin şartlarını hazırlamıştı. İtilaf devletlerinin büyük donanması Çanakkale önlerine geldiğinde efsanevi savunma sayesinde Boğazı geçememiş ve İngiltere Çarlık Rusya’sının yardımına koşamamıştı. Deniz ve kara savaşlarından sonuç alamayan İngiltere, büyük savaştaki ilk yenilgilerini burada almış, Rusya’ya yiyecek, silah ve mühimmat sevkiyatını gerçekleştirememiş, böylece Devrimin başarıya ulaşmasını sağlamıştı.

Almanya, savaşın sona ereceği yıllarda, savaştığı Rusya’da devrim olur, Rusya savaştan çekilir ve orduları da terhis edilirse kendisi için doğu cephesi ortadan kalkacağından İsviçre’deki Rus devrimci hareketinin önderlerini “Kurşun Mühürlü Tren”le topraklarından geçirerek Rusya’ya ulaştırmayı planlamış ve uygulamıştı.5 Devrimin şartları her bakımdan oluşmuş olduğu için belki bu Kurşun Mühürlü Tren belirleyici sayılamaz, ama gene de Sovyet Devriminin bu sayede gerçekleştiği yolunda yorumlar yapılmıştır.

1917 Sovyet Devrimi ise, 1920 Türk Devriminden yardımını esirgememişti. Almanya’nın teslim olmasıyla savaş bittiğinde yenilgiyi kabul etmemiş Türkiye, bağımsızlık mücadelesini ve Kurtuluş Savaşını başlattığında kendisine en büyük destek ve yardım Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nden gelmişti. Devrimler, emperyalizme karşı ortak mücadelede cephe oluşturmuşlar, birbirlerine yararlı olmuşlar, birbirlerine yol açmışlardı.

Ve emperyalizmin, savaş sonrasında Türk Devrimine müdahale etmek ve Kurtuluş Savaşını önlemek şansı kalmamıştı. Daha doğrusu müdahale edilmişti, ancak müdahale yetersiz kalmış, önlemek mümkün olmamıştı. Elinden geleni de yapmıştı. Aslında daha savaşın başında Türkiye’nin vatan savunmasına başlaması ve Çanakkale’de zaferler kazanması, büyük savaşın Türk devrimini yola çıkardığını gösteriyordu. Emperyalizme karşı verdiğimiz Kurtuluş Savaşımız da zaten o zamandan o savaş başladığında başlamış oluyordu.

Otuz Yıl Savaşının Emperyalist Dünya Savaşlarından Farkları

Bir 17. yüzyıl savaşının 20. yüzyıl savaşlarıyla benzerliklerini ve ortak özelliklerini göstermeye çalıştık, ancak gene de “ilk dünya savaşı” olarak Otuz Yıl Savaşının, bazı bakımlardan 20. yüzyılda yaşanan ve halen yaşamakta olduğumuz “Dünya Savaşı / Savaşları”ndan önemli farkları vardı.

Savaş sosyolojisi açısından ilk fark, 20. yüzyıldaki iki büyük savaşın “topyekûn savaş”lar, düzenli ve planlı savaşlar, tasarlanmış, hazırlanmış, ittifakları çok önceden yapılmış savaşlar olmalarına karşılık, Otuz Yıl Savaşının dağınık ve başıbozuk savaşlar ve çatışmalar toplamı olmasıdır.

Fakat savaşların süreçleri bakımından esas fark, bu ilk dünya (yani ilk Avrupa büyük) savaşının o dönemde bitmiş, sonlanmış olmasıdır. Oysa 20. yüzyılın büyük savaşları birbirini takip ettiği, birbirinin devamı olduğu gibi, sonlanmış ve belirli bir denge durumunu yaratmış değildir.

Üç yüzyıl arayla yaşanan bu büyük savaşların amaçları ve hedefleri olarak da önemli bir fark bulunmaktadır. 20. yüzyılın Dünya Savaşları paylaşım savaşlarıydı, oysa 17. yüzyılın “dünya savaşı”nda böyle bir hedef ve özellik yoktu. Elbette o savaşın da nedenleri olduğunu biliyoruz ama, eğer böyle bir kategori varsa, 17. yüzyılın Dünya Savaşı “nedensiz savaşlar” kategorisindeki en önemli örnektir. Yayılma güdüsü bütün büyük devletlerde o zaman da vardı ama ekonomi ve siyasetin modern savaş mekanizmalarını doğurduğu emperyalizmin özellikleri, örneğin, emperyalist ilhak, emperyalist yayılma gibi eğilimleri o dönemde henüz yoktu, olamazdı da.

1914’te başlayan (Birinci) “Cihan Savaşı”, yirmi yıllık bir aradan sonra aslında devam etmişti. “İkinci” sözü kullanılmıştı, öyle denmişti ama yirmi yıllık kesinti dışında aslında bir devamlılık vardı. Bu bakımdan iki dünya savaşını ayrı savaşlar olarak düşünmemek de mümkündür. Çünkü, 19. yüzyılın sonundan ve 20. yüzyılın başından itibaren dünyanın içine girdiği emperyalizm döneminde “barış dönemleri” savaşlar arasındaki boşluklardan, çarpışmalar arasındaki ateşkeslerden başka bir şey değildir. Zaten 20. yüzyıl dünya savaşlarını bu şekilde ele alan yazarlar da vardır. Örneğin, bizden Cevat Şakir, 1950’li yılların sonunda, Birinci Dünya Savaşı ile başlayan savaşın o günlerde bile hala bitmemiş olduğunu yazmıştı. Ona göre, “savaşlara numara koymak boştu”. 20. yüzyılda savaşlar bitmiyordu, “bitti” deniyor, herkes “kendisini ve birbirini aldatıyordu”.6

Benzer değerlendirmeleri yapan tarihçi ve siyasal tarihçiler de bulunmaktadır.

İkinci” Dünya Savaşından sonra ise “dünya savaşı” (ilkinde olduğu gibi) gene sonlanmadı, şekil ve görüntü değiştirdi, “Soğuk Savaş” şeklinde devam etti. Soğuk Savaş bittiğinde (1990), 20. yüzyılın “dünya savaşı”, yerel savaşlar olarak, daha başka ve yeni bir biçime girdi. Ve bu “yerel savaşlar” halen –ve her gün daha da genişleyerek– devam etmektedir. Yeni bir dünya savaşı çıkacak mı, ya da yeni bir dünya savaşı ne zaman çıkacak şeklindeki soruların cevabı, “yeni dünya savaşı”nın, “üçüncü” dünya savaşının çoktan “çıkmış” olduğudur. Daha doğrusu 20. yüzyıl savaşının / savaşlarının, 21. yüzyılda henüz bitmemiş olduğudur. Şu anda, önceki dünya savaşının (1939-45 İkinci Dünya Savaşının) bitmiş olduğunu varsaydığımızda, “yeni” bir dünya savaşını zaten yaşamakta olduğumuzu düşünmemiz gerekir.



Otuz Yıl Savaşı: Böyle Savaş Olur Mu?

Barış istediler ve bunun için otuz yıl savaştılar. Savaşın sadece savaş doğurduğunu o zaman öğrenemediler ve halen de öğrenmiş değiller.” C.V. WEDGWOOD7

Şimdi Avrupa’da 17. yüzyılın en önemli olayı, başta Alman devletleri olmak üzere bütün Avrupa’yı doğrudan etkileyecek ve perişan edecek olan Otuz Yıl Savaşına biraz bakalım.

Katolikler ve Protestanlar arasındaki din savaşları olarak başlayan, bu savaşların uzantısı gibi görünen ve “resmen” otuz yıl devam edecek olan çatışmaların altında, hem Avrupa’nın en büyük devleti olan Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu ile imparatorluğa bağlı prensler arasındaki, hem de silahlı gücü olan bütün kıta devletlerinin arasındaki çekişmeler vardı.

Aslında savaş, 16. yüzyıldaki Reformasyon dönemi çatışmalarının, 1555’ten sonraki savaşların bir devamıydı ve 17. yüzyılda 1618’den başlayarak 47 yıl sürmüştü. “Otuz”a ek olan 17 yıl, anlaşmalar sağlandıktan, barış yapıldıktan sonra bile devam ettiğindendi. Ama çatışmaların sonlandırılması için yapılan girişimlerin ürünü olan Westfalya toplantılarında delegeler daha savaş bitmemişken yaşanan sürece “otuz yıl savaşı” adını vermişlerdi.

Avrupa ülkeleri üzerindeki baskıcı gücünü yitiren İspanya ile ekonomik ve siyasal krizler yüzünden zor durumlar yaşayan dünyanın (Avrupalılar için o zamanki “dünya” olan Avrupa’nın) merkezi durumundaki Fransa, bu yüzyılda bir rahatsızlık yaratmıştı. “Denge” sürdürülemezdi.

Mezhepler ve mezheplerin içindeki gruplar birbirleriyle, mezheplere mensup ülkeler karşıtlarıyla, Alman Lutherciler azınlıkların Luthercileriyle, Luthercilerle Kalvenciler, Kalvencilerle Hussçular, Alman Katoliklerle azınlıkların Katolikleri vb. de birbirleriyle savaştılar. Öyle oldu ki, Katolik Fransa Protestanların, Protestan kuzey ülkeleri Katoliklerin yanında yer aldı. Protestan ordularda Katolik askerler, Katolik ordularda Protestanlar, karşılarında kim varsa onlarla dövüştüler. Prensler ve ülkeler rakipleriyle birbirlerine girdiler, ordular birbirlerini kırdılar, halklar boğazlaştılar. Alman devletleri, Bohemya, Danimarka ve İsveç’in saldırılarıyla karşı karşıya kaldı, Almanlar da komşu ülkelere ve çevresindeki bütün topraklarda saldırılara geçti.

Silahlı güçler tarafından yapılan savaşlar, ordular ya da ordulaşmamış silahlı gruplar ve çeteler tarafından yapılır. İki türlüdür; birincisi, bir devletin ordularının veya o devlete bağlı silahlı güçlerin uzak ya da başka topraklarda yaptığı savaş. İkincisi, bir devletin kendi topraklarında yaptığı savaş. Bu savaşlar ikiye ayrılır, savunma savaşları ve iç savaşlar.

Otuz Yıl Savaşında bütün bu savaş türleri, tarzları, çeşitleri bir arada ve arka arkaya yaşandı.

Erken davranan ve baskın yapan, hazırlıksız ya da barışçı olanı yok ediyordu. Kural, strateji, hesap, akıl, vicdan vb. yoktu.

Özetle, bellum omnium contra omnes (“herkesin herkese karşı olduğu savaş”) vardı.

Bu Acayip Savaş Neden Çıktı, Nasıl Çıktı ve Nasıl Yayıldı?

İmparatorluğun hanedanı Katolik Habsburgların imparator seçiminde Protestan ağırlığı ortaya çıkacağı kaygısı ile yaptığı yeni düzenleme, on yıllarca sürecek bu savaşın başlamasına yol açmıştı. Sonradan Kutsal Roma-Cermen İmparatoru olacak olan Bohemya Kralı Ferdinand (imparator olarak II. Ferdinand; 1578-1637), Çeklerin özgürlüklerini güvence altına alan kararları yürürlükten kaldırınca ve bu yüzden Protestanlar üzerinde yeni baskılar ortaya çıkınca Bohemyalılar Avusturya’da ayaklandılar, Viyana’yı yağmaladılar. Bunun üzerine imparatorluk ordusunca ezildiler. Ayaklananların üstüne İspanyol askeri birlikleri sürülmüştü.

Bohemya soyluları neredeyse tamamen yok olacak derecede kitlesel idamlara maruz kaldı.

İmparator, imparatorluk sınırları içindeki bütün prenslere Augsburg Barışından (1555) sonra elde etmiş oldukları her şeyi geri vermelerini istedi. Sayıları yüzlerce olan Prenslerin çoğu Protestan ve bir şey elde edenler yalnızca Protestan hükümdarlar olduğu için, bu durum, gerilimi daha da artırdı.

Komşu ülkeler imparatorluğun zayıflamasını sağlayacağı düşüncesiyle bu iç çatışmayı desteklediler ve fırsattan yararlanmak için de saldırılara geçtiler. Baltık ülkeleri Fransa’nın kışkırtmalarına kapıldı. Fransa’da o dönemde etkin olan “Kızıl Kardinal” lakaplı XIII. Louis’nin başbakanı Richelieu (1585-1642) ittifak yapmak için İsveç’e 1 milyon Frank tutarında yardım yapmıştı.

Fransa’yı güçlü bir hale getirmek yanında, Fransa için bir diğer önemli özelliği din adamı olarak vaaz ve yazılarında Fransızcayı ilk kullanan olmasıydı. Akadèmie Française’in kurucusudur.

İsveç, Protestanlığı “kurtarmak” için Katolik Fransa ile ittifak yaptı ve Protestan Almanya’nın içlerine kadar girdi. Almanya, büyük bölümüyle İsveç ordularının işgaline uğradı, Baltık bölgesindeki geniş topraklarının büyük bir kısmını bir süre için İsveç’e kaptırdı. Girdiği her yeri yağmalayan İsveç Almanya’ya savaşta en büyük zararı verdi. Atılgan İsveç beklenmedik ölçüde başarılı olunca, Kraliçe Christina (1632-54), önce gizli bir şekilde Katolikliğe dönüş yaptı, sonra görevden çekildi, Roma’ya gitti.

Danimarka krallığı fırsattan istifade etme niyetiyle girdiği savaştan yenilerek çıkınca Avrupa’da önemli bir güç olma şansını kaybetti.

Bohemya’da ilk çatışmalarla başlayan 1618-25 arasındaki “Bohemya Dönemi”, kendini arkasından gelecek ve dört yıl sürecek “Danimarka Dönemi”ne bıraktı. 1630-35 yıllarındaki “İsveç Dönemi”ni ise “İsveç-Fransa Dönemi” izleyecekti.

İspanya’nın, batı Avrupa ve Hollanda’daki etkinliği daha da azalırken, Fransa’nın gücü tekrar doruğa çıktı.

Benzeri görülmemiş bu boğazlaşma ile gerçekleşmesi düşünülemeyecek inanılmaz ittifaklar iç içeydi. Savaş, İsveç ve Hollanda’nın birçok Alman kentleri, prenslikleri ve Protestanlarla, Habsburgların İspanya ile, Ortodoks Rusya’nın Kalvincilikle yaptığı dayanışma ve anlaşmalarla yürütülmüştü.

İmparatorluk ordusunun yetersizliği yeni başrol oyuncuları yarattı. Katolik Bohemya soylusu Albrecht von Waldstein ya da “Wallestein”ın (ancak sonradan her yerde Wallenstein olarak geçecektir; 1583-1634), kendi girişimiyle ve evlendiği zengin karısının parasıyla kurduğu ordu, imparatorluğun emrine girdi, savaşın yönünün bir dönem değişmesini sağladı. Ancak askerleri arasında Protestanlar da vardı. Ama bu, imparatorun Protestanlara saldırma hevesine karşı çıkılmasına yol açtığı için azledilmesinin nedeni olacaktı. Daha sonra tekrar görevlendirildiyse ve en güçlü duruma kadar yükseldiyse de, Protestanlarla anlaşma niyetiyle görüşmeler yaptığı için imparatorun emriyle öldürüldü. Öldürüldüğünde, sonradan edinmiş olmakla birlikte en büyük prensliklerden birinin hükümdarı, Avrupa’nın en geniş topraklara sahip ve en zengin insanlarından biriydi.8 Hayatı, Friedrich Schiller’in (1759-1805) en önemli yapıtlarından birine ve bir üçlemeye konu olacaktı (Wallenstein, 1799, Wallenstein-Trilogie [Wallenstein’ın Karargahı, Piccolominiler ve Wallenstein’ın Ölümü], 1800). Bu eserler, Almanya parçalanmışlığı içinde ortak bir heyecan ve özenmenin kaynağı olacaktı.

Savaşta ve Otuz Yılda Neler Oldu?

Otuz Yıl Savaşında mezhepler çatışması nitelik değiştirmiş, saflar sürekli değişmiş, savaş alanları genişlemiş, orduların ve silahlı grupların menzilleri iki bin kilometre ötelere kadar yayılmıştı. Bütün Avrupa savaş alanıydı. Saldırılar, “saldırı sapmaları” şeklinde de genişleme gösterdi. Savaş sosyolojisinde, (1) “savaş”, (2) “saldırı”, (3) “saldırı sapması” olarak yapılan gruplandırma ve adlandırmadaki üçüncü duruma tam olarak uyan olaylar yaşanmaktaydı.9

Bu savaşlarda üniformasız ve düzensiz savaşan 30 ila 100 bin kişilik saldırgan, acımasız ve yağmacı “ordular” kimle ve ne için savaştıklarını bilmez durumda sürekli ilerlemekteydi. Orduların büyük çoğunluğu toplanan paralı askerlerden veya savaşmaya zorunlu kılınan yersiz-yurtsuzlardan oluştuğu için, silahlı ve yarısilahlı güçlerin geçtiği her yer, köyler, kasabalar, kentler yağmalanıyordu.

Ayrıca bütün askeri birlik ve ordulara komuta edenler de yağmacıydı. Wallenstein, ölçüsüz ve sınırsız vahşet uygulamalarının sahibi olduğu kadar, bu savaş döneminde servetini yağmalarla da büyüten en sivrilmiş kişiydi.

Her bölgede göçler yaşandı. Yüz binlerce insan oradan oraya savruldu.

Almanya nüfusunun büyük çoğunluğunu oluşturan köylüler, 1520’lerdeki Köylü Savaşlarından daha büyük kayıpları ve daha korkunç yıkımları bu savaşlarda yaşadılar. Nüfusun yarıdan aza indiği bu dönemdeki sefalet, yokluk10 ve salgın hastalıklar, zincirleme bir tepkimeyle kentleri ve kentsel sınıfları da etkisine aldı. En büyük zararı veba salgınları veriyordu. Hastalıkta ortaya çıkan lenf bezleri şişmesinin adı “Tanrının işareti”ydi. Tanrının cezalandırması, Kilise için “ahlaksızlığın”, soylular için köylülerin itaatsizliğinin, köylüler içinse kötülüğün yaygınlaşmasının sonucuydu! Aslında hastalığın bir felaket halini alması, sefalet ve açlığın yaygınlaşmasından, yaşam kalitesinin yaygın düşüklüğündendi.

Kaynaklar, yalnız Almanya’da 20 milyon civarında Almanın öldüğü Otuz Yıl Savaşından sonra Almanya’da dört milyon ile altı milyon kadar nüfus kaldığından söz etmektedir.11 En büyük kentler olan Augsburg’da on sekiz bin, Münih’te dokuz bin, Berlin’de altı bin insan kalmıştı. Köln’de yalnız 1200 evde oturuluyordu. Nüfuslarının üçte birinden fazlasını kaybeden kentler önemlerini belirli ölçüde yitirdiler (Aachen gibi bazı kentler ise insanlarının dörtte üçünü kaybetmişti)12. Askeri yıkım, politik parçalanmanın derinleşmesine, üretimin durma noktasına yaklaşmasına, toprakların yarıya yakınının ekilip biçilememesine, küçük ve büyük baş hayvanların yüzde sekseninin yok olmasına yol açmıştı.

Avrupa’da, uygar ve kültürlü 17. yüzyıl Almanya’sında, bir halkı ilkel barbarlık düzeyine indirmek için otuz yıllık korkunç bir savaş yeterli olmuştu.”13

Ticaret her yerde geriledi, durma noktasına kadar geldi, aristokrasi daha etkili olmaya başladı, edebiyat merkezleri kentlerden saraylara ve şatolara, kapalı ve küçük mekanlara kaydı. Kültürel kısırlaşmaya daralma, sığlaşma, biçimcilik ve süslemecilik eşlik etti. Kadercilik güç kazanırken alınyazısı kavramı sanatta çok kullanılır oldu.

Alman kültürü öyle sarsılmıştı ki, sanat ve edebiyat tümüyle yabancı, özellikle de Fransız modalarının büyüsü altındaydı.

İsveçli, Danimarkalı, Finli, Fransız, İspanyol, Hırvat, İtalyan askerlerin Alman topraklarındaki tecavüzleri ve ilişkileri Almanya’nın ırksal yapısını da değiştirmişti.

Ekonomik gerileme, toplumsal, kültürel ve sanatsal çöküş, Almanya’yı daha yüz yıl pençesinde tutmaya devam edecek, Otuz Yıl Savaşında yakılan ve yıkılan bina sayısı kadar yeni yapının ortaya çıkabilmesi için yüz elli yıl geçmesi gerekecek, yıkımdan kendilerini az çok koruyan kentler (Frankfurt, Leipzig, Hamburg) dışındaki kentlerin kendilerini toparlaması ve eski durumlarına gelmesi iki yüz yılı alacaktır.

Kentlerden daha fazla zarar gören kırsal bölgeler tam bir çözümsüzlük içine girdi. “Köylüler neredeyse köle durumuna düştü.” Ürettiklerinin en fazla altıda birini kendileri için alabilen köylülerin (esas üretim, senyörler, Kilise ve devlet tarafından paylaşılıyordu) durumunun düzelme olasılığı olmadığından kırsal bölgelere umutsuzluk ve çaresizlik hakimdi. Almanya’daki son yüzyılın bütün gelişimi yok oldu. Belediyelere tanınan özgürlükler geri alındı, prensler ve toprak beyleri serfliği en uç noktasına kadar götürdüler.

O döneme kadar Avrupa’da maden çıkarma işinde en ileri ülke olan Almanya bu üretimi de yapamıyordu.

Cadı ve kedi avının da bu dönemde yükselmesi, “sapkın”, “kafir”, “iblis”, “şeytan” edebiyatının her şeyin önüne geçmesi, bütün kutsallıkların zedelenmesi, yaşanan felaketlerin yalnız savaştan değil, bütün bölgenin, bütün orta ve doğu Avrupa’nın sorunu olan uyuşmazlıklardan, rahatsızlıklardan ve giderilemeyen gerilimlerden kaynaklandığını göstermekteydi.

Üzerinde durulması gereken, Rönesans ve Reformasyon sonrası bu dönemin, üç yüzyıl daha devam edecek olan bu hurafeler döneminin neden “Karanlık Çağ”dan daha da kötü olduğudur. Hümanizmanın, Rönesansın, ön-Aydınlanmanın ve bilimsel devrimin “karanlığa karşı” bütün gücüyle çatıştığı bu dönem, milyonlarca masum insanın hayatına mal olmuştu. Avrupa’nın gelişmesi, ilerlemesi ve modernleşmesinin temellerinin atıldığı bu dönem, Avrupa’nın en büyük zorlukları ve felaketleri yaşadığı dönemdi.

Karanlık” Orta Çağ bile, Avrupalılara bu dönemdeki kadar zarar vermemiş, verememişti.

Westfalya Barışı” ve Otuz Yıl Savaşının Sonuçları

Westfalya Barışı”, savaşı 1648’de sona erdirdi. Westfalya’nın Osnabrück kentinde imparatorluk, prensler ve İsveçle, Münster kentinde ise Fransa ve diğer Avrupa ülkeleri ile imparatorluk, bütün savaşan güçler yıllar süren uzun pazarlıklar sonucu anlaştılar. 24 Ekim 1648’de iki kentin bütün delegeleri Münster’de anlaşmayı imzaladı.

1648’de yapılan ve Otuz Yıl Savaşlarına son veren Westfalya Antlaşması’nın sonuçları:

Sınırlar yeniden çizildi. Fransa ve İsveç toprak kazancı bakımından kârlı çıktılar. Bavyera Krallığı büyüdü ve güçlendi. Zaten uzun süredir ayrı devletler gibi olan İsviçre Konfederasyonu ile Hollanda’nın bağımsızlığı resmen tanındı.

İmparatorluk, hem prenslerine, hem de komşularına boyun eğdi, “dünyevi lideri imparator, ruhani lideri papa” olan Katolik Avrupa imparatorluğu kurma düşüncesinden tamamen vazgeçti. Bir daha böyle bir şansı sonraları da hiç olmayacaktı. Koskoca imparatorluk sıradan bir Alman devletiydi artık.

Fransa’ya toprak kaptırmış olan Almanya büyük rakibi karşısında ezilmiş ve savaşın esas kurbanı olmuştu.

17. yüzyıla o çağın bir mucizesi gibi yükselerek girmiş Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu gücünü ve etkisini yitirdi. İmparatorluk toprakları içindeki yüzlerce prenslikten sadece 350 tanesinin hükümranlığı tanındı ama daha yüzlercesi devlet olarak kabul edilmemelerine rağmen varlıklarını sürdüreceklerdi.

Bu savaş sürecinden en büyük zararı gören Almanya, 20. yüzyılın kimi Almanlarına, 20. yüzyıl “kötülük”lerinin kaynağında bu kötü dönemin yattığını söyleme olanağını verecekti. Demokratik ve çağdaş bir devlet olamamalarının açıklaması, bu 17. yüzyıl acılarındandı!14

Engels, aradan iki yüzyıldan fazla bir zaman geçtikten sonra, 19. yüzyıl Alman devrim sürecinin olumsuz sonuçlarının da sorumlusunun Otuz Yıl Savaşı olduğunu yazacaktır: “Almanya’da dar kafalılık karaya oturmuş bir devrimin, kesintiye uğramış, bastırılmış bir gelişmenin sonucudur. Korkaklık, sınırlılık, zavallılık ve insiyatif almada yeteneksizlik – Alman dar kafalılığının bu özgül ve anormal ölçüde gelişmiş özellikleri, Otuz Yıl Savaşının ve onu izleyen dönemin, öteki bütün büyük halkların hızla yükseldiği bu dönemin sonucudur.”15 Otuz yıl Savaşı, “Almanya’nın, iki yüzyıl süreyle Avrupa’da siyasal olarak etkin ülkelerin arasında silinip gitmesiyle sonuçlanmıştır”.16

Brandenburg (o zaman denmiyordu ama o günler sonrasındaki adı Prusya’ydı) bir “Alman prensliği”ydi, hakimiyet alanlarının bir kısmı İsveç’e geçmişti, ama buna karşılık, imparatorluk içi savaş sonrası düzenlemelerle değerli ve verimli yeni alanlar kazanmıştı. Sonraki iki yüzyılda İsveç’e terk etmek zorunda kaldığı toprakları (Danimarka’yla ittifak yaparak) almasıyla önemli bir devlet haline geldi. Prusya’nın “büyüklüğünün başlama tarihi, genellikle 1648 diye gösterilir”.17

Savaşların sonunda kıtada siyasal üstünlüğün kendisinde olduğunu herkese kabul ettirmiş Fransa’nın denizdeki varlığı ise bu güce uygun değildi. Bin gemisi bile olmayan Fransa’nın karşısında küçücük Hollanda’nın 20 bine yakın gemisi vardı. Bu yüzden Fransa sömürgelerdeki savaşlarını Hollanda’dan ödünç alınan gemilerle, sömürgeleriyle ilişkilerini Hollanda’nın kiralık tekneleriyle yürütecekti.

İsveç, Baltık ve Kuzey denizlerine dökülen bütün ırmakların ağızlarını ele geçirmiş, dolayısıyla bütün limanlara sahip olmuş ve kuzeydeki ticaret tekelini elde etmişti. Almanya’nın Ren, Oder ve Elbe olan üç büyük nehri Hollanda ve Danimarkalıların kontrolüne geçmişti.

Westfalya Sonrasında Din ve Yurttaşlık Hakkı Olarak Mezhep Seçme Özgürlüğü

Antlaşma, Almanya’nın dinsel ve siyasal örgütlenmesini de düzenledi. Nüfusu yarıdan aza inmiş, her şeyi tahrip olmuş, bütün üretimi durmuş Almanya, 1000’den fazla “devlet”ten18 oluşan bir konfederasyon olarak kalacaktı. Alman prensleri sınırsız egemenliğe kavuştular, prensliklerin bazıları güçlendi. Ama Protestanlık Katolikliğe “eşit haklarla” resmileşti ve onaylanmış oldu. Mezhep seçimi “vatandaşlık hakkı” olarak tanındı. Augsburg Barışında (1555) ortaya çıkan, Prensin itikat değiştirmesiyle ülkesinin ve halkının da bu seçime uygun davranması gerekliliği kuralı ortadan kaldırıldı. Bunun anlamı ve sonucu, dinde çoğulculuğun başlaması, “tolerans”ın (birbirine katlanmanın) gerekli olduğunun herkesçe kabul edilmesiydi. Ancak fiiliyatta din seçimini gene hep hükümdarlar belirleyecekti.

Staufer Hanedanının daha 12. yüzyılda iktidarın siyasal ve dinsel güçler arasında paylaştırılması anlayış ve uygulaması, Avusturya’da değil, Prusya’da takipçisini bulmuştu. Bu feodal iktidar bölünmesi, aynı zamanda, gene II. Friedrich von Hohenstaufer’in Sicilya’daki iktidarının yeniliği olan “memurlar iktidarı” uygulaması ve –çok sonraları yalnız Prusya’ya sınırlı kalmayıp bütün Avrupa’ya örnek olacak– gümrük sistemi ile birleştirilmişti.19

Tarikatlar ve gizemci mistik akımlar sayıca artar ve güçlenirlerken, Kiliseler arasında hükümdarlığın aleyhine olarak birlik ve dayanışma eğilimleri de ortaya çıkıyordu.

Avrupa’nın bu durumundan yararlanmak isteyen Osmanlı devleti Viyana’ya dayandı (1683). Başarısızlıkla sonuçlanan bu seferle Osmanlı, Avrupa’da gelebileceği son noktaya gelmişti, Avrupalılar için ise Doğu’ya karşı üstünlük kazanma süreci böylece başlamış oldu. Doğu-Batı arasındaki denge bundan sonra artık değişecekti.

Bu denge değişmesi, Türklerle karşı karşıya gelen güç Avusturya imparatorluğu olduğu için Prusya’nın lehine bir durumun ortaya çıkmasını da arkasından getirecekti.

Otuz Yıl Savaşı sonunda, dünyanın başka yerlerinde kimi zaman görülmekteydi, ama Avrupa içi din şavaşları ve mezhep çatışmaları dönemi sona erdi. Dinsel karşıtlıklar ve gerginlikler sürmekle birlikte, 17. yüzyılın bu ilk yarısı, Protestanlarla Katolikler arasındaki son “resmi” savaştı. Aralarındaki sorunlar bitmese ve çatışmaları devam etse de artık birbirlerini tamamen yok etmek çabasından vazgeçeceklerdi. (Fransa Kralı XIV. Louis’nin 1685’te Nantes Fermanını yürürlükten kaldırması sonucu kıyımlar ve göçler20 yaşanmıştı ama bunlar gene de “resmi savaş” sayılmayacaktı.)

Protestan ve Katolik bölgeler arasındaki sınır, Katolik Karşıreformunun kazançlarının yansımasıydı. Bu sınır, “bugün de 1648’deki benzemektedir”.21

Prensler gene uyruklarının dinini belirleyecekti, cuius regio eius religio („bir yerin hükümdarı oranın dinini belirler“) kuralı gene geçerliydi, ama fark, diğer mezhebi benimseyenlerin başka yerlere göç etme hakkının ortaya çıkmış olmasıydı. Reform sonrasındaki “din özgürlüğü”, çıtayı pratikte azıcık daha yükseltmişti.

Papalık, savaşların bitmesini lanetledi. Çünkü barışla, birleşmiş Avrupa Hıristiyan dünyasının da sonunun geldiği, Papalığın Avrupa’nın dinsel merkezi olma durumunun tamamen bittiği ortaya çıkmıştı. Avrupa’daki Hıristiyanlık parçalanması Westfalya’da tescillenmişti. Avrupa Hıristiyan dünyasının birlik umudu hiç kalmamış, umutlar bir daha tekrar ortaya çıkamayacak kadar dağılmıştı.

Papa X. Innocentius (1644-55) Westfalya Antlaşmasını “geçersiz, hükümsüz, haksız, günah, melun, aptalca, her zaman için anlamdan yoksun” olarak tanımladığında (Zelus domus Dei, 1650) mezhepler olarak birbirlerinden ayrılan Hıristiyanlar birbirlerine katlanmak zorunda olduklarını biliyorlar ve artık papadan korkmuyorlardı.

Papaya kalsa, Protestanlara bırakalım ayrıcalıklar, haklar verilmesini ve onların tanınmasını, Protestanlar tek tek öldürülüp hepsi yok edilene kadar kıyım ve savaş devam etmeliydi. Avrupa’da nasıl yüzyıllar boyunca yapılan baskı, şiddet ve öldürümler sonucunda tek bir pagan bırakılmadıysa, aynı şekilde tek bir Protestan kalmayıncaya kadar savaş sürdürülmeliydi. Neyse ki onu dinleyen yoktu.

Westfalya Barışından sonra Avrupa’da artık “Hristiyanlıktan değil “Avrupa”dan söz edilecekti.


Otuz Yıl Savaşının Getirdiği Yenilikler

Orta Çağda her şato bir kale, her derebeyi bir hükümdardı. Düzenli ordunun kurulması ile topun icadı toplumsal düzeni tamamen değiştirmiştir. Ortaya devlet veya millet adı verilen bir çeşit soyut kuvvet çıkmıştır. Buna karşılık bireyler yavaş yavaş bütün önemini yitirmiştir.” MADAM DE STAËL 22

Westfalya Antlaşması”, Avrupa devletlerinin sınırlarını belirlemesi bakımından, 18. yüzyıl sonuna, yani Büyük Fransız Devrimine kadarki bütün ilişkiler, çatışmalar, ittifaklar, antlaşmalar için bir temel meydana getirmiştir. Böylece “Avrupa kongreleri” çağı başlamıştı.

Avrupa devletlerinin coğrafyaları Otuz Yıl Savaşıyla siyasallaştı.

Otuz Yıl Savaşı, uluslararası ilişkilerin resmileşmesi, devletler hukukunun doğuşu ve diplomasinin icadı dönemi olması bakımlarından da dünya savaşıdır.

İlk defa bu dönemde uluslararası hukukun çerçevesi çizilmeye başlandı. Diplomatik dokunulmazlık kavramı ve uygulaması hukuksal olarak ilk defa bu dönemde kabul gördü ve işlev ve yaygınlık kazandı.

Burjuva mülkiyetini savunup meşrulaşmasını isteyen, savaşları herkesçe kabul edilecek bir ortak hukukun kurallarına göre düzenlemeyi öngören Hugo Grotius’un (1583-1645), De jure belli et pacis (“Savaş ve Barış Hukuku”) adlı çalışması (1625), başıbozukluğa karşı önlem olacağı düşüncesiyle çok ilgi görmüş ve devletler hukukunun temeli sayılmıştır.23 (Ülkesi Hollanda’da yönetim aleyhtarlığı yaptığı için ömürboyu hapse mahkum olan Grotius, hapisten bir sandık içinde kaçırılarak Fransa’ya gelmişti.)

İlk defa bu dönemde “elçilik” bir kurum olarak devletlerin yapılarına eklenmişti. Elçilerin ne olduğu ne yapacağı gibi soruların cevaplarının verildiği süreç, Avrupa diplomasi geleneğinin de başlangıcı olmuştu. Hollandalı Balthasar Hayala, İtalyan düşünür Alberico Gentile gibi diplomasi kuramcılarının yanı sıra, gene Grotius’un eserinde elçilerin konumları tam olarak açıklığa kavuşturulmuştu.

Yerellik Avrupa çapında evrenselliğe, hanedan çıkarları devlet çıkarlarına, devlet çıkarları iç sorunlardan dış sorunlara, süregelmekte olan gelenekler kurumsal kurallara Otuz Yıl Savaşı döneminde ve sonucunda dönüşmüştür.

Devletler arasındaki ilişkilerde kurumlaşma, açık diplomasi görüntüsü altında casusluk ve gizli istihbarat hizmet ve faaliyetlerini de kurumlaşmış olarak ortaya çıkaracaktı.

Hanedan devletlerinin ulusal devletlere dönüşmeye başlaması Otuz Yıl Savaşıyladır.

Savaş hukuku” kavramı da gene bu dönemin bir ürünü ve sonucudur. Bunun gereği olarak ortaya çıkan mevzuatın temelleri o savaşlar ortamında atılmıştır. Savaş hukukunun en son ve en “modern” şekli olan “1949 Cenevre Sözleşmeleri, devletlerarası savaş hukukuyla ilgili sözleşmelerdir ve savaşan taraflar arasında uyulması gereken koşulları belirlemektedir”24. Bu şekildeki anlayışların ve tanımlanmaların başlangıcı, yukarıdaki ifadelere benzer ilk söylemler bu dönemde ortaya çıkmıştır.25

Otuz Yıl Savaşı, yalnızca savaş hukukunun başlamasında değil, Avrupa savaş tarihinde de bir dönüm noktası oldu.

Kuvvet haktır” ilkesi önemini kaybetti. Savaşın adalete uygunsa meşru olabileceği söylenmeye başladı.

Kendi kendisinin paralı askeri olan hükümdarların” savaşları, 17. yüzyılın ikinci yarısından sonra teknik, taktik, stratejik, silahlanma ve yapılanma bakımlarından tamamen farklı özellikler gösterecekti.

Şövalye savaşı ve bireysel çarpışma anlamsızlaştı. Büyük ve düzenli birliklere doğru bir dönüşüm öne çıktı.

Condottieri adıyla bütün Avrupa’da kullanımda olan ücretli askerler, feodal askerlik düzeninin esas malzemesiydi. Ancak, belirli bir süre için kiralanan asker bir süre sonra sürekli paralı asker haline gelince maliyet artmıştı. Paralı askerler pahalıya mal olmaları yanında, fazla işe yaramıyordu. Ücretli askerlikle “düşman”a karşı olumsuz duygular, nefret, düşmanlık vb. yaratılamıyordu. Savaşın askerler için ticaret ve kazanç durumuna dönüşmesi, cesareti, kahramanlığı, atılganlığı yok ettiği gibi, cephelerin ve safların da geçirgenliğine yol açıyor, askerler fazla para verenin veya ücretini kesin olarak ödeyecek olanın –veya bu güveni verenin– tarafına gidiyordu. En güçlü devletlerde yoğunlaşan condottieri’ler bu devletlerin askeri gücü haline gelmişler, ordulara dönüşmüşlerdi.

Otuz Yıl Savaşına kadar varlığını sürdüren condottieri’lerin yerini düzenli ordular aldı.

Aslında bu iyi para alan seçkin ve üst düzeyli askerler dışında da askerlikle para arasında bir ilişki vardı. Zorla da askere alınmış olsalar, hayatta kaldıkları süre içinde askerler yaşama kalitesi bakımından sivil olan akranlarına göre her zaman daha iyi durumdaydılar. Zaten Soldat (İngilizcede soldier) kelimesi, Latince para sikkesi anlamında olan soldius‘tan gelmekteydi.

Devletler dönemsel veya topludurumsal (konjonktürel) olarak karşı karşıya kaldıkları silahlı güçlerinin giderlerini düzenli bütçelerdeki sabit giderlere dönüştürdüler. Bütün devletlerin maliyesi artık bunun esas alınmasına göre şekillenecekti.

O zamana kadar çabucak olup biten, hemen “sonuçlanan” savaşlar yerlerini stratejisi olan sürüncemeli çatışmalara ve uzun süreli savaşlara bıraktı. Çünkü o eski savaşlar düşmana boyun eğdirmekten ve kendine bağlı hale getirmekten çok, cezalandırmak amacını gütmekteydi. Savaşların hakim anlayışı karşı tarafa zarar vermekti.26 Arazide vakit kaybetmeden yapılan savaşlarda, ekinler ve ürünler yok ediliyor, şatolar ve yapılar yakılıyor, bunlardan hemen sonra da geri dönülüyordu.27 Savaşta kazanılanlar, aynı anda kaybedilmeye başlıyor, daha doğrusu savaşla hiç bir şey kazanılmamış oluyordu.

Bütün bunlar tamamen değişti. Savaşın bir amaca hizmet eden bir etkinlik olması, Avrupa’da Otuz Yıl Savaşlarıyla oldu.

Eski” Dünya Savaşı / Yeni Dünya Savaşı

Bundan sonra “dünya savaşı” denilen olgu, Avrupa ile sınırlı olmaktan çıkmıştır. Artık, “yeni dünya savaşı” denilebilecek büyük bir çatışmanın bundan sonra Avrupa’dan değil, dünyanın Avrupa dışındaki herhangi bir yerinden çıkma durumudur. Yani yeni bir büyük savaş, bütün büyük savaşların çıktığı Avrupa’dan çıkmayacak, Avrupa topraklarından başlamayacaktır. Avrupa, “büyük savaş çıkarma merkezi” olma özelliğini kaybetmiş olmalıdır.

Yeni bir dünya savaşı çıkıp çıkmayacağının her yerde düşünüldüğü bugünlerde, ilk “dünya” savaşının ne zaman çıktığının da öğrenilmesinde de yarar vardır. Ayrıca uzun bir süredir hep savaş içinde yaşadığımız ve bugünlerde “çıkacağından” korkulan savaşın çoktan çıkmış olduğu da düşünülmemeli midir?

Eğer birden çok dünya savaşı varsa, ilki, birincisi 17. yüzyıldakidir.

Eğer son dünya savaşı 1938’de sona ermişse, 21. yüzyıl, başlangıcıyla birlikte yeni dünya savaşının yüzyılıdır.


NOTLAR

 

1Lev N. Tolstoy, Savaşa Karşı Yazılar, Pencere Yayınları, İstanbul 1994 içinde “Niçin Savaş”, s. 78-79.

2 Eric Hobsbawm, Kısa 20. Yüzyıl / 1914-1991 Aşırılıklar Çağı, Everest Yayınları, İstanbul 2006, s. 1 ve 2.

3 Geniş bilgi için bkz. Christopher Hill, 1640 İngiliz Devrimi, Kaynak Yayınları, İstanbul 1983 ve Christopher Hill, İngiliz Devrimler Çağı, Kaynak Yayınları, İstanbul 2015.

4 Zafer Toprak, İttihat-Terakki ve Cihan Harbi / Savaş Ekonomisi ve Türkiye’de Devletçilik (1914-1918), Kaynak Yayınları, İstanbul 2016, s. 258.

5 Bu konuda geniş bilgi için bkz. Stefan Zweig, Yıldızın Parladığı Anlar, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul [?] içinde “Mühürlü Tren – Lenin / 9 Nisan 1917”, s. 239-251.

6 Halikarnas Balıkçısı, “Vals Dünyası”, Mavi Sürgün, Bilgi Yayınevi, Ankara 1990, s. 11.

7 C. Veronica Wedgwood, The Thirty Years Wars, Londra 1957, s. 460; akt. Davies, s. 608.

8 Veit Valentin, Knaurs Deutsche Geschichte, Droemersche Verlagsanstalt Th. Knaur Nachf., München-Zürich 1960, s. 242-253; Friedrich Stieve, Geschichte des Deutschen Volkes, Verlag von R. Oldenbourg, München und Berlin 1941, s. 291-301.

9Saldırı sapması” terimi, saldırganlığın, saldırganlığa yol açan kişi, toplumsal küme, varlık veya ülke yanında başka kişiler, kümeler ve varlıklara yönelmiş olmasını karşılamaktadır (Orhan Hançerlioğlu, Toplumbilim Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul 1986, s. 346).

10 Bu dönemin acısı o denli fazla ve yaygın oldu ki, bu felaketler, bu dönemi anlatan birçok yazınsal eserde yer aldı. 1622-1676 yılları arasında yaşamış Grimmelshausen’ın Der abenteuerliche Simplicissimus Teutsch (1669) adlı romanı dönemi yansıtması yanında Alman roman sanatının da ilk örneği sayılır. F. Schiller 1791-1793 yılları arasında yazdığı Otuz Yıl Savaşı Tarihi’nde, imparatorluk ordusunun 1631 yılında Magdeburg kentinin üçte ikisini katlederek yok etmesini anlatmıştı (MEB Yayınları, İstanbul 1947, s. 277-79). B. Brecht’in “Cesaret Ana ve Çocukları” adlı bir oyunu da Otuz Yıl Savaşları döneminin yokluğunu ve korkunçluğunu konu alır. Şu cümle o oyunda geçiyor; “Pomeranya’da kendi öz çocuklarını yerken yakalanan adamı duymadın mı?“. (Das Bertolt Brecht – Buch, s. 246; Türkçesi için bkz. Bertolt Brecht, Cesaret Ana ve Çocukları, İstanbul 1967, s. 64).

Peter Lahnstein’ın (1913-1991) Das Leben im Barock adlı tarihsel dönemi yansıttığı çalışması Otuz Yıl Savaşlarının dehşetini sergiler (Zeugnisse und Berichte / 1640-1740, Stuttgart 1974; akt. Jürgen Kuczynski, Geschichte des Alltags des deutschen Volkes, 5 Bände, Pahl-Rugenstein Verlag, Köln 1981-1982, s. 83).

Bu ünlü ve yaygın olarak bilinen örnekler dışında çok sayıda başka kitap da Otuz Yıl Savaşını konu almıştır.

11 Norman Pearson, The 19th Century, 1909; akt. Aytunç Altındal, Bilinmeyen Hitler, Yeni Avrasya Yayınları, s. 96-97; Afşar Timuçin, “Gottfried Wilhelm Leibniz”, Leibniz, Metafizik Üzerine Konuşma, Cumhuriyet, İstanbul 1999 içinde, s. 13; Ehlers, s. 31.

Davies ise, yukarıdakilerden farklı olarak 21 milyon olan Alman nüfusunun 13 milyona düştüğünü yazmaktadır (s. 613).

12 Yvon Belaval’den (Leibniz /Initiation a sa philosophie, J. Vrin, Paris 1975) akt. Timuçin (Leibniz, Metafizik Üzerine Konuşma içinde), s. 13.

13 Raimondo Luraghi, Sömürgecilik Tarihi, E Yayınları, İstanbul 2000, s. 215.

14 Crane Brinton, John B. Christopher, Robert Lee Wollf, 1453’ten Bugüne Dünya Tarihi ve Çağdaş Uygarlık, Cem Yayınevi, İstanbul 1982, s. 96.

15 Engels’in Paul Ernst’e mektubu, 5 Haziran 1890.

16 1892; akt. Efe Can Gürcan, “Marx, Ekonomik Belirlenimcilik ve Batı Merkezcilik: Mitler ve Gerçekler”, Teori, sayı 340, Mayıs 2018, s. 74.

17 Brinton vd., s. 97 vd; Bruno Schumacher, Geschicte Ost- und West-preußens, Weltbild Verlag, Augsburg 1993, s. 171.

18 Bazı kaynaklar bu rakamın 2 binden fazla olduğunu kaydetmektedir. Bu birimler, çok az bir kısmı (30 kadarı) görece büyük, önemli bir kısmı (350 kadarı) küçük ama asgari ölçülerde yeterli işlevler ve faaliyetler içinde, çoğu ise devlet denemeyecek kadar küçüktür. Bütün bunlar, çeşitli şekillerde ve düzeylerde örgütlenmeler olarak krallıklar, prenslikler, özgür kentler (serbest şehirler), şövalyelik arazileri, derebey şatoları ve imparatora doğrudan bağlı beylikler (marklar) halinde kendi topraklarında egemen ve birbirlerine karşı bağımsızdılar. Yokedilme korkusu içinde yaşayan birkaç bin kişilik nüfuslu prensliklerin bazıları zaman zaman kayboluyor, bunların yerinde veya başka yerlerde başka prenslikler ortaya çıkıyordu.

Almanya’da devlet sayısının “yılın günleri kadar çok”, “yılın günlerinden bile fazla” olduğu alay konusu olarak söylenirdi.

19 II. Friedrich, Sicilya’daki krallığında tam tersini yaparken, İtalya’da papaya, Kilisenin etkinliğine ve din adamlarına savaş yürütürken, Almanya’da din adamlarına ayrıcalıklar tanımış, Kiliseyi “ikinci ve ikincil iktidar” yapmıştı. Sağlam bir bürokrasiye dayanan merkezi iktidarı hükümdarın elinde toplamıştı. Bkz. Ekkehart Rotter, Friedrich II von Hohenstaufen, dtv, München 2000, s. 70-78; Sigrid Hunke, Batı’yı Aydınlatan Doğu Güneşi, Kaynak Yayınları, İstanbul 2008, s. 328-329, 331.

20 Örneğin, yüz binlerce meslekli, zengin, çalışkan ve verimli Kalvenistin, başta Almanya’ya gitmek üzere Fransa dışına çıkması, Fransa’nın ulusal, toplumsal ve ekonomik yıkımlarından biri oldu. Huguenotlar, denilen Protestanlar, Lutherizmin Fransa’daki yansımasıydı. Sözcüğün nereden geldiği bilinmemekle birlikte 16. yüzyıldan itibaren Fransa’daki Kalvinistler için kullanılmıştı. Başından beri baskı gördüler, ezildiler, katliama uğradılar (25 Ağustos 1572’deki ünlü Saint Bartolomeus Yortusu kıyımında, Paris’te başlayan ve bütün Fransa’ya yayılan olaylarda çok insan öldürülmüştü), 1598’deki Nantes Fermanıyla kabul edilmelerine rağmen her zaman takibata uğradılar ve 1685’te Fermanın kaldırılmasıyla da göçe zorlandılar. 300 bine yakın Fransız ülke dışına kaçmak zorunda kaldı. En büyük kısmı “Protestan” Almanya’ya gelmişti. Huguenotlar bütün önemli kaynaklar tarafından Almanya’yı kalkındıran etkenlerden biri sayılacaklar, bununla birlikte Alman tarihinin ilk ve en önemli “yabancı” kitlesi olacaklardı.

21 Brinton vd., s. 97.

22 Madam de Staël, Almanya Üzerine, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul 2017, s. 274.

Bir Frank soylusunun, ünlü bakan Necker’in kızı olan yazar Germaine von Staël-Holstein (1766-1817), bir İsveçli diplomat ile evliydi ve Paris’te yaşadı. “Salon”u döneminin en önemli aydınlarının uğrak yeriydi.

De l’Allemagne adlı eseri (1810) Alman romantizminin Fransa’da bilinmesini, Fransızların Almanları çok-yönlü olarak tanımasını sağlamıştı. Eseri, döneminin Almanya ve tarihiyle ilgili en önemli kaynaktı.

23 Türkçesi için bkz. Say Yayınları, İstanbul 2011.

24 Muzaffer İlhan Erdost, “İnsan Hakları’ında Yeni Sorunlar, Yeni Hedefler”, Teori, sayı 263, Aralık 2011, s. 29.

25 Savaş hukuku konusunda geniş bilgi için bkz. Michael Walzer, Haklı Savaş Haksız Savaş, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2006.

26 Aynı eser, s. 163, 188, 236.

27 Clausewitz, Savaş Üzerine, May Yayınları, İstanbul 1975, s. 291-292 (eserin Sol Yayınları baskısı da vardır, Ankara 1970).

Bir Prusya subayı olan Carl von Clausewitz (1780-1831) bu ünlü kitabıyla Batı dünyasının en önemli askerlik yapıtının yazarı olan askerlik kuramcısıydı.

 

 

KAYNAKLAR

Bekir Sıtkı Baykal, Yeni Zamanda Avrupa Tarihi / II. Cilt, I. Kitap / Otuz Yıl Savaşları Devri, TTK Yayınları, Ankara1988.

Bertolt Brecht, „Mutter Courage und ihre Kinder – Eine Chronik aus dem Dreißigjährigen Kreig“, Das Bertolt Brecht Buch, Suhrkamp Verlag, Frankfurt 1972.

Norman Davies, Avrupa Tarihi, İmge Kitabevi, Ankara 2006.

Joachim Ehlers, Der Hundert Jährige Krieg, Verlag C.H. Beck, München 2009.

Alp Hamuroğlu, „İlk ‚Dünya Savaşı‘: Otuz Yıl Savaşları (1618-1648), Bilim ve Gelecek, sayı 95, Ocak 2012, s. 60-66.

Golo Mann, „Das Zeitalter des Dreißigjährigen Krieges“, Alfred Heuss (hrsg.), Propyläen Welt Geschichte / Von der Reformation zur Revolution, Siebenter Band, Verlag Ulstein, Frankfurt/M, Berlin, Wien 1976.

Heinrich Pleticha (Hrsg.), Deutsche Geschichte (1618-1815) – Band 4 / Vom Dreißigjährigen Krieg zum Ende des Deutschen Reiches, Bertelsmann Lexikon Verlag, 1998.

Bunları da sevebilirsiniz