Dul

Medeni Kanun’daki gaiplik ve ölüm karinesi gibi bir takım özel düzenleme ve prosedürleri saymazsak evlilik yasalar önünde ölüm ve boşanma olaylarından birinin gerçekleşmesi ile sona erer. Yasalar karşısında eşi ölen veya eşinden boşanan biri resmi olarak bir bekardır; dul değil. Yani sosyal güvenlik ile ilgili bir takım yasal mevzuat bir yana bırakılırsa, medeni hukuk bakımından dul olmak kavramının önemi yoktur; bu kelime kullanılmaz. Ancak 1926 yılından 2001 yılına kadar uygulanan medeni hukuk mevzuatının, evveliyatıyla birlikte zamanın ruhunu taşıdığını ve bu ruhun, bedeni öldükten sonra da güzel yurdumuzun sokaklarında kol gezdiğini inkâr etmemiz mümkün değil. Yasa ne derse desin, dul kavramının günlük hayatta hala bir yeri var.

 

Türk Dil Kurumu güncel sözlüğü her ne kadar “dul” kelimesini, “Eşi ölmüş veya eşinden boşanmış kadın veya erkek” olarak tanımlıyorsa da, bu sıfatın erkeklerden ziyade kadınlar için daha sık kullanıldığını görüyoruz. Zira dul olmak, bir erkeği tanımlamak için kullanılabilecek önemli ve gerekli sıfatlar arasında görülmemekte ve erkeğin dul olması onun sosyal konumunu neredeyse hiç etkilememekte. Ancak durum kadınlar için hiç de böyle değil. Boşanmış veya eşi ölmüş bir kadın hakkında konuşurken bu dul sıfatı yerli yersiz kullanılır ve konu bakımından önem arz etsin veya etmesin, kadının bu durumundan çoğunlukla ve öncelikle bahsedilir.

 

Dul erkeğe bakış açısını olumlu ve olumsuz olarak ikiye ayırmamız mümkün. Olumsuz bakış açısı, daha ziyade erkeğin hayatının artık düzensiz oluşuyla ilgili. Bu düzensizlik ise yine bir kadının “sihirli dokunuşu”yla düzeltilebilecek türden tabii ki; yani durum hepten umutsuz değil. Olumlu bakış açısı ise erkeğin, her ne kadar artık bir bekar olsa da acemi, toy ve deneyimsiz olmayışı, yeniden bir hayat kurmaya elverişli olması şeklinde özetlenebilir.

 

Kadın için ise bu bakış açılarını aynı şekilde, aynı ölçüyle ve aynı kolaylıkla ikiye ayırmak pek de mümkün değil; dul bir kadına bakış açısı maalesef çoğunlukla olumsuz. Nadir görülecek olumlu bakış açısı, kadının tek başına ayakta kalabiliyor olması, kendine ve hatta çocuklarına da bakabiliyor olması ile ilgili olabilir; ancak böyle bir kadını samimi şekilde, koşulsuzca ve hak ettiği ölçüde takdir edebilecek kişi sayısının ne kadar az olduğunu tahmin etmek güç değil. Genele yayılan olumsuz bakış açısını ise pek çok yönden ifade etmek mümkün; kadının iş hayatı, kendi ailesi, arkadaşları, komşuları ve karşı cinsle olan duygusal ilişkiler bakımından mesela…

 

Kadınların evvelce bir işte çalışıyorken, çoğu zaman, eşlerinin isteği üzerine evlenmeden hemen önce veya çocuklarını daha iyi büyütmek için, evlendikten bir süre sonra işinden ayrılabildiğini görüyoruz. Bu kadınların, iş hayatına, bu kez üzerlerinde bir dul sıfatıyla, dönmeleri pek çok yeni olumsuzluğa gebe. Öncelikle dul kadının artık kocasının ekonomik desteğinden yoksun olması, onu iş konusunda daha az seçici yapıyor. Bu da kadının, aslında niteliklerine uymayan bir işte çalışmak zorunda kalmasına neden olabiliyor. Daha da kötüsü, işverenler de kadının bu zor durumunu bildiklerinden, onları pozisyonun gerektirdiğinden daha düşük ücretlerle çalıştırabiliyor. Cinsel taciz tehlikesi ise zaten her zaman var. Bu konuda belirtilmesi gereken önemli bir diğer husus da dul kadınların, ekonomik yönden yaşadığı sorunlar nedeniyle, suç işlemeye daha eğilimli oldukları gerçeği; nitekim araştırmalar da bunu doğrulamakta.

 

Dul kadının kendi ailesinin yanına dönmesi de kadın için yıpratıcı bir süreci başlatıyor. Bu “eve dönüş”le kadın, bir kısım zorunlu giderlerinden kurtuluyor olsa da bu ekonomik kazanım, ruhsal anlamdaki kayıplar yanında pek önemsiz kalıyor. Ekonomik gücünün olmaması nedeniyle ailesinin yanına dönmek zorunda kalan kadın, bir başarısızlık ve yenilmişlik hissine kapılabiliyor. Çocukluğunun ve gençliğinin geçtiği eve geri dönen kadın artık ne çocuk ne de bir genç kız. Hele ki ailesinin ona davranış biçiminin olumsuz olması da buna eklenirse kadın burada kendini tam anlamıyla bir sığıntı gibi hissedebiliyor. Dört duvar arasındaki insanlar arasındaki bu çatışma söze vurulsun ya da yalnız beden dilinde kalsın, hem kadın hem de ailesi için büyük bir baskı ve mutsuzluk kaynağı haline dönüşüyor.

 

Kadının bu süre zarfında aslında en olumlu ve yapıcı yaklaşımı arkadaşlarından göreceğini tahmin edebiliriz. Akran ve duygudaş insanların birbirini daha iyi anlayacağı şüphesiz. Ancak burada da kadının üzerindeki dul etiketinin tamamen görmezden gelinmeyeceği de inkâr edilemez bir gerçek. Erkekler nezdindeki dul kadın algısının kadınlar tarafından da iyi biliniyor olması, erkekleri de barındıran ortak arkadaş gruplarında bir takım kırılmalar meydana getirebiliyor. Dul kadın, evli kadınlar için eşlerine yönelik bir tehlike ve tehdit unsuru olarak algılanıp bu arkadaşlık ilişkileri engellenebiliyor. Bu gerçekler ise dul kadının kendisini adeta bir vebalı gibi hissetmesini ve sosyal yeti ve ilişkilerinin ciddi anlamda körelmesine neden olabiliyor. Aynı yaklaşım biçimi, kadının komşuları için de geçerli. Dul kadın dikkat çeker; evine giren karşı cinsten bir arkadaşı, komşuları arasında dedikoduların oluşmasına ve yayılmasına kolaylıkla neden olabiliyor. Her hareketine her an dikkat etmek zorunda olan kadının sağlıklı sosyal ilişkiler kurması beklenemez.

 

Türkiye’deki dul kadın algısına şekil ve yön veren aslında erkek bakış açısının ta kendisi. Yıllar önce utanarak fark ettiğim bir gerçek olarak dul kadınlar, erkekler için kolay ve cazip bir hedef durumunda. “Bu kadınlar ne de olsa daha önce evlenmişler, bekâretlerini meşru olarak kaybetmişler ve artık kendilerini saklamalarına ve sakınmalarına gerek yok, ayrıca cinsel anlamda aktif bir yaş aralığında olduklarından cinsel ilişki yaşamak da isterler, e bağlı oldukları herhangi bir kocaları filan olmadığına göre, çekinecekleri kimse de yok.”. Çevremde gördüğüm erkek bakış açısı maalesef böyle. Ha tabii haksızlık etmeyelim, her erkek böyle değil. Günübirlik ilişkilerden ziyade dul kadınla daha uzun süreli birliktelik yaşamak isteyenler de var; metres, kuma veya yaşlı bakıcısı gibi…

 

Kadının dul kalmasının boşanma mı yoksa ölüm yüzünden mi olduğu da kadına bakışı önemli oranda etkiliyor. Yani kadının “kötü dul” mu yoksa “iyi dul” mu olacağı da yine erkeğin kadından ayrılma biçimine bağlı. Eğer kadın bu sıfata boşanma yüzünden sahip oluyorsa, yukarıda izaha çalıştığım hemen her olumsuzluğu yaşıyor. Ancak eğer kadının dulluğu, erkeğin ölümünden kaynaklanıyorsa bu durumda kadına yaklaşım biraz daha ölçülü oluyor ve kadına biraz daha fazla saygı gösteriliyor. Tabii bu, yukarıda izaha çalıştığım yaklaşımların sergilenmesini yalnızca biraz geciktirmeye yarıyor. Bu durumda sadece, dul olmakta kadının bir kabahatinin olmadığı ön kabulü oluşuyor ancak devamındaki yaklaşım süreç içerisinde yine yukarıda anlatılan şekle evriliyor.

Boşanmanın eskisi gibi bir tabu olmadığını, olağan bir şey olduğu gerçeğinin kabulünün toplumun daha geniş kesimlerine yayıldığını görüyoruz. Ancak yüzlerce yıllık mirasın izlerini silmek elbette kolay değil. Ölümün de boşanmanın da olağan şeyler olduğu, bir kadını ve insanı tanımlamak için, sanki çok olağan ve gerekliymişçesine “dul” gibi kelimelere ihtiyaç olmadığını anlamak için daha önümüzde çok uzun bir yol var.

Bunları da sevebilirsiniz

Bir cevap yazın