Emperyalizm, Kültür ve Yozlaşma

Sömürü düzeni tarih boyunca çeşitli isimler altında güçlü devletler tarafından uygulanan ve geliştirilen bir yöntemdir. Devletlerarası savaşlar zaman içerisinde değişimler göstererek bugünkü anlamını kazanmıştır. Tarihi aşamalarını istila, işgal ve sömürgeleştirme şeklinde tanımlaya biliriz. Geçmişte büyük imparatorluklar, durmak bilmeyen saldırganlıkla ülkeleri istila ederek onların zenginliklerine el koymuştur. Hun İmparatoru Attila’nın Orta Asya’dan Roma’ya, Makedonyalı İskender’in Hindistan’a, Roma İmparatorluğu’nun da Mısır’a kadar fethettikleri topraklar buna örnektir… Daha sonraları ülkelerin ekonomik değerlerini kendi ülkelerinin zenginliklerine taşımak için sömürge yöntemi uygulanmış, ya yerel işbirlikçi kişilerle veya kendi atadıkları yöneticilerle sömürmelerini sürdürmüşlerdir. Kapitalizm geliştikten sonra emperyalizm bugünkü şeklini almıştır. İşte bu nedenledir ki, emperyalizm kapitalizmin son aşaması olarak tanımlanmaktadır. Aynı tanım içerisinde bugün emperyalizm yeni adıyla küreselleşmedir. Küreselleşme, sermayenin yeryüzünde serbest dolaşamı ve sömürüyü evrenselleştirmesi, zenginliklerin dünya nüfusunun çok küçük bir kesiminin tekeline geçmesine neden olmuştur.

Emperyalizm bu emek sömürüsünü gerçekleştirirken sömürülen ülkenin sosyal dokusunun bozulmasına ve onların yozlaşmasına da neden olmaktadır. Bunun için de özellikle din, güçlülerin elinde bir silah ve araç olarak kullanılmaktadır. Hıristiyanlık bu yozlaştırmada misyonerleri kullanarak sömürgeleştirilen toplumların dinlerinin değişmesine neden olmuştur. Bu durumu en veciz şekilde Afrika’nın liderlerinden biri “geldiklerinde topraklarımız ve zenginliklerimiz bize aitti. Bize dağıttıkları İncil sayesinde, gittiklerinde topraklarımız elimizden çıkmış, hiçbir şeyimiz kalmamış, her şey onların olmuş, bize sadece İncil kalmıştı” diyerek emperyalizmin dini nasıl sömürünün aracı yaptığını ifade etmiştir.

Ekonomik emperyalizm bir ülkeyi ele geçirdiğinde bundan kurtulmak her zaman mümkündür. Osmanlı İmparatorluğunun güçlü olduğu dönemde adeta bir ulufe olarak önce Fransızlara, sonra İngilizlere ve daha sonra da Almanlara tanıdığı kapitülasyonlar, sonunda başına bela olmuştur. Öyle ki söz konusu ülkeler, Osmanlı borçlarını ödeyemeyecek duruma geldiğinde Borçlar İdaresi (Düyun-u Umumiye) adı altında alacaklarını tahsile başlamıştır. İstila kuvvetlerinden ve ekonomik bağımlılıktan Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda olduğu gibi kurtulmak olanağı her zaman vardır. Ama dinin oluşturduğu kültür emperyalizminden kurtulmak hiç de kolay değildir. Mustafa Kemal Cumhuriyeti laikleştirerek Türk Ulusunu Arap Kültürünün etkisinden, dini de hurafelerden arındırmak istediyse de, daha sonra gelenler dini siyasete araç kılarak bugünkü daha beter konuma gelinmesine sebep oldular.

15-Temmuz-2016 tarihinde baş gösteren kalkışma dinin siyasete araç edilmesinden başka bir şey değildir. Yıllardır okullarda, merdiven altlarında zehirlenen gençler, devletin tüm kademelerine yerleştirilerek FETÖ tarafından devlet ele geçirilmek istenmiştir. Bunu gerçekleştirmek için de günümüz iktidarı AKP’yi kullanmışlardır. Din vicdanların dışına çıkarılıp siyasete meze yapıldığında bir bumerang gibi döner, kullananları vurur. 15-Temmuz gecesi yaşanılanlar işte böyle bir şeydir. AKP’nin gözü büyütüp beslediği karga tarafından, oyulmak istenmiştir. Çünkü yozlaştırılan din toplumun sosyal dokusunu bozarak inançları ihtiraslara kurban etmiştir. Bu süreç henüz bitmiş değildir. Ortağı FETÖ’yü devletten tasfiye etmeye çalışırken başka bir cemaati ortak almakta AKP sakınca görmemektedir. Ülkeyi bugünkü açmaza sürükleyenler yalnız FETO ve yandaşları değil, AKP’ye hakim olan zihniyettir. Bugün Fethullah Gülen, yarın kim?.. İşte bu belirsizlik toplumu nerelere sürükler bilinmez.

Demokrasiler hukukun üstünlüğü, düşünce özgürlüğü ve insan haklarından başka kendisine ortak tanımaz. Bugünlerde temeli atılan dinsel eğitimin ileride yetişecek genç dimağlara nasıl bir zehir şırınga edeceği şu an belli değildir. Ama bilinen, dinin toplumsal ilerlemenin önünde en büyük engel olduğu bir gerçektir. İnsanlar anlamadığı bir dilde din öğrenmeye kalkarsa, ne öğrendiğinin ayrımına varamaz. Hıristiyan Avrupalılar asırlarca Latince İncil’le dinlerini yaşamışlar ve karanlığa gömülmüşlerdir. Ta ki, LUTER İncil’i Almancaya çevirerek kilisenin kapısına çakana kadar… İnsanlar inandıklarını anlayıp kavramak için ana dilinde din öğrenmek zorundadır. Seyitlerin, şeyhlerin, hocaların ezberlettiği din kavram ve manaları, Allah’tan çok onu öğretenlere yanaşmalarına ve inanmalarına sebep olur. Dinlerin sosyal yanı her toplumda ahlaki kurallar içerir. Musa’nın on emri tüm dinlerin vazgeçilmez temel kurallarıdır. İnsanların tanrılarına inançları hiçbir kimsenin lutfuna gereksinim duymaz. Sevabı da günahı da kişi kendi omuzlarında taşır. Kimse kimsenin ne günahına ne de sevabına ortak olamaz. Yine, herkesin hem fikir olduğu bu tanımlar başkalarının dayatmasına ve öğretisine gereksinim duymaz.

İnanmak ezberlemekle gelişmez. Dayatmak dinin mezhepler ayrılığının temel nedenidir. Din bir vicdan sorumluluğu olduğundan insanın kendi ana dili ile tanrısı ile yüzleşmesi ve ona ibadet etmesi kendi sorumluluğundadır. Allah peygamberinden başka hiçbir şahsı ve zümreyi kendisine aracı kılmamıştır. İşte bu nedenledir ki, Allah insanın kendi vicdanı içinde gizli durmakta ve onu orada barındırmaktadır.

Dinsel yozlaşmadan ve dinsel Arap kültüründen kurtulmak için laiklik, insanlığın vazgeçilmez ilkesi olmak zorundadır. Bunun için de özgür, irdeleyen, sorgulayan yurttaş yetiştirmek eğitimin temel görevi olmalıdır.

Bunları da sevebilirsiniz