Hasan Tahsin’in İdeolojisi..

“..Bütün emelimiz iki noktada toplanıyor, biri hakim sınıfı hak vermeye mecbur etmek, diğeri mahkum sınıfı istihsal (üretim) hakkına muktedir kılmak… (Hasan Tahsin, ‘Alt Tabaka’ yazısı, Hukuk-u Beşer, 22 Mart 1919)”

Prof.Sina Akşin, Genç Osmanlılar’ın, Jön Türkler’in, dahası içinde Hasan Tahsin’in de bulunduğu İttihat ve Terakki seçkinlerinin, ya da İttihatçı aydın militanların, yani ona göre özetle “özgürlükçü kadroları oluşturanların”, genelde “Türk, genç, mektepli, yönetici ve burjuva zihniyetli” olarak tanımlıyor.

Burada Türk olmaktan bu ihtilalci sürece katılanların sonuç olarak Türklüğe adanmış bir davayı üstlendiklerini, genç olmaktan ateşli oldukları için daha başka yaş guruplarındaki kişilerin siyasi risk almak istemediklerini, mektepli olmaktan ise molla mekteplerinden değil çağdaş modern okullardan mezun olduklarını, yönetici olmaktan ise mülki, askeri bürokrasiden ve aydın guruplarından geldiklerini, burjuva zihniyetli olmalarından ise, hem ekonomide hem de kültürde Avrupai bir burjuva özlemi içinde olduklarını kastetmektedir.

Hiç şüphesiz bu tanımlar Osmanlı’nın son dönemindeki Hasan Tahsin ve onun gibileri tarif etmektedir.

Sina Akşin, Petrosyan’a atıfta bulunduğu analizinde, bu tür Osmanlı ihtilalcilerinin ideolojisini de tanımlamaktadır:

“..Petrosyan’ın da kabul ettiği gibi gerek yeni Osmanlıların, gerekse Jön Türklerin ideolojisi, burjuva ideolojisi diye nitelenebilir..” (1 – 100 Soruda Jön Türkler ve İttihat ve Terakki, Sina Akşin, Gerçek Yayınevi, 1980 İstanbul, 2 – Sovyet Gözüyle Jön Türkler, Yuri Petrosyan, Bilgi Yayınevi, 1974)

Sina Akşin’e göre, Avrupa’da gördükleri Meşrutiyet’i isteyen genç muhalif Türk aydınları, kendileri kapitalist olmamakla birlikte, ülkede Türk burjuvazisini kalkındırmaktan Türk ulusçuluğunu yaratmaya kadar üstlendikler birçok misyonlar sebebiyle bir burjuva devrimi peşindeydiler. İttihat ve Terakki, İslamcı ve Osmanlıcı söylemlerine rağmen sonuç olarak yüzde yüz bir Türkçü çizgiye evrilecektir, sonunda zaten bu evrilme olmuştur. Çağdaşlığı, modern milliyetçiliği, eğitim reformunu, ekonomide ulusal kalkınmayı isteyen bu kuşaklar, sonuç olarak Osmanlı feodal yapısına tümüyle karşıt bir “Burjuva Devrimi” yönünde ilerleyeceklerdir.

İmparatorluğun Avrupalı, Ermeni ve Rum burjuvazisine karşı konuşlanmış olan Türk etiketli ilk burjuvazisini oluşturan ve “Selanikliler” denilen imparatorluğun en aydın ve ilerici ahali gurubundan gelen Hasan Tahsin’i (Osman Nevres), Sina Akşin’in bu analizleri doğrultusunda incelemekte fayda görüyoruz.

Hiç şüphesiz bu siyasi hareketi besleyen bir damar Abdülhamit karşıtlığı ise, bir başka güçlü damar da Şinasi, Ali Süavi, Ahmet Vefik Paşa, Şemsettin Sami, Namık Kemal, Ömer Seyfettin, Cenap Şahabettin, Mehmet Emin (Yurdakul), Ziya Gökalp, Ali Canip (Yöntem), Uşşakizade Halit Ziya, Yusuf Akçura, Aka Gündüz, Mehmet Necip Türkçü gibi özünde vatanperver, Türkçü ve ilerici yazar, çizer ve edebiyatçıların bir çok öncü dergi ve gazetede yarattıkları edebiyat akımlarıydı.

“Milli Edebiyat Akımı” bu söylediklerimizin en başat örneğidir; “Genç Kalemler” ise en önemli eğitici dergisidir

Emperyalizme karşı olmak, temel ilke..

Hasan Tahsin’in temelinde Osmanlı-Türk vatanseverliği, Meşruti devrimcilik ve Batı Emperyalizmi karşıtlığı yatan ideolojisini ortaya koyabilmek için en az ateşli siyasal davranış ve etkinlikleri kadar, hepsi birer ideolojik mücadele beyannamesi olan yazıların da incelememiz gerekmektedir.

Bu gün için onun kağıda dökülmüş fikirleri, sadece İzmir Milli Kütüphanesi arşivindeki 31 adet Hukuk-u Beşer gazetesi ile 18 adet Sulh-u Selamet gazetelerindeki yazılarında (Bu yazılar, Dr.Oktay Gökdemir tarafından “Hukuk-u Beşer” isimli İzmir Büyükşehir Belediyesi 2011 tarihli yayınında kitaplaştırıldı), Bükreş Hapishanesi’nden kız kardeşleri Binnaz ve Melek Hanımlara gönderdiği ve Zeynel Kozanoğlu’nun “Anıt Adam” kitabında yayınladığı dokuz adet mektupta, Yaşar Aksoy arşivinde bulunan İsviçre’de kız kardeşlerine gönderdiği bir adet mektupta, Buxton kardeşleri Bükreş’te yaptığı suikasttan sonra yargılandığı Bükreş Adalet Sarayı’ndaki savunmasında ve günümüzde hepsi rahmete ermiş bulunan Naci Sadullah Danış, E.Tümgeneral Dr. Mazlum Boysan, Osman Süavi (Kökmen) ve Kudret Sandalcı ile Emil Galip Sandalcı’dan temin etmiş olduğum belge, bilgi ve mektuplarda bulunmaktadır (Not: Bu konudaki ilk yayınlar şunlardır: 1)-Hasan Tahsin’in İdeolojisi,Yaşar Aksoy, Demokrat İzmir 1972, 2)- Hasan Tahsin’in İdeolojisi, Yaşar Aksoy, Demokrat İzmir, 15.5.1975, 3)Hasan Tahsin’in İdeolojisi Yaşar Aksoy, Halkevileri Dergisi, Şubat 1976).

Hasan Tahsin’den geriye kalan tüm belgeler, günümüzde bile bize ışık tutacak olgunlukta tutarlı ve ilerici bir düzeyi temsil eder. Tüm bu belgeler, yani özellikle makaleleri ve yayınladığı gazetesinin dünya görüşü, bize Emperyalizme tavizsiz karşıt bir ideolojik çizgiyi işaret etmektedir. O, alev gibi yanan kalemi ile Osmanlı-Türk toplumunun direnme gücünü ayakta tutmaya çalışmış ve toplumun beynine “Savaşta yenildik ama boynumuzu bükmeyeceğiz, vatanı terk etmeyeceğiz, satmayacağız” fikrini sürekli işlemiştir. Herkesin esaret, himaye, manda hevesleri ile ortada dolandığı karanlık Mütareke günlerinde kalemi ve kellesi ile Emperyalizme karşı direniş çağrıları yapan ve direnişi fiiliyata indirgeyerek ilk kurşunu atan gazetecinin gerek “Anadolu İhtilali” açısından, gerekse “Emperyalizme karşı Mazlum Ulusların İhtilali” açısından önemi belirgindir ve büyüktür.

Cezayir’den Hindistan’a kadar Emperyalizme karşı ulusal kurtuluş savaşı veren bütün mazlum uluslara, Afrika’ya, Asya’ya kadar direniş yolunu, tarihte ilk kez nasıl ki Anadolu’daki Mustafa Kemal Hareketi göstermiş ise, bu ulusal kurtuluş hareketinin ilk kıvılcımı parlatmak şerefi de gazeteci Hasan Tahsin’e aittir. Bu bakımdan 15 Mayıs 1919’da İzmir’in Kordonboyu’nda kara yağız bir genç adamın silahından büyük gürültüyle kopup gelen ilk kurşunlar, Türk halkına olduğu kadar bütün mazlum halklara da bir direniş çağrısı niteliği taşıyordu:

“Asi ruhumuzla, coşkun kanlarımızla, hararetli vicdanlarımızla, sökülmeyen dişlerimizle bu memleketi müdafaa edeceğiz. Namusumuzu, gururumuzu, ailelerimizin, yavrularımızın, kadınlarımızın namus ve hayatiyetlerini kurtaracak, muhafaza edeceğiz..” (Hasan Tahsin, Hukuk-u Beşer, ‘Namus Uğruna’ yazısı, 19 Şubat 1919, şehit edilmesinden 3 ay önceki yazısı)

Fakir fukara kesimin savunucusu

Hasan Tahsin yalnızca klasik bir vatansever değildi. Halkın özellikle “Alt Tabaka” dediği fakir fukara kesiminin daha iyi, daha insanca, açıkçası sosyalistçe yaşama düzeyine erişmesini, saadete kavuşmasını arzu eden ve bu doğrultuda devrimci mücadele veren biriydi. Ulusal kurtuluş savaşımızın öncüsü, ilk direnişi başlatan, bu uğurda ilk şehit düşenin bir aydın oluşu, bir gazeteci oluşu, üstelik de gerçek vatansever, keskin halkçı bir fikir adamı oluşu üzerinde durulması gereken bir noktadır.

Biz Hasan Tahsin’i tarih sahnesinde ilk kez, Jön-Türk hareketinden etkilenmiş olarak görüyoruz. O, diğer İttihatçı çevresi gibi 1789 Fransız İhtilali’nin getirdiği “Hürriyet” fikirlerinden de etkilenerek bir takım ihtilâlci faaliyetlerde bulunmuştur. İhtilalcilik (silahlı ayaklanma yoluyla inkılapçılık da diyebiliriz) o devir genç subay ve aydının ruhuna damgasını basan önemli bir etkendi. Sonunda o subay ve aydınlar silahlarını kuşanıp komitacı geleneklerini, Osmanlı Mutlakıyet Rejimi’ni devirip yerine Meşrutiyet’i getirmekte kullanabildiler. Ama hemen hepsi İttihat ve Terakki cemiyet veya fırkasına bağlı olan bu tip komitecilerin ihtilalci, ama devrimci olmadıkları kısa sürede ortaya çıktı ve 10 yıl gibi çok kısa sürede koca imparatorluğu batırıp gittiler. Hasan Tahsin bu tip komitecilerden fakir fukara yanlısı bir inkılapçı (devrimci) olmakla ayrılmaktadır.

Hasan Tahsin’in yakın arkadaşlarından Tıbbıyeli Mazlum Selanik (E.Tümgeneral Dr.Mazlum Boysan), arkadaşının ruhunda devamlı bir inkılapçılık ateşi yandığını ve diğer komitacı silahşörlerin siyasi militan eylemciliğinin dışında Hasan Tahsin’de sağlam bir insanlık felsefesi, köklü bir vatanseverlik ve derin bir toplumculuk anlayışının hakim olduğunu belirtmiştir. “Onun kumaşı farklıydı” derken Mazlum Paşa, arkadaşının bambaşka bir ideoloji örgüsüne sahip olduğu hatırlatmaktadır.

Hasan Tahsin’in devrimci, toplumcu, daha açıkçası sosyalist fikirlerini anlayabilmek için onun en önemli yazılarından biri olan, 22 Mart (1335) 1919 tarihli Hukuk-u Beşer gazetesinde 1. sayfada yayınlanan “Alt Tabaka” isimli yazısını (günümüz Türkçesine çevirerek) aktaralım:

“..Bizde en ziyade düşünülecek bir sınıf varsa, o da şüphesiz Alt Tabaka’dır.. Çiftçi, makineci, işçi, dükkancı, köylü gibi bütün çalışkan fertlerin teşkil ettiği bu ahali sınıfı, alnının teriyle ekmeğini kazanır, devletin hazinesini doldurur, asker olur, kan vergisini de öder. Buna mukabil ekseriyetle düşünülmez ihmal edilir, hatta bir siyasi reye, seçme hakkına da malik olamaz.

Seçme hakkına malik olmak, zengin olanların, para vererek bin bir dolap çevirerek askere gitmeyenlerin, hatırlı sayılanların, servet ve şöhret sahibi olanların hakkıdır. Fakir olmak, sefalete mahkum olmakla birdir.

Umumi olması gereken mektepler bile, patronların çocuklarına mahsustur. Fakir, sabahtan akşama kadar kızgın güneşin altında çalışır, didinir. Fakat su kadar emek ve gayretiyle beraber ailesini yine terfi ettiremez. Ve çocuğunun mesaisine de muhtaç olur. O sebepten çocuklarını da tarlada yahut ki dükkanda çalışmaya, çabalamaya sevk eder. Ve nihayet çocuklar tahsil çağını geçirirler. Bu surette cahil kalanların miktarı, çoğunluğu teşkil ediyor.

Bu vatanın evladı fakirler, böylece cehaletleri cihetiyle haklarını müdafaa edemezler. Hırsızların, ağaların, müstebitlerin, mütegallibenin heveslerinin aleti olurlar. Çünkü haklarını bilmezler. Çünkü hükümete, eşraf ve zengin yaşayanlara karşı haklarını müdafaadan acizdirler. Sömürü, o suretle meydan buluyor ve ilerliyor.

Medeni memleketlerde özel teşebbüsün hükümetin teşebbüsleri hiç hükmündedir. Hükümet, iktisadi teşebbüslere karışamaz. Amerikan üniversitelerini, mekteplerini hep halk idare eder. İsviçre’de bazı kantonlarda zabıta ahalinin seçimiyle olur. Halk, asayişten sorumlu tutulur. Bütün bunlar az çok fikir sahibi olmak ve öğrenim görmekle mümkündür. Boş kafa kendisini bile idare edemez.

İngiltere’de bir zaman ameleye “The greed own mass” yani murdarlar güruhu derlerdi. Banyoların kuruluşu, murdarlığı temizledi. Çırak mekteplerinin kuruluşu, İşçi teşkilatının saatli mesaisinin intizama koyulması, cehaleti kısmen yok etti. Çırak mekteplerinin önemi, bilhassa bizim memleketimizde daha çok önemlidir. Bizde okumak, yazmak bilenlerin adedi ancak yüzde dörttür. Bu oran başka memleketlerde yoktur. Bir mektebe girmeden vaktini geçirenleri tekrar ilkokula koymak mümkün değildir. Onlar artı aile sahibi olmuş, nafakasını düşünmeye mecbur adamlardır. Fakat bu saf ve masum adamlar geceleyin muntazam bir çırak mektebine gidip bir iki saat ders alabilirler. Herkes okuyup yazma bilse bütün dünyanın mesut olacağını ileri süren James Mill kadar ileri gidemezsek de, hakikatin hakimiyetinin milletin hukuk ve vazifelerine vakıf olmasıyla gerçekleşeceğine olan imanımız vardır.

Bütün emellerimiz iki noktada toplanıyor. Biri hakim sınıfı hak vermeye mecbur etmek, diğeri mahkum sınıfı istihsal (üretim) hakkına muktedir kılmak (Not: Bu önemli cümlenin gazetede yayınlanan aslı şöyledir: “Biri sınıf-hakimeyi iltizam-hakka mecbur etmek, diğeri sınıf-ı mahkumeyi suver-i münasebe ile istihsal-i hakka muktedir kılmak”).. Bunların her ikisi de birdir. Toplumun saadeti, Alt Tabaka’yı düşünmeye bağlıdır. Hükümet icraatında kanunları vazederken, daima bu günkü mahkum sınıfı nazarı itibare almalı, zalim patronlara karşı himaye etmeli, onların cehaletlerini yok etmeye çalışmalı, hakkını hukukunu bizzat müdafaa edemeyen bu zavallıları korumalıdır..

Alt Tabaka, devlet denilen binanın temel ve esasıdır. Onları düşünen bir hükümet kendisini de düşünmüş olur”

Bir vatansever, devrimci olabilir mi?

Bu görüşler, toplumsal meselelerin günümüzde bile geçerliliğini sürdüren devrimci çözüm yollarını göstermektedir. “Hakim sınıfı hak vermeye mecbur etmek ve mahkum sınıfı üretim hakkına muktedir kılmak.. Bu çözümleme toplumcu felsefenin ana hedefidir. Bu görüşleri hem de gerçek bir vatanseverinin ileri sürmesi, yapmacık ve daima Emperyalizmin işini yarayan Devrimci-Vatansever (milliyetçi) zıtlaşmasını kökünden aydınlatacak önemli ipuçları vermekte bizlere..

Günümüzde, tıpkı Hasan Tahsin’in ileri sürdüğü gibi gerçek vatanseverlik, toplumun ezilen, sömürülen, horlanan alt tabakalarının sorunlarına devrimci çözüm yolları getirmekle, dahası Emperyalizme karşı yiğitçe kükremekle başlar. Yani gerçek vatansever, aynı zamanda devrimci, toplumcu ve anti-emperyalist olabilen kişidir.

Bunun tam tersi de doğrudur.. Yani devrimci ve ilerici düşüncede olan bir kişi, aynı zamanda vatansever (yurtsever) olmak zorundadır. Çünkü yaşadığımız yüzyıllar, Emperyalizm yüzyıllarıdır. Yüzyılımızda azgelişmiş veya esir, mazlum halkların bağrından çıkan aydınların ortak alın yazısıdır; hem devrimci olmak, hem de vatansever olmak. Emperyalizme karşı direnmek kendi halkının tüm değerlerinin yanında ve içinde olmakla, ulusal sınırları korumakla ve o halkı sömürüden kurtarmak için uğraş vermekle olur.

İşte bu yüzden “Hasan Tahsin İdeolojisi”, bir duygusal yöneliş olan yurtseverlik (vatanseverlik, vatanperverlik) ile bir beyinsel yöneliş olan devrimci-ilerici düşünceyi kaynaştırabilme ve yeniden “vatan ve halk” için kurtuluş yolları üretilme savaşımı veren genç Türk insanlarına ilham kaynağı olmalıdır.

Bu ideolojiyi etkileyen yabancı (Avrupa kökenli asri, yani çağdaş) faktörleri de incelemenin faydası vardır.

İngiliz yanlısı teşkilatların faaliyeti

Hasan Tahsin’in dönemin popüler siyasi eğilimleri açısından “İngilizci mi, yoksa Almancı mı?” olduğu konusunu da aydınlatmak gerekir..

Mondros Mütarekesi’nden sonra Osmanlı topraklarından arta kalan son parçayı yani Anadolu’yu da paramparça etmek yolunda ilerleyen iç ihanet cephesindeki en yaygın eğilim, İngiliz işbirlikçiliği idi. İngiltere taraftarlığı olarak belirginleşen ancak İngiltere hesabına casusluk yapmaktan, “Britanya tasvip etmeden kurtuluş savaşı yapılamaz” diyen pasifist zihniyete kadar çeşitli renklerde kendini belli eden bu eğilim, Osmanlı Sarayı’nı da kuşatmıştı. Sultan Vahdettin 24 Kasım 1918’de Daily Mail muhabirine şunları dedi:

“-..İngiliz milletine karşı beslediğim kuvvetli sevgi ve hayranlık duygularımı, Kırım savaşında İngilizlerin müttefiki olan babam Sultan Abdülmecit’ten miras aldım. Memleketim ile Britanya arasında öteden beri mevcut dostane ilişkileri yenileyip güçlendirmek için elinden geleni yapacağım. Ümitlerimi Allah’tan sonra İngiltere’ye bağladım..”

Sadece Sultan değil, bütün İstanbul hükümetleri, gelip giden tüm Sadrazamlar da İngiltere’nin sadık hizmetkarları idi. Bu yolda en önde giden Sadrazam Damat Ferit idi..

İngiliz çıkarlarına açıkça hizmet etme eğilimi, Hürriyet ve İtilaf Partisi yoluyla Anadolu’da da bir hayli yayılmıştı. Amerikan mandası fikri, İstanbul’da Amerikan kolejlerinden mezun olmuş küçük bir aydın tabaka tarafından ileri sürülürken, İngiliz mandası fikri bu ihtiraslı parti kanalı ile Anadolu’da epey taraftar buldu. Hürriyet ve İtilaf Partisi, İttihatçıların siyasal ve ideolojik olarak tam zıddı idi. Muhafazakar İslamcı tabana yaslanan, Saltanat taraftarı, güya liberal ve İngilizci Hürriyet ve İtilafçı hareket, devrimci ihtilal yoluyla modernleşmek, darbeler ile iktidara geçmek, meşrutiyeti idareyi silah zoruyla kabul ettirmek isteyen İttihatçılara karşı 1908’den sonra bir tepki olarak belirmişti. İttihat ve Terakki, bütün pervasızlığına, beceriksizliğine ve son aşamada keskin Almancılığına rağmen belirli bir dönem içinde ilerici ve yurtsever siyasi davranış biçimlerini katı ve içine kapalı Osmanlı potasında ilk kez uygulayan bir ilerici hareketti.

Emperyalist Batı’ya karşı çıkan (Almanya hariç) İttihat ve Terakki, Meşrutiyet’in ilanından, batılılaşarak modernleşmeden, parlamentodan, ve Osmanlılıktan Türkçülüğe kadar çeşitlenebilen bir milliyetçilikten yanadır.

İngiliz Emperyalizmine yandaş olmak için yanıp tutuşan Hürriyet ve İtilaf ise, Mutlakiyet’e (Yani Sultan’ın otoriter idaresine), siyasi İslamcılık ve ümmetçiliğe dayanan ama bütün bunlara rağmen İngiliz tipi bir liberal Meşrutiyetçilik iddiasındadır.

İttihat ve Terakki, modern, Türkçü ve ilerici idi, ama Alman Emperyalizmine teslim oldu..

Hürriyet ve İtilaf, muhafazakar, İslamcı ve liberaldi, ama İngiliz Emperyalizmine teslim oldu..

Osmanlı, bu uzlaşmaz çelişki içinde yok olmuştur..

İttihat ve Terakki son noktada savaş cephelerinde ülkeyi batırıp sonra ülkeden kaçmış bir siyasi hareketti.

Gerçekte derin kökeni Prens Sabahattin’e ve onun sekreteri İngiltere’nin Ortadoğu’daki en emin adamı Satvet Lütfü’ye (Tozan) dayanan Hürriyet ve İtilaf ise, İngiltere’ye uşaklık yarışında ve Türklüğe ihanet batağında bir hareketin imgesiydi.

Sultan Vahdettin, partinin manevi lideridir. Parti Başkanı Albay Sadık, İngiliz Gizli Servisi’nin sadık elemanıdır. Sadrazam Damat Ferit, partinin perde arkası lideri olarak İngilizlerin en mühim müttefikidir. Partinin kurucularından Şeyhülislam Mustafa Sabri Sadrazam Vekili iken, Ali Galip’i Kürt aşiretlerini ayaklandırıp Sivas Kongresi’ni basmak ve Mustafa Kemal’i tutuklatmak için cesaretlendirenlerin başındadır. “Kuvayı Milliyecilerin katli vaciptir” fetvasını o yazmış, Dürrizade de imzasını atmıştır; Kürdistan Derneği ile yapılan ve vatanın parçalanmasına yol açan Sevr Antlaşması’nı başkanlığın yaptığı Hürriyet ve İtilaf Partisi adına imzalamıştır. Partinin ileri gelenlerinden Şeyh Zeynelabidin, Konya isyanının düzenleyicisidir. Yozgat isyanını, Hürriyet ve İtilaf Partisi Başkanı Çapanoğlu Edip Bey yürütmüştür. Partinin Bursa Başkanı Aziz Nuri, iç ayaklanmaları düzenleyenlerdendir.

İşte bu Hürriyet ve İtilaf Partisi, İngiliz Emperyalizmine hizmet için Mütareke döneminde iki paravan teşkilat kurdu. Bunlardan birisi İngiliz Muhipleri Cemiyeti, ötekisi ise Osmanlı Sulh ve Selamet Cemiyeti’dir.

İngiliz Muhipleri Cemiyeti, gerçekte resmen 20 Mayıs 1919’da İstanbul’da Sıhhiye Müdüriyeti karşısındaki bir binayı genel merkez yapıp ortaya çıkmasına rağmen, çok önceden faaliyetlerine başlamıştı. Bu cemiyet, Türk milletine körü körüne düşmanlık politikası gütmüş İngiliz Başbakanı William Gladstone’nun tesirinde kalmış olan Lloyd George’un Türkiye’yi yok etme planlarını gerçekleştirmek için kurulan bir casus teşkilatı idi. Teşkilatın en faal elemanları bir karenin dört köşesi gibiydiler: Şurayı Devlet Azası Said Molla, Rahp Frew, İngiltere Elçiliği Baş Tercümanı M.Andrew Ryan, Askeri Ataşe Sir Wyndham Deedes. Bu dört gizli servis elemanının teşkil ettiği karenin içinde başta Padişah 6.Vahdettin, Sadrazam Damat Ferit, Dahiliye Nazırı Ali Kemal, çeşitli aydın, bürokrat, paşa, asker, din adamı üyeler bulunurdu.

Said Molla gibi milli kurtuluş düşmanlarının bu cemiyetteki faaliyetleri bizzat Atatürk tarafından Nutuk’ta açıklanmıştır (Nutuk, Atatürk, s.5, 1938). Said Molla’dan, casus papaz Frew’e yazılmış 12 mektubun incelenmesi ile cemiyet içindeki İngilizlerin güttüğü amaçlardan biri şöyle tespit edilmiştir (Kurtuluş Savaşı ile ilgili İngiliz Belgeleri, Gotthard Jaeschke, Türk Tarih Kurumu yayınları, s.253):

“-.. Sir Wyndham Deedes’ten Said Molla’ya.. Herhangi bir Türk’ün kafasında Türkiye’nin sert cezaya çarptırılmasının hasıl edeceği izden başka bir şeyin kalmasını istemiyoruz..”

İngiliz Muhipleri Cemiyeti, hem İngiltere hesabına askeri ve siyasi casusluk merkezi olmuştu, hem de Türk mukavemet hareketini yok etmek için planlı uğraşılarda bulunarak Kemalistler aleyhinde her türlü girişimde bulundu.

İngilizler, Sulh ve Selamet Cemiyeti’ni kurduruyor

Osmanlı Sulh ve Selamet Cemiyeti ise, İstanbul’da Ali Kemal, Elazığ Valisi Cemal gibi işbirlikçiler ve İngiliz ajanları tarafından kuruldu.

Kuruculardan Satvet Lütfü (Tozan) Hürriyet ve İtilaf Partisi, İngiliz Muhipleri Cemiyeti ve Osmanlı Sulh ve Selamet Cemiyeti arasındaki anahtar adamdı (Keyman). Hem birinci, hem de İkinci Cihan Harbinde İngiliz çıkarlarının Orta-Doğu’daki bu önemli organizatörü, Prens Sabahattin’in sekreteri olarak prensin İngiliz yanlısı olmasında başrolü oynamıştı.

(Yaşar Aksoy’un Notu: 2.Abdülhamit’e karşı yurtdışındaki Jön-Türk muhalefeti yıllarından başlayarak 12 Mart 19171 askeri darbesine kadar geçen süre içinde Türkiye’nin en önemli siyasi olaylarında gizli yönlendirici olarak bulunan, Bosna Beylerbeyliğinin Hersek eyaletinin Trebin şehrinde 1889 yılında doğan bu Osmanlı vatandaşı, yaşadığı süreç içinde İngiliz çıkarları ile ilgili her olayın içinde bulundu. İkinci Cihan Harbi’nde Belgrad’ı Nazilerden kurtaran adam olarak İngiliz tarihinde yer edindi. Daha pek çok önemli hizmetlerde bulunmuş olacak ki, Büyük Britanya Krallığı’nın pek nadir olarak İngiliz ırkı dışındaki fedakar hizmetkarına takdim ettiği “Diz Bağı Nişanı” ile onurlandırıldı. 27 Mayıs 1960 İhtilali sonrasında Milli Birlik Komitesi toplantı zabıtlarında Milli Mücadele’nin büyük kumandanlarının bu kişi hakkında komiteye yaptıkları ihbar, şikayet ve başvurular ilginçtir. Satvet Lütfü, öldüğünde Avrupa’da marka olan bir Fransız uçak şirketi dahil çok büyük şirketlerin ortağı çıktı).

Esrarengiz İngiliz işbirlikçisi olduğu iddia edilen Satvet Lütfü Tozan’ın yönlendirdiği Osmanlı Sulh ve Selamet Cemiyeti’nin işlemekte olduğu temel tez, sürekli İngiltere ve batıya bağlılık politikası ile memleketin (yani Sultanın) ayakta kalabileceği idi. Cemiyet, hızla güçlendi ve taraftar buldu.

“Sulh ve Selamet Gazetesi”, kimin sesiydi?

1919 yılının başına gelindiğinde Hasan Tahsin’in Hukuk-u Beşer gazetesi, sert ve eleştirici yazılar yayınlaması sebebiyle ve gazeteden müthiş rahatsız olanların ağır basmasıyla kapatıldı. Sermuharrir, hem biraz ferahlayabilmek hem de o dönemdeki gizli faaliyetlerini daha tehlikesizce yürütebilmek için bir süredir düşündüğü bir planı uyguladı.. Kafasından şunların geçmesi baskın biçimde ihtimal dahilindedir:

1. İttihatçı liderlerin memleketin zor gününde yurt dışına kaçmaları yüzünden ve gelişen iktidardaki İtilafçı eğilim sebebiyle eski İttihatçılığını toplumsal vicdana unutturabilmek akıllıca bir davranış olacaktı.

2. Geçici olarak İtilafçı gözükerek, yurdun iç kısımlarına daha kolay silah sevk edebilmek için kurduğu nakliye şirketini geliştirmesi gerekiyordu.

3. Hukuk-u Beşer yerine hemen yeni bir gazete yayınlanmalıydı. Bu gazete geçici olarak İtilafçı tezlere yakınlık duyabilirdi.

4. Hürriyet ve İtilaf Partisi’ne yakın görünmek, bazı önemli kapıları açabilirdi. Bu sebepten İstanbul’da hızla teşkilatlanmaya başlayan Osmanlı Sulh ve Selamet Cemiyeti ile iyi ilişki kurmada sayısız fayda vardı.

5. 4 Ocak 1919’da İzmirliler “Sulh ve Selamet” isimli yeni bir gazetenin yayın hayatına atıldığını gördüler. Sermuharriri yine Hasan Tahsin Recep, sorumlu müdürü Dr.Avni Muhittin idi.

Bu konuda Bezmi Nusret Kaygusuz’un “Bir Roman Gibi” isimli hatıratına başvurabiliriz:

“-.. 3 Kanunu Evvel 334’te Osmanlı Sulh ve Selamet Cemiyeti namı ile bir teşekkül İstanbul’da teessüs etti. Mütarekeden evvel Ankara’da gizli şekilde kurulan bu cemiyetin asıl müessisleri, orada ikamete memur bulunan Satvet Lütfi ve eski arkadaşlardan şair Mustafa Kemal idi.

İstanbul’daki kadrosu içinde Topçu Feriki Rıza Paşa, Şürefadan Yahya Adnan Paşa, Mirliva Arif Paşa, Sabah gazetesi Başmuharriri Ali Kemal, sabık Elazığ Valisi Cemal, Dava Vekili Fuat Şükrü, Emekli Miralay Süleyman, matbaacı Faik Şemsettin isimleri görüldü.

Sulh ve Selamet Cemiyetinin naşir-i efkarı olmak üzere İzmir’de de gazete intişar etti. Gazetenin mesul müdürü Dr.Avni Muhittin, Sermuhaririri Hasan Tahsin Recep’ti. Tahsin Recep, Türk düşmanı Buxton’u Romanya’da yaralayan zattır. Sulh ve Selamet Cemiyeti’ne Prens Sabahattin’in adını karıştırılması beni alakalandırdı. Dr.Avni Muhittin ve Hasan Tahsin Recep ile görüştüm. Cemiyetlerine girmemekle beraber gazetelerine arada sırada yardım edeceğimi söyledim. 3 Kanuni Sani 335 tarihli nüshaya bir makale yazdım..”

Sulh ve Selamet gazetesinin 10 Ocak 1919 tarihli sayısında “Hatıra” isimli bir nakliyat ve ticaret şirketinin kurulduğu ve Hasan Tahsin Recep’in şirket kurucusu olduğuna dair bir ilan vardır. Aynı gazetede ikinci bir ilan okuyucuların ilgisini çekiyordu (Sulh ve Selamet gazetesi, İzmir Milli Kütüphane Koleksiyonu):

“Sulh ve Selamet Cemiyeti’nden

Prens Sabahattin Bey’in Sulh ve Selamet Cemiyeti İzmir Merkez Heyeti kurularak, hükümetten tasdik belgesi istenmiştir. Cemiyet herkese açıktır. Kayıtlara başlanmıştır. Muhterem Prensimizin takdirkarı olan kişiler, kaydolmak üzere Frenk Mahallesi, Aya Fotini Kilisesi karşısı, Bakırcıyan Ferhanesi, 47- 49 numarada Sulh ve Selamet gazetesi idarehanesine sabah 9 ila 12 arası, öğleden sonra 2 ila 4 arası müracaat edebilirler..”

Görüldüğü gibi Rum gizli teşkilatının merkezi Aya Fotini Kilisesi karşısındaki Bakırcıyan Pasajı’nın 47 ve 49 numaralı odalarında hem gazete yayınlanacak, hem güya nakliye ve ticaret işi ile uğraşılacak, hem de Sulh ve Selamet Cemiyeti’nin işleri yürütülecektir. Hasan Tahsin, bu dönemde gerçek uğraşılarını maskeleyebilmek için Prens Sabahattin ve Satvet Lütfi ile ilişkili görünmekte fayda bulmuştu. Çünkü ideolojik olarak Hasan Tahsin’in, Prens Sabahattin ekolü ile hiçbir ortak yanı ve geçmişi yoktu. Hasan Tahsin’in düşünce yapısı yakından bile arkadaşı E.Tümgeneral Dr.Mazlum Boysan bu konuda bize şunların altını çizdi:

“-.. Prens Sabahattincilerin noktayı nazarı Ademi Merkeziyetçilik idi.. Memleketi parçalayarak yönetmek isterlerdi. Kürtleri, Suriyelileri, Filistinlileri, Arnavutları, Balkan milletlerini önce muhtariyet verip sonra bizden koparmak isterlerdi. Gerçekte bu bir İngiliz oyunu idi. Satvet Lütfi epey karanlık bir sima idi, Prens’in sağ koluydu. Sivil olmasına rağmen askeri muhitlere, Harbiye Nezareti’ne hep burnunu sokardı. Bu adamlarla Hasan Tahsin’in siyasi kanaatleri taban tabana zıttır. Katiyen onlarla birlik olamaz. Mutlaka geçici bir dönem için Prens Sabahattinci gibi gözükme lüzumu hissetmiştir. Aslında Prens, ılımlı liberal, halim selim, efendi, sakin bir adamdı. Ama Satvet Lütfi’nin oyuncağı oldu. Ben her ikisiyle de defalarca görüştüğüm için Prens’in üzerindeki Satvet Lütfi otoritesini kolayca tespit ettim. Satvet hakkında İngiliz casusu iddiaları bize de intikal etmişti. Vatan kahramanı Hasan Tahsin’in bu karanlık adamlarla gerçekten bir ilgisi alakası olamaz. Sadece bazı gizli faaliyetlerinin tespit edilmemesi için yakınlaşma olabilir..”

İttihatçılar’a eleştiri okları

Bütün varlığı ile bağlandığın partinin bir anda despotizme kayması.. İktidara geçtikten sora inkılapçı girişimlerin unutulması.. Hele bir cihan harbine ülkeyi basiretsiz bir şekilde sürükleyip, yüz binlerce vatan evlatlarını kara toprağa verip sonra kaçıp gitmeleri.. Ardından tüm düşmanların devletin üzerine çullanması.. Bütün bunlara bakıp hınç ve nefret duymamak imkansızdı..

Harbin son senelerine doğru gören gözler gidişatın nereye savrulduğunu fark ettiler. Buna rağmen kalbe taş basıp asla İttihatçılığın tam zıttı olan İtilafçılarla aynı cephede olabilmek imkansızdı. Hasan Tahsin, baş düşman İngiltere’yi dize getirmek için tertiplenen ama sonuca ulaşma imkanı bulamayan Avam Kamarası teşebbüsünden sonra, bu kez şahsi gayretiyle barış temin etme çabalarına girdi. “İnkılap Tarihimiz ve Jön Türkler” isimle bir başyapıtı yazmış olan Ahmet Bedevi Kuran kitabında şunları belirtir:

“-.. Bu zatı ateşli bir vatansever olarak tanıdım. O da İsviçre’ye gelip bin müddet kaldıktan sonra, harbin neticede nereye gideceğini pekala anlamış, milli mukadderatımız hakkında derin endişeler izhar etmeye başlamıştı. Hatta sulhun bir an evvel akdine çalışmak maksadıyla gizli bir teşkilat vücuda getirilmesini ve bu fikrin organı olarak bir gazete tesisini düşünmüştü. Nevres Bey, Prens Sabahattin Bey’le temasa gelmeden İstanbul’a dönmek zorunda kalmıştır. Bununla beraber gazete hakkındaki düşüncesini gerçekleştirmiş, İzmir’de bir gazete çıkarmaya muvaffak olmuştur..”

Ahmet Bedevi Kuran, koyu Prens Sabahattin taraftarı olduğu için kitabında söz konusu ettiği kişiyi Prens taraftarı olarak göstermek istemiş olabilir. Oysa Nevres diye söz ettiği kişi, “Hürriyet, Adalet, Müsavat, Uhuvvet” sloganları ile büyüyüp kabaran İttihatçılık devrimciliğine sımsıkı bağlı bir militandır. Fakat ittihatçılığın giderek Triyumvira yönetimine sapıp şahsi diktaya dönüşmesi, hesapsız siyasi hülyaların ülkenin kaderine egemen olması sebebiyle itirazını ve eleştirisini getirdi. Hasan Tahsin’in mütareke dönemde ve sonrasında İngilizcilik demek olan İtilafçılık’a meyletmesi söz konusu olamaz. Ama İttihatçı damgasından sıyrılmak ister, bu sebeple yayınladığı gazetelerde haklı olarak İttihatçılığın son dönemini kıyasıya eleştirir. Bu tutumu, onu tanımayanlara İtilafçı oldu kanaatını vermiştir.

Kudret Sandalcı Mütareke öncesi ve sonrası İzmir’dedir:

“-.. 1919 senesinin Ocak veya Şubat ayı idi.. Cihan Harbi’nde yedeksubay olarak Suriye Cephesi’nde çarpışırken Malta hummasına yakalanmıştım. Harpten sonra hastalığım devam etti. Bu yüzden tebdili hava için İzmir’e akrabalarımın yanına geldim. Selanik Fevziye Mektebi’nden yakın arkadaşım Nevres ile İzmir’de karşılaştıktan sonra devamlı buluşmaya başladık. Bazen rıhtımdaki kahvelerde bazen dost evlerinde hep memleketin istikbalini endişeli bir ruh yapısı ile konuştuk. Nevres’i o günler İttihatçıları şiddetle suçladığını gördüğümde şaşırıp kaldım. Kendini İttihatçılığa dayan birinin bilhassa Enver Paşa hakkındaki sözleri bende hayal kırıklığı yarattı. Adeta herşeye karşı bir haldeydi. Müthiş bir reaksiyon halindeydi ama ihtilalci ruhundan bir şey kaybetmemişti. Bu milleti kurtarmak için isyandan baka çaremiz yok derdi. Ama asla İtilaf ve Hürriyet Partisi taraftarı bir davranış içinde değildi. İtilafçılık ve İtilafçılar hakkında ağzından iyi bir şey duyduğumu hatırlamıyorum. Zaten böyle bir şey eşyanın tabiatına aykırıydı (1972 yılında Yaşar Aksoy ile yapılan kapsamlı sözlü tarih çalışmasından).

Haydutların en vicdansızı Enver..

Mütarekeden sonra ülkenin en buhranlı günlerinde bir Alman denizaltısı ile kaçan “Üç Paşalar”a olan kızgınlık gazete kağıdına dökülmeliydi. Ama bütün bunlara rağmen o korkunç ümitsiz günlerde Teşkilatı Mahsusa’nın yeminli üyesi, bu esrarengiz teşkilata ölümüne bağlıdır. Ölünceye kadar da bağlı kalacaktır. Hukuk-u Beşer’in 12 Şubat 1919 tarihli sayısındaki “Dikkat edelim Tehlike Yaklaşıyor” balıklı yazı, Üç Paşalar’a karşı şiddetle eleştiriler taşıyan bir manifesto niteliğindedir:

“-.. Eve, bu memleketin saf ruhlu, bakir mefkureli evlatlarına bağırıyorum ve diyorum ki: En ulvi fedakarlıklarla, en yüce ihtimamlarla büyüttüğünüz, yaşattığınız yavrularınızı beş sene Arabistan’ın çorak, ateşli, zehir bulaşmış havası altında susuzluktan, açlıktan; Kafkas’ın karlı ve fırtınalı tepelerinde namusunu ve milli şerefini korumak için koşuşan babayiğit askerlerimizi o katillerin başı, haydutların en vicdansızı olan Enver’in haris ve kudurmuş emirleri ile Moskof çizmeleri altında Ermeni bombaları, düşman süngüleri arasında kahveden o caniler ki, ona İttihat ve Terakki diyorlar..

Onlar, Kayzer’in, o bütün dünyalara hakim olmak isteyen Wilhelm’in o bütün düşmanlıkları ile tarihimizin en kanlı sürekli sahifelerini işgal eden Avusturya’nın yalçın kayalarını müdafaa etmek için Galiçya’nın nankör topraklarında feda ettiğimiz uzuvlarımızı, biraz insaf ile düşünelim.

Şu usanç verici ve hüsranlı halimizi, şu her şeyi gururumuzu yırtarak, izzet-i nefsimizi parçalayarak tahammül ettiğimiz dahili ve harici tahkiratı meydana getirenler haşa ne Enver, ne Talat, ne Cemal.. Hayır, hayır.. Felaketlerimizin, bedbahtlığımızın yaratıcıları o hain kalpli yumruklardan müteşekkil o vahşi, canavar hisli şahsiyetlerden meydana gelen İttihat ve Terakki denilen o habis ve melun Cemiyet olmuştur.

İşte okuyucularım, o her şeyden utanmayan caniler, o kanlı tırnakları, parmakları ile deri derin memleketimin her köşesinde iğfale devam ediyorlar.

Bugün bir şayia.. Bolşevikler geliyor.. Enver Paşa geliyor.. Yarın, evet, yarın kalplerimizin tereddüdünden istifade ederek provalarını ikmal etmek üzere oldukları son oyunlarını oynayacaklar ki, o oyun zavallı bizlere, yetim, hamisiz, kimsesiz memleketimize pek, hem de pek pahalıya mal olacaktır. Dikkat edelim..”

Hasan Tahsin, ülkeyi sorumsuzca savaşa sokup yok olma tehlikesi ile baş başa bırakanlara, yani İttihatçılara ateş püskürdüğü gibi onların geri dönmesine de karşıdır. Hukuk-u Beşer’de 14 Şubat 1919 tarihli “Felaket başında her şeyden evvel zavallı bizler” başlıklı yazısı bunu anlatır:

“-.. Evet, bu melunlar ki, en pespaye ve ahlak yoksunu kişilere bu memleketin mukadderatını teslim ettiler. O hainler ki, bu altı asırlık imparatorluğun şeref ve namusunu küçümseyerek ellerinde lastik top gibi sefil, adi oyuncuklar gibi oynadılar. Unutmayalım, o İttihat ve Terakki, yüreksiz olduğu kadar cüretkar, riyakar, melanetkar oyunlarıyla bu memleketin asırlık ihtişamını kara lekelerle kirlettiler.

Dünyadaki milletler birbirinin mevcudiyetini kahretmek için hunharca bir mücadeleye girdiler. Hak, kanun, adalet sesleri yerine kin, ihtiras hakim oldu. Bizler ki, Balkan Harbi’ni müteakip biraz huzur ve rahata ermiştik. Bu sebepten bu siyasi muhitin gayesiz keşmekeşliğinden istifade edecektik. Fakat o hain, alçak ocakçıların tahakküm ve iğfali yüzünden şu bulunduğumuz perişan hale düştük.

Dahilde açlıktan, ihtiyaçtan, sefaletten kıvrandık. Bir lokma için fırınlar önünde ekmek diye feryat ettik. Bu feryatlar arasında ezilenler, ölenler ve nihayet ekmek bulamayıp hayatlarını feda etmeye mahkum olanlar oldu. Yüzbinlerce evladımız, aciz iradelerin, kumandaların çılgın idareleri altında aç çıplak ellerinde namusu olarak tanıdığı silahı, gözlerinde Hilalin husuf eden gölgelerini taşıyan o yavrularımız ki, beş sene mütemadiyen büyük yoksuzluklara, zorbalar ittifakının mecnun gibi ihtirasları yüzünden kaybettikleri maneviyatları ile beraber çarpıştılar.

Ve işte bugün, evet, itiraf edelim, bugünkü vaziyetimiz şüphe yok, bütün galiplerin en yaman, en muvazenesiz ihtiraslarını, kendi üzerinde toplayan kimsesiz, hamisiz, süngüsü kırık, yaralı bir terk edilmiş şahsiyetten başka bir şey olamıyor..”

Hasan Tahsin’in bu yöndeki yazıları onun içyüzünü bilen vatansever İttihatçı dostları tarafından onaylanmıştır. İttihat ve Terakki piramidinin tepesi, ülkeden alçakça kaçarak ihanetlerini tescil etmişlerdi. Peki ya taban?.. Teşkilatın tabanını oluşturan yüz binlerce vatansever, inkılapçı, ilerici, asker, silahşor, sivil kesimler ülkelerin bu kara gününde kaçacaklar mıydı?.. Asla böyle bir şey olamazdı ve olmadı.. Tarafsız bir gözle analiz edildiği zaman Kuvayı Milliye’nin çekirdeğini oluşturan “Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri”nin bütün üyeleri, taraftarlar ve sempatizanları, hemen hepsi İttihatçı eğilimi içinde olanlardı. Vatanın düşmanlarca parçalanması gerçeği karşısında ilk olarak seslerini yükseltenler, İttihat ve Terakki artıklarıydı. Anadolu’ya silah kaçıranlar, Anadolu’ya çarpışmak için kaçanlar, Karakol veya M.M. gibi direniş teşkilatlarını kuranlar, Kuvayı Milliye’yi yükseltenler, Mustafa Kemal’in savaş bayrağı etrafında toplananlar hep eski İttihatçılar değil miydi?

Evet, “Üç Paşalar” kaçmıştılar.. Muazzam mali yolsuzluklar ve siyasi cinayetlerden sorumlu olanlar köşe bucak saklanmışlardı. Ama gerçek İttihatçılar, yani Kemal Tahir’in deyimiyle “Yorgun Savaşçılar” vatanın yok edilmesine karşı çıkacaklardı. İttihat ve Terakki’nin yönetici kadrolarının sorumsuzluklarına ve hukuksuzluğuna karşı çıkmak başka şey, vatan için yeni kavgalara hazırlanmak bambaşka bir şeydi. Hasan Tahsin kanımızca bunu yapmaya çalıştı. Bu arada Vagon-Koli yolsuzluklarına ve harp vurguncularına karşı çıkışı, o dönemde bu yönde yapılan en ilginç basın mücadelesidir.

Vagon-Koli soyguncuları ile savaş

Cihan Harbi’nin başında İzmir’i çevre vilayetlere ve kasabalara bağlayan demiryoluna ordu el koymuştu. Ordunun asker, cephane ve levazım desteği bu demiryolu ile yapılırken, halkın beslenmesi ve ticari malların taşınması ordunun ihtiyaç fazlası vagonlarıyla yürütülüyordu. Yeteri kadar vagon bulunmaması sebebiyle ticari malların taşınması kısıtlanmıştı. Bu sebepten İzmirli tüccarlar zor duruma düştüler. Malları yığılıyor, çürüyor ve vagon bulamadıkları için zarara uğruyorlardı. Bu durum “vagon ticaretine” yol açtı. Bazı vurguncular, türlü yollarla kendilerine vagon tahsisi çıkarıyorlar ve sonra bu tahsisleri karaborsaya intikal ettirerek çok yüksek fiyatlarla tüccarlara satıyorlardı.

Askeri Levazım Reisi Topal İsmail Hakkı Paşa ve Ege Bölgesi Demiryolları Müdürü Albay Ali Hikmet’in bu vurgunda parmağı vardı. İttihatçıların bir kısmı da bu vurgundan çöplenmek için vagon ticaretine başlamışlardı. Bilhassa İttihatçı Ali Hikmet Bey’in göz yumması ve rüşvet alması ile büyük oyunlar oynanıyordu. Örneğin vurguncular orduya ayrılmış vagonlarla mal getiriyorlar ve İzmir’de bu malları yine orduya satıyorlardı (Cemal Kutay, Tarih Sohbetleri Cilt: 1 ,s.99)

Bu döngüden en çok gerçek tüccarlar ve halk zarar görüyordu. Normal yollardan vagon tahsisi elde edemeyen tüccarlar mallarını nakledebilmek için karaborsadan vagon elde ediyorlar ve bu yüzden fiyatlar anormal yükseliyordu.

Hukuk-u Beşer gazetesi sahibi ve başyazarı Hasan Tahsin de, “Hatıra” isimli nakliye şirketi için vagon tahsisi başvurusunda bulunmuş, ancak dönen dolapları tespit edince Vagon-Koli vurguncularıyla ve perde arkasındaki İttihatçı yöneticilerle sert bir mücadeleye başlar. Hukuk-u Beşer’in 30 Mart 1919 tarihli sayısındaki “Namuslu Haydar Rüştü Bey” başlıklı yazısında Anadolu gazetesi sahibi İttihatçı Haydar Rüştü’yü nasıl suçladığını okuyalım:

“-.. Azizim namuslu Haydar Rüştü Bey, bu memleketi daha iyi bilen ve burada doğup büyüyen öz İzmirli.. Koli yağmasından acaba Anadolu gazeteniz hiçbir istifade temin etmedi mi?.. Etmedi ise, sizin haftada iki üç gününüzü saatlerce Ali Hikmet Bey’e tahsis etmedeki himmet ve faaliyetleriniz şahsınızdan ziyade, amme menfaatine ve umumi ticaret faaliyetlerine mi aittir? Ve sonrada Basmane istasyonunda ilan edilen koli listelerinin hususi kısmında “Anadolu müdürü….. namına” çıkmış pek çok kolilerin bilahare her nedense yok edilmiş olması üzerine değil midir ki, gazetenizde koli listeleri neşre ve şikayete başlanılmıştı. İsmail Hakkı Paşa buraya geldiğinde gazetenizle yapılan şikayet, toplum menfaatlerinden ziyade, yardakçılarınıza ait özel menfaatlerin müdafaasından başka bir şey değil miydi? Çünkü onların o vakit tanzim edilmiş ve çıkma numaraları yaklaşmış vagonların korkusundan değil miydi?..”

Hasan Tahsin’in Vagon-Koli yolsuzlukları sebebi ile İttihatçı geçinip vurgun peşinde olanlara karşı yaptığı mücadeleyi yakın arkadaşı Osman Süavi (Kökmen), bize şöyle anlatmıştır:

“-.. Su katılmamış bir İttihatçı, yani daha doğru ifadesiyle has bir milliyetçi olan Nevres’e “İtilafçı” vasfını izafe etmenin yersiz ve manasızlığına tamamen kaniim. Zira bu “İtilafçı” sıfatı, zamanı telakki ve iddialarına göre (daha aç Türkçülüğe, pek de sağlam olmayan milliyetperverliğe) alem olmuş gibi bir şeydi. Acaba Nevres’in neden İtilafçı olarak damgalanmasına, bir can kurtaran simidi gibi sarılmışlardır?..

Bence sebebi basittir. Büyük Harp yıllarında Vagon-Koli suistimalleri ile gayrı meşru büyük servetlere konanlar hakkında bilhassa Sulh-u Selamet gazetesi mütemadi ifşaatta bulunmuş ve bunda devam etmiştir. Rahatsızlıkların başta gelen müsebbibi bilinen NEVRES hakkında zenginlerin zengin şikayetleri, bu defa da İtilafçı çamuru ile zenginleştirilmek istenmiştir. Bu sebeple veya başka türlü bilinmeyen bir maslahat icabı Nevres için “İtilafçı” iddiası ortaya atıldıydı. Nevres’in vurguncuları tedirgin ettiği ve susturulması esbabının araştırıldıkta ortaya bir “İtilafçılığın” atıldığı şayiası, o sıralar bize kadar geldiydi..”

Osman Nevres’in Neuchatel’de Türklüğe hakaret edilen sinemada, perdeyi kurşunlar iken yanında bulunan sevgili arkadaşı Osman Süavi, yıllar sonra bize Hasan Tahsin’in, İttihatçı geçinerek halkın kanını emen vurguncular tarafından nasıl boy hedefi haline geldiğini böyle anlattı.

Hasan Tahsin’e vurguncu zenginler, zengin şikayetlerle saldırmışlardı. O da bunları ifşa etmişti. Bu kez ona, “İtilafçı” çamurunu attılar. Konunun aslı buydu.

Çerkez Ethem sahneye çıkıyor

12 Şubat Çarşamba 1919 tarihinde İzmir Valisi İttihatçı Rahmi Bey’in oğlu Alpaslan, Çerkez Ethem çetesi tarafından kaçırıldı. Alpaslan Bornova’da okuduğu Miss Florence Mektebi’nden öğle yemeği için evine gelirken, Çerkez Ethem, Manyaslı Mahmut ve Şevket isimli çeteciler tarafından dağa kaldırılıyordu. Çetenin peşine düşen zaptiyelerin tüm uğraşılarından bir netice alınamadı.

Kimdi bu Çerkez Ethem?.. Anadolu Çerkez camiasında büyük otoritesi olan bu kişiyi 13 Şubat günü İzmir’de herkes birbirine sordu. Siyasi yaşamı yakından takip edenler İttihatçılar’a bağlı ve sonradan teşkilatı Mahsusa içinde çeşitli görevler ifa etmiş olan üç kardeşi hatırladılar.. Raşit.. Tevfik ve Ethem.. Çerkez yüksek gururu içinde yaşayan acımasız ve eşkıyalığa meyilli üç silahşor kardeşti bunlar.. Ethem bunların en küçüğü idi; sonraki yıllarda en ünlüsü olacaktı.

Ethem; mağrur, düşmanına zalim, biraz pervasız ve kendinden çok emindi. Cihan Harbi’nde kardeşi Emekli Yüzbaşı Reşit ile birlikte teşkilatı Mahsusa’ya girmişti. Azerbaycan ve İran derinliklerinde milis faaliyetlerinde bulundu. Çete psikolojisi, subay düşmanlığı ve terör eğilimi bu iki kardeşin kanına işlemişti. Harbin sonunda Ethem, savaş cephelerinde edindiği gerilla tecrübesini Bandırma bölgesinde eşkıyalık denemelerinde kullandı.

İzzet Paşa Hükümeti kurulup, İttihatçı Fethi (Okyar) Bey Dahiliye Nazırı olunca, Ethem’in eşkıyalıklarına karşı Bandırma bölgesine müfrezeler göndermek ister. Konuyu kabineye getirir. Ethem’in eşkıyalıklarını böylece öğrenen Bahriye Nazırı Rauf (Orbay) Bey, bu işi sulh ile çözmek için eşkıya kardeşlere yaptıkları işlerin vatan ve millet menfaatlerine aykırı olduğunu bildirir (Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, Cilt 2, s.536). Mondros Mütarekesi görüşmeleri için Bandırma’dan geçen Rauf Bey ile buluşan Reşit Bey, bir daha eşkıyalık yapmayacaklarına söz verir.

Ne yazık ki Çerkez kardeşler, eşkıyalığa alışmışlardır.. Bu eşkıyalık psikolojisine, memleketten kaçan İttihatçı liderlere kızgınlık ve yaklaşan Yunan tehlikesinin sıcak ortamı da eklenince, eşkıyalık bir anda politik bir misyona bürünür.

Çerkez Ethem’in karargahı, yine bir Çerkez olan Kuşçubaşı Eşref’in Salihli’deki çiftliğidir. Çiftliği Ethem’in sağ kolu Parti Pehlivan korumaktadır (Vatansever bir komitacı olan Parti Pehlivan, Milli Mücadele’nin sonuna kadar Ayvalık bölgesinde işgalcilere kan kusturdu). Salihli’deki çiftliğin stratejik önemi, cephane ve silah deposu olarak kullanılması idi.

Küçük Alpaslan kaçırıldıktan on gün sonra, zorlu bir yolculuk sonucunda bu çiftlikteki bağ kulesine hapsedilir. Çerkez Ethem yüklü bir fidye istemektedir ve bunu açıklar. Vali Rahmi Bey, şehrin Müslüman ve Hıristiyan burjuvazisi içinde etkinliği olan bir kişidir; Levantenler seferber olurlar, bir müddet sonra Herry Giraud, Alanyalızade Mehmet, Nazmi Tuzcuoğlu’nun en büyük yardımlarıyla, yarısı altın, yarısı kağıt para olarak 53 bin lira Çerkez Ethem’e ulaştırılır. Alpaslan, 7 Mart günü serbest bırakılır.

İzmir gazeteleri, bu olayı manşetlerine taşırlar ve bir anda İttihatçı-İtilafçı çekişmesi haline getirirler. Sulh ve Selamet gazetesinden bir müddet sonra yeniden Hukuk-u Beşer’i yayınlamaya başlayan Hasan Tahsin, fidye parasının Salihli’deki çiftlikten direniş faaliyetlerine devredileceğini sandığı için Çerkez Ethem’i gazetesinde dolaylı olarak savunur. Ethem’in kendisini savunan mektuplarını gazetede yayınlar. Bu mektuplardan birinde Ethem bu çocuk kaçırma olayını, “Benim ve memleketim aleyhine istimal edebilecek ve binlerce yetimin ve şehit oğullarının haklarından terekküp etmiş, tabii pek gayri meşru toplanmış Rahmi’nin milyonlarını azaltmak” şeklinde izah etmişti (Hukuk-u Beşer, 8 Mart 1919).

Çerkez Ethem sonradan yazdığı hatıralarında bu fidye olayını milli mücadele hazırlığına bağlamak istemiştir. Aslında bu sonradan hazırlanmış bir gerekçedir. Çerkez Ethem, Milli Mücadele’nin en kızgın döneminde Yunanlılara sığındıktan sonra, haydutluk dönemindeki bütün eylemlerini vatanseverlik kisvesi içinde milli kurtuluş öncesi hazırlıklara bağlama çabası içinde olmuştur (Çerkez Ethem, Bir Ölü Nefsini Müdafaa Ediyor). Ne yazık ki Teşkilatı Mahsusa’da yaptığı üstün hizmetler ve Kuvayı Seyyare komutanı iken iç isyanları bastırmasındaki maharet önemlidir; ancak Yunan’a sığınmasıyla Türk Tarihi’ndeki olası mümtaz yerini kendi eliyle silmiştir.

Bizce üzerinde durulması gereken konu, fidye parasının vatani hizmetlerde kullanılacağını sanan Hasan Tahsin’in bir çeteyi şuursuzca savunmasıdır. Diyebiliriz ki, Çerkez Ethem’in milli mücadeledeki hizmetleri onun son ihanet vasfını silemez ise, Hasan Tahsin’in bu yanılgısı da onun yurtseverlik vasfına gölge düşüremez.

Hasan Tahsin’in derdi, Yunan gelmeden önce bir direniş teşkilatının tamamlanmasıdır. Bu hayal gerçek olmuştur. Milli Mücadele’de ilk organize sivil cephe Salihli’de kuruldu ve bu gelişmede Kuşçubaşı’nın çiftliği kilit rolü oynadı.

Hasan Tahsin, Ethem hakkında yanılmıştır. Ancak Sovyetler Birliği bile, Milli Mücadele boyunca Ethem’e önce bir Türk komünisti olarak inandı, ama iş işten geçtikten sonra onun sadece bir haydut olduğunu kayıtlara geçirdiler (Carr, The Bolshevik Revolution III, s.300).

(Yaşar Aksoy’un Notu: Çerkez Ethem’in Milli Mücadele’nin ilk dönemlerinde yaptığı hizmetler ve iç isyanları bastırmadaki mahareti ile değerli emeği asla inkar edilemez. Bu sebepten hem kendisi, hem de onu sevenler veya Çerkez lobileri, bu mücadeleci adamı ve kardeşlerini sürekli savunmuşlardır. Siyasi tercihleri ve Mustafa Kemal Paşaya veya İsmet Paşaya olan muhalefetleri yüzünden “vatan haini” veya “suçlu” telakki edildiğini ileri sürmüşlerdir. Bu çerçeve içinde Çerkez Ethem’in kendi hatıraları (Çerkez Ethem Meydan Okuyor, Derin Tarih Kültür Yayınları, 22), önemli bir belgedir. Yine Çerkez Ethem’i savunan Turgut Gürsoy, Çerkez Ethem’in ağabeyi Reşit Bey’in torunu Güner Kuban, Prof.Dr. Ferhat Kentel, Oğuz Berk (www.kafkasdiasporasi.com, Genel Yayın Yönetmeni) gibi yazar ve akademisyenlerin görüşlerini incelemekte, tartışmakta büyük fayda vardır (Derin Tarih, Şubat 2015). Ancak Ethem’in, Emperyalizmin işgal ordusu Yunanistan Silahlı Kuvvetlerini sığınıp hayatının geri kalan kısmını yurt dışında geçirmesi, en azından vatan için çarpışıp toprağa düşen binlerce şehidin hatırası açısından kabul edilebilecek bir tercih olmamıştır.)

İdeolojiyi etkileyen yabancı faktörler

Hasan Tahsin’in ideolojisini ve yurtseverlikten kaynaklanan eylemlerinin gerisindeki dünya görüşünü belirgin biçimde fark edebilmek için Paris’te eğitim gördüğü yıllardan başlayarak, çok iyi Fransızca bilmesinin de avantajı ile etkilendiği bazı düşünür, şair ve sosyologların dünya görüşlerini incelememiz gerekmekte.

Hasan Tahsin sosyolojide bir simge olan Sosyal Darvinizm’in önderi Herbert Spencer’de etkilendiğini, hapishanede Noel Buxton’a belirtmişti.

Yine İngiliz şair William Blake’in özellikle “Melek metaforunu” işlediği şiirlerini çok seviyordu; bunu da Lord Buxton’a açıkça belirtti. O melek, Blake’nin şiirlerinde ve tablolarında yarattığı doğaüstü bir kavramdı, korkunç yaratıklara karşı insanları ve dünyayı koruyan bir semboldü.

İngiliz sosyolog Herbert Spencer, yine Fransız ateşli sosyalist düşünür ve politikacı Jean Jaures, Belçikalı sosyalist düşünür Emile Vandervelde, bu Türk gencinin Paris’teki eğitiminde incelediği ve benimsediği önemli bilim, edebiyat ve siyaset aktörleriydi.

Tüm bu simgesel isimlerin fikirlerini ve yaşamlarını incelediğimiz zaman hemen hepsinin dünyayı karanlığa boğan kötülüklere, sömürüye, sömürgeciliğe, dikta ve zalimliğe karşı olduklarını, öte yandan barışa, insan haklarına, sosyal haklara, savaşçı olmayan bir vatanseverliğe ve hatta demokratik bir sosyalizme açık olduklarını görüyoruz. Bu simgesel isimleri teker teker inceleyelim ve Hasan Tahsin üzerindeki etkilerini görelim.

Yurtseverlikten Enternasyonalizme: Jean Jaures

Bir zamanlar şunu diyen kişi bu satırları yazanı etkilediği gibi, hiç şüphesiz Hasan Tahsin’i de etkilemişti: “Yurtseverliğin azı, seni Enternasyonalizm’den uzaklaştırır. Derin yurtseverlik, seni Enternasyonalizm’e yaklaştırır.”

Birbirine karşıt iki kavram gibi öne sürülen, Yurtseverlik ve Enternasyonalizm, 19. ve daha çok 20. Yüzyılın önemli bir sorunsalı idi. Özellikle Emperyalizmin işine gelen bu zıtlık, bir propaganda baskısı ülkelerin üzerine çörekleniyor, kapitalist veya sosyalist hangi rejimi benimserlerse o ülke halklarına “Yurtsever Olmayın” sloganını dayatıyordu. Yurtseverliğe karşı bir küreselcilik, dünyanın dizginlerine ele geçirmek için eylem halindeydi. Fransız sosyalist düşünür Jean Jaures, bu dayatmaya karşı çıkmaktaydı..

Dünyanın önde gelen eşsiz söylevcilerinden, 30 yıl boyunca miting meydanlarında, parlamento kürsülerinde ve gazete makalelerinde demokratik sosyalizmi savunan, insanlığın geleceğini kurtarmak için barışa sarılmaların ateşli nutuklarla öneren, büyük barışsever, Fransız Sosyalist Partisi önderlerinden ve Humanite gazetesinin kurucusu Jean Jaures (1859-1914) örgütçü bir lider, retoriği güçlü bir söylevci ve çok etkili bir barış havarisiydi.

Orta halli bir aileden geliyordu. Castres’te doğdu, lise yıllarında söylevci kimliği ile öne çıktı, Paris Yüksek Öğretmen Okulunu’ bitirip felsefe öğretmenliği yaptı ve Toulouse Üniversitesi’nde konferanslar verdi. 1985’e milletvekili oldu. 1892’de proletaryanın adayı olarak yeniden Fransa Parlamentosu’na girdi. Yaşamının sonuna kadar parlamentoda işçi haklarının sesi oldu. Etkili ve ateşli konuşmaları kitleleri harekete geçirdi ancak çok düşman kazandı.

Sadece Fransa’nın değil, tüm Avrupa kıtasının demokratik sosyalizm simgesi Jean Jaures, bir gün barışseverlerin Fransa’nın Birinci Dünya Savaşı’na sürüklenmesini önlemek için düzenledikleri bir toplantıya katıldı, aynı konuda savaş karşıtı makalesini Humanite’de yazdı. Gazeteden çıkarak dostlarıyla birlikte bir kahveye uğradı. Bu esnada pencereden uzanan bir silah namlusundan çıkan kurşunlar beynini parçaladı.

Ertesi gün, Birinci Dünya Savaşı patladı. Dünyayı paylaşmak için harekete geçen emperyalistlerin oturduğu kanlı sofrada paylaşım yapmak için harekete geçen Fransa’nın şoven, militarist, yayılmacı güçleri, böylece “Barış, Demokrasi ve Sosyalizm” simgesi Jean Jaures’i ortadan kaldırmış oluyorlardı (Not: Jean Jaures’i Türkçede okumak için rahmetli dostum Asım Bezirci’yi önermek isterim: Demokrasi, Barış ve Sosyalizm – Jean Jaures (Çeviren: Asım Bezirci) – Evrensel Basım Yayın – 1999 İstanbul).

Hasan Tahsin’in sosyalist düşünceleri büyük ölçüde Jean Jaures’ten kaynaklanmıştı. Bunu kendisi de yazılarında özellikle vurgulamış, onu Paris’teki öğrenim yıllarından tanıyanlar da Jaures hayranlığının altını çizmişlerdir. Hem yurtsever, hem barışsever, hem eşitlikçi bir ruh yapısına 20’li yaşlarının başında ulaşabilen Hasan Tahsin’in ölmeden önce yayınladığı gazetenin isminin de Hukuk-u Beşer, yani İnsan Hakları olması bu gerçeklerle örtüşmektedir.

Hasan Tahsin’in Jean Jaures’e olan hayranlığı, gerçekte o yıllarda Paris’te bulunan tüm Türk gençlerini sarıp sarmalamıştı Örneğin Yahya Kemal hem şiirlerinde hem de hatıralarında ondan söz etti. “Çocukluğum, Gençliğim ve Edebi Hatıralarım” isimli kitabında, Paris”te iken sosyalistlerin mitinglerine katıldığını ve özellikle Jaures’in ateşli nutuklarında kendinden geçtiğini anlatır:

“1094 senesi, Paris’te kilise ve din düşmanlığının azdığı ve sosyalist cereyanın sert bir rüzgar gibi estiği bir seneydi. Mitinglere ve nümayişlere karışıyordum. Sokaklarda Enternasyonal’i dinlerken kalbim geniş bir insanlık sevgisiyle doluyordu ve gözlerim yaşarıyordu. Jaures, Pressence, Vaillant, Alman anarşist Sebastien Faure ve Malato’nun nutuklarını hararetle dinliyordum. İhtilalci hararetim 1905’e kadar sürdü ve sonra sönmeye yüz tuttu. Kendimi Paris’in eğlencelerine, hevavü heveslerine kaptırdım.”

İçlerinde Hasan Tahsin’in de bulunduğu Türk gençlerinin Jaures’e hayranlığını üst düzeyde temsil eden Yahya Kemal, Jean Jaures’e duyduğu sevgiyi, daha sonra “Kendi Gök Kubbemiz” kitabındaki “Eski Paris” isimli şiirinde de canlandırdı:

“Eski Paris’te bir ömür geçti;

Jaures’in gür sedası devrinde

Tuncu canlandıran ilahtı Rodin,

Verlaine absendi Baudelaire afyonuna

Karışan bir sihirli hazdı şiir..”

Yahya Kemal de Jaures sevdalısıydı..

Demokratik sosyalist Emile Vandervelde

Hukuk-u Beşer gazetesindeki yazılarından öğrendiğimiz ve yakın arkadaşlarının isim zikrederek önemle vurguladıkları gibi, Hasan Tahsin’in ilgilendiği ve etkisi altında kaldığı bir başka sosyalist olan Emile Auguste Vandervelde (1866 – 1938, Belçikalı bir teorisyen yazar ve politikacıydı; Belçika İşçi Partisi’nde ve Demokratik Sosyalizm yanlısı uluslararası sosyalizm hareketlerinde önde gelen saygın isimlerden biriydi.

Başta liberal siyasetten etkilenmişti. Brüksel Serbest Üniversitesi’ne hukuk öğrencisi olarak katıldıktan sonra 1886’da kurulan Belçika İşçi Partisi’ne girdi. Birçok politik başarılar ve kariyer sıçramalarından sonra, 1900’den 1918’e kadar 2.Enternasyonal başkanlığını üstlendi. Kollektivizm ve Endüstriyel Evrim, Yaşasın Komün, Belçika Sosyalizmi gibi çok okunan kitaplarının yanında birçok yayına imza attı. 1914’te Devlet Bakanı oldu. Daha sonra Dışişleri Bakanı, Halk Sağlığı Bakanı oldu. Birinci Dünya Savaşında ülkesinde Alman İşgaline karşı direniş politikalarını destekledi. Versay Antlaşması’nda Belçika delegesi idi, ardından Milletler Cemiyeti’ne girdi. 1923’ten 1938’e kadar başkanlığını yaptığı Çalışma ve Sosyalist Enternasyonal’in kurulmasına yardım etti.

Savunduğu sosyalizmde genel oy hakkı, sosyal demokrasinin genişletilmesi, devletin sosyalizmdeki rolünün belirginleşmesi, cezaevi reformu, geniş sendikal haklar gibi ilkeler yer alıyordu, bir teorisyen olarak sosyal demokrasi konularında fikir ürettiği gibi siyasette uygulamalara da güç verdi.

Hasan Tahsin, Paris’te sosyalist cemiyetlerin düzenlediği konferanslara katıldığını kendisi anlatmaktadır. Bu konuda 9 Mart 1919 tarihli Hukuk-u Beşer gazetesinde yayınlanan “İzmir’de Türk Ocağı” başlıklı yazısında ilginç şeyler söylemekte:

“..Vaktiyle Paris sosyalist konferanslarından birinde Belçika meşahir-i siyasiyyunundan (meşhur siyasetçilerinden) ve Beynelmilel Sosyalist Cemiyeti Reis-i Muhteremi Vander Vild’in (Emile Vander Valde) ,“milliyet” esasını Sosyalizmin reddetmediğini binaenaleyh namuslu sosyalistlerin evvela milliyetperver olmaları zaruretini büyük bir belagat ve kuvvetle söylediğin hatırlıyorum.

Evet; Sosyalizm beynelmilel bir hayatı, bir akideyi, bir sima-yı ictimaiyi doğuracak bir validedir (anadır), fakat acaba bu bütün milletlerin fevkinde yaşayan esrarengiz yalnız ve yalnız bu emr-i ictimainin husulünden olması için dünyaya gelen bir nesli garibin bir fesile-i hayvaniyenin nüfuz ve kuvvetiyle olacak. Şüphesiz ki hayır! Evvela milliyet esasi ki mahrek-i medeniyetin birinci kuvvesi sonra da beyne’l-milliyet bu da kuvvesi hariciyeyi teşkil eder. Bunların her ikisinin de aza-yı vatan ve beşeriyet sıfatıyla şiddetle temasına zaruridir”.

Yine aynı yazısında Hasan Tahsin, İzmir’de kurulan Türk Ocağı hakkında görüşlerini sunarken şunların altı çizmekte:

“..Yeniden mevki-i mücadeleye çıkan Türk Ocağı’ndan biz mensup bir azası gibi değil fakat milletin, milliyetin tekamül ve terakkisini ruh ve kalpten temenni eder bir ihtilalci “tekamülü seri taraftarı” bir gazeteci, bir sosyalist sıfatıyla temenni ediyorum.”

Bu yazısında yazar, sosyalizm ideali ile milliyet bağlılığının pek güzel bir sentezini sunmaktadır bize. Hasan Tahsin’in kendisini bu tür bazı önemli yazılarında sosyalist olarak takdim ettiğini biliyoruz. Ancak bu yıllarda (1919’lar, yani 1917 Rus Devrimi yılları) kendini sosyalist olarak takdim eden birinin ideolojisinin sınırını popüler Bolşevizm’in kenarına kadar getirmeyip, Bolşevizm’i hemen açıkça ret etmesi pek kolayca anlaşılabilecek değildi. Evet, Rusya’da ve Avrupa’nın birçok ülkelerinde Bolşevik olmayan sosyalist akımlar vardı ama hem etkinlikleri azdı, hem de Bolşevizmin muazzam karizmasının etkisinde idiler. Hasan Tahsin sosyalist olduğun belirttiği yazılarında, aynı zamanda Bolşevizm’e karşı olduğunu açıkça beyan etmiştir. Sosyal Demokrasiye veya Demokratik Sosyalizme yatkın bir yörünge çizen Hasan Tahsin’in ideolojisinin Bolşevik olmayan sosyalist Emile Vandervelde’nin etkisinde kalmasının bir sonucu olduğunu düşünebiliriz..

William Blake’nin melek şiiri

Lord Buxton, hapishane ziyaretinde suikastçısının İngiliz şair William Blake’nin “Bir Melek Gibi Yükselme” şiirini çok sevdiğini belirtmekte. Bu şiir gerçekte şairin “Angel” (Melek) isimli şiiridir. Buxton, bu tür şiirlerin ve Melek şiirinin Hasan Tahsin’e silahlı eylemlerini tek başına gerçekleştirmesi için güç verdiğini sözlerine eklemiştir. W.Blake’nin “Angel” isimli ünlü şiirini buraya alalım:

Angel (Melek) Bir rüya görmüştüm! Bu ne anlama geliyor? 

Ve ben bir bakire kraliçesiyim. 

Hafif bir melek tarafından korunan: 

Tanrısız çıldırmazdı! 


Hem gece hem gündüz ağladım. 

Ve gözyaşlarımı sildi; 

Hem gece hem gündüz ağladım. 

Ve ondan sakladım kalbimin tadını. 


Böylece kanatlarını aldı ve kaçtı; 

Sonra sabah kırmızı gülü kızarttı. 

Gözyaşlarımı kuruttum ve korkularımı silahlandırdım 

On bin kalkan ve mızrakla. 


Kısa süre sonra meleğim tekrar geldi; 

Silahlıydım, boşuna geldi; 

Gençliğin kaçtığı zaman için 

Ve kafamda gri saçlar vardı. 

Hasan Tahsin’i epey etkileyen İngiltere’de romantizmin öncüleri arasında yer alan ressam, gravür sanatçısı, şair William Blake (1757 – 1827), edebiyat dünyasının en önemli isimlerinden biri olmasa da, en gizemli isimlerinden birisidir.  Romantik Çağ’ın öncü bir figürü olarak görülen, Blake hem büyük bir şair, hem eşsiz bir düşünür sayılır. Kurtarıcı Melek, onun hem şiirlerinde, hem de resim ve gravürlerinde en önemli figürdür. Blake şiirlerinde ruhunun gökyüzüne doğru neşeyle yükseldiğini belirtip kendisine hep kurtarıcı melek gönderildiğini metaforlarla anlatmıştır.

Bir sosyolog: Herbert Spencer

Sosyolog Herbert Spencer der ki: “İnsanların belirli şartlar altında genel olarak nasıl düşündükleri, nasıl hissettikleri ve nasıl davrandıkları hakkında bilgi edinilmeden, sosyolojinin en temel gerçeklerine ulaşılamayacağı; insanın bedensel ve ruhsal bütün becerileri yeterince tanınmadan, sosyolojiyi tam olarak kavramanın mümkün olmayacağı açıktır.”

Hasan Tahsin’in Bükreş Hapishanesinde kendisini ziyaret eden Lord Buxton ile konuşmasında Paris’teki öğrenim hayatında etkilenerek okuduğu bir sosyolog olan Herbert Spencer’i de belirtmesi anlamlıdır.

1820 doğumlu İngiliz Sosyal Bilimci Spencer’in babası muhalif, saldırgan ve mücadeleci bir öğretmendi. Spencer, radikal – muhalif gazetelerde yazarak geçimini sağlamaya çalıştı. Londra’da Economist dergisinde editör yardımcısı olarak çalışmaya başladı, 1848 yıllarında gayet seçkin bir entelektüel çevre ile ilişki kurdu. Burada liberal siyasi görüşleri belirginleşti. Lamarkçılık ve Darwincilik ile tanıştı. 1853 senesinde amcası ona yüklü bir miras bırakınca işten ayrıldı ve kendisini araştırmalarına verdi.

1851’de ilk kitabı Toplumsal Statik’i yayınlayarak liberallerden övgü topladı. 1855’te Psikolojinin İlkeleri’ni yayınladı. 1862’de Sentetik Felsefe adlı kapsamlı eserinin ilk cildi olan “İlk Prensipleri” yayınladı. Sırayla Biyolojinin İlkeleri, Sosyoloji Araştırması, Etiğin İlkeleri, Sosyolojinin İlkeleri adlı ciltleri yayınladı. 1884’te “İnsan Karşısında Devlet” adlı eseri ve 1904’te otobiyografisini yayınladı.

1870 sonrası İngiltere sorunlarını aşmak için devletçi politikalara gitti ve sömürge alanlarını genişletti. Bunu gören Spencer barbarlığın artabileceğini ve toplumların geriye de gidebileceğini düşündü. Bu nedenle hayatının son yıllarını yalnız ve herkesten uzak geçirmeyi tercih etti. 8 Aralık 1903 tarihinde Brighton’da hayatını kaybetti.

“Sentetik Felsefe” eseri sayesinde kendisine iyi bir çevre, hayranlar ve bol miktarda para kazandırdı. Çok tanınan ve başarılı bir yazar oldu. Yüzyıl biterken eserleri Fransızca, Almanca, İspanyolca, İtalyanca ve Rusça ’ya çevrildi. Hayatı boyunca üniversite ve hükümet görevlerinde uzak durdu ve gelen teklifleri reddetti. O hem Avrupa’da evrimci sosyal bilim görüşleri üzerinde hem de Amerika sosyolojisine derin etkiler de bulundu. 1860 – 1900 yılları arasında hiçbir sosyoloji ve felsefe kitabının ulaşamadığı satış rakamlarını Amerika’da yakaladı. Sadece ABD’de 368.755 adet sattı. Ancak Durkheim, metinlerinde onun görüşlerini alt etmeğe gayret ettiği için Kıta Avrupası sosyolojisindeki etkisini kırdı.

Spencer, Evrimci bir sosyal düşünürdür. Bu nedenle de Sosyal Darwinizmin kurucuları arasında adı geçer. Ona göre toplum, evrim kanununda olduğu gibi basitten karmaşığa bir dümdüz dizi halinde değil, bir organizmanın organlarının oluşumu gibi basitten karmaşığa farklılaşmanın aynı anda çoklu yaşandığı bir biçimde gelişir.

Endüstriyel veya sanayi toplumu henüz ortaya çıkmış değildir. Ancak bu evrimin insanlığı götüreceği noktadır. Askeri, despotik ve baskıcı rejimlerden hürriyetçi ve barışçı devlete doğru gidiş olacaktır.

Spencer’ın Türk toplumuna etkileri şöyle gelişti. Spencer’ın eğitim görüşlerine Türkiye’de ilk olarak Beşir Fuad değindi. 1895’te Maarif dergisinde hakkında bazı yazarlar tarafından yazılar kaleme alındı. Mehmet Ali Ayni, Ahmet Şuayp, Rıza Tevfik ve M. Cavit ona atıflarda bulundu. Selim Sırrı Tarcan, Spencer’a ait olan “Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur” sözünü Türkiye’ye yerleştirmeye çalıştı. Fazıl Ahmet 1909’da Terbiye Tahsil makalesini ona atıfla yazdı.

Mustafa Kemal’in şu sözü üzerindeki Spencer ve sosyal Darwinizm etkisinin en güzel kanıtıdır: “Efendiler, bilirsiniz ki hayat demek mücadele ve müsademe demektir. Hayatta muvaffakiyet mutlaka mücadelede muvaffakiyetle mümkündür. Bu da manen ve maddeten kuvvete, kudrete istinat eder bir keyfiyettir.” 1920’ler ve 30’lar boyunca Spencerci görüşler eğitim hayatımızda etkili oldu. 1923’te Spencer’ın eğitim hakkındaki makaleleri Muallimler Mecmuasında yayınlandı. 1924’te Münir Ertegün bu görüşleri tümüyle Türkçe ’ye çevirdi. Hasan Tahsin’in İsviçre’de olduğu yıllar Lozan Türk Yurdu’nu ziyaretinde tanıştığı ve dostluk kurduğu ünlü eğitimci Mustafa Rahmi Balaban, 1927’de İzmir’de yayınlanan Fikirler Dergisinde Spencer tanıtımı üzerine yazdı. Ancak sonraki yıllarda Bergsonizm’in ülkemizdeki tesiriyle Spencer’cilik zayıfladı.

Bunları da sevebilirsiniz