Hem Yerli, Hem de Milli Olmak

Yerli ve milli kavramları her yurtsever için heyecan vericidir. Herhangi bir ülkenin yerli ve milli olarak nitelendirilebilmesi için, tarımsal üretimine, sanayi üretimine ve giderek iç ve dış siyasetine bakmak gerekir. Bunlar birbirleriyle ayrılmaz bütündürler. Aslında yerli olunmadan milli olunamaz. Zira, biliriz ki milliliğin temelini yerli olmak oluşturur.

Bir ülkenin kalkınması ve yurttaşlarının mutlu olması önce üretim tarzından geçmektedir. Ekilenlerin, biçilenlerin, öz topraklarının malı olmalıdır. Yılların verdiği birikimlerle sağlanan yerli tohumlar ile gübre, o ülkenin yerli üretimle beslendiğinin bir delilidir. Şayet ekip biçilenlerin tohumları, günümüzde olduğu gibi dışarıdan alınıyorsa, o ülke üretiminin yerli, insanının da milli olma şansı yoktur.

Yerlilik aynı zamanda bir kültür sorunudur. Kültür yılların birikimleri ile oluşmuş bir düşünce, bilinç ve yaşam biçimidir. Gerek tarımsal üretim tarzında kullanılan tohumlar, gerekse toprağın işleniş şekli, yaşanılan toprak üzerinde kendine özgü bir kültür oluşturur. Ülkemizin geçmişine dönüp baktığımızda; özellikle Ulusal Kurtuluş savaşından sonra geliştirilen tarımsal üretim hem ülkenin kalkınmasına hem de ulusal onurun oluşmasına kaynak teşkil etmiştir. Bu dönemde ülkemizde yetişmeyen bazı tarım ürünlerinin tohum ve fideleri yurda getirilerek ülkenin tarım üretimine çeşitlilik kazandırılmıştır.

İkinci Dünya Savaşı sonrası emperyalist ABD ile yapılan Marshall Yardımı Anlaşması birçok alanda olduğu gibi, adım adım yerli üretim ve tohum üzerinde de olumsuz etkiler yaratmıştır. Giderek ülkede kendi özünü yitiren tarım, bugün saman bile ithal eder konuma gelmiştir. Bu durum bildiğim kadarıyla, ellili yılların sonuna doğru Menderes İktidarında ilk kez ABD’den Sonora buğday tohumunun ithal edilerek çiftçiye dağıtılmasıyla başlamıştır. Bugün geldiğimiz durumda, tüm ekilen biçilen tarım ürünlerinin tohumu hibrit olarak (ekilenden yeni tohum elde edilemeyen) dışarıdan satın alınmaktadır. Bu da yetmezmiş gibi, ülkede ne kadar tarım ürünü yetiştiriliyorsa hepsinin yanı başına dışarıdan ürün ithal edilmektedir. Bu ithal edilen ürünlerle rekabet edemeyen yerli üreticiler ya ekim yapmamakta ya da zararına ürünlerini satmak zorunda kalmaktadır. Bunun da sebebi, tarımsal girdileri maliyetinin çok yüksek olmasıdır. Öyle ki; ülkemizde bir Trakya kadar toprak ekilmeyip kendi haline bırakılırken, Sudan gibi bir ülkeden toprak kiralanarak çiftçilerimiz çeşitli teşviklerle Sudan’a gitmeye yönlendirilmektedir. Tüm dünyada tarımsal üretim ülkenin koşullarına uygun bir biçimde maddi olarak desteklenirken, ülkemiz çiftçileri üvey evlat muamelesi görmektedir. Böyle bir ülkede yerli olmak şöyle dursun, soğan, sarımsak ve saman bile yerli olamaz.

Milli olmanın temel şartı ulusal onur ve ulusal bilinç gerektirir. Bu iki kavram oluşmadan yerli ve milli olunamaz. Bugün ülkemiz çağdaş sanayi üretimini montaj tekniği ile takip ederken, bazı teknolojiyi dışarıdan alarak onları ülkede birleştirmekle sanayi millileşmez. Bunun sonucu da sokaktaki insanların ellerindeki cep telefonlarından altlarında kullandıkları arabaya varana kadar, evde seyrettiğimiz televizyondan kullandığımız buzdolabına kadar ne varsa ya patentle yapıyoruz ya da ithal ederek kullanıyoruz. Bunun adına da milli diyoruz. Bu halk daha ne kadar bu konularda kandırılır bilemiyorum. Bildiğim tek şey ise göbekten dış sermayeye ve teknolojiye bağlı olmamızdır.

Bu bataklıktan çıkmamız, en başta içine yuvarlandığımız eğitim bataklığından çıkmamıza bağlıdır. Yerli ve milli olmak, çağdaş gelişmeyi ülke gerçekleri ile bağdaşlaştırarak yeniden silkinmekle mümkündür. Tarım kooperatiflerle örgütlenmeden ve ekonomik olarak devlet tarafından desteklenmeden, katma değeri yüksek sanayi ürünlerini yapmak için bilimsel araştırma ile geliştirmeye yönelmeden, borç batağından kurtulmak hayal bile edilemez. Bugün ülkeyi yöneten iktidarın, ülkemizin üretim yapan Cumhuriyet fabrikalarını satıp, dışarıdan bulunan dolarları yol ve beton bloklara yatırmayı kalkınma saymak, bunu da siyasette başarı olarak ileri sürmek, ekonomik ve sosyal krizden başka bir şey üretmez. Aldığımız borçların faizini bile ödeyemezken kalkınıyoruz demek, saçmalamaktan öte bir anlam taşımaz. Cumhuriyet kurulduğunda kol ve beden gücü ile yapılan kara yolu ve tren yollarımız bugün gelişen makine teknolojisi ile çok kısa sürede yapılabilmektedir. Bununla övünmek ve siyaset yapmak ülke ekonomisine asla katkıda bulunmaz.

Kendi elimiz ve ayağımızla düştüğümüz Ortadoğu’nun savaş bataklığından zarar gören Suriyeli sığınmacılara, dışarıdan aldığımız borçla yapılan yardıma insani kılıf bulmak gerçeği ortadan kaldırmıyor. Bu yardım aslında dinsel bir içerik taşımaktadır. Yemen’deki ölen Müslüman çocuklara Şii olduklarından tek kuruş yardım yapılmazken, ÖSO’ya, (Özgür Suriye Ordusu) sığınmacılara Müslüman Kardeşler ideolojisi ile destek vermek, iktidarın zihniyetini açığa sergilemektedir. Sudan’da toprak kiralamak da aynı zihniyettir. Mustafa Kemal genç yaşından itibaren ateş çemberi içinde yoğrulan ve sağlanan bilgisi ile Cumhuriyet iktidarlarına kuzey komşumuz Rusya ile iyi geçinmeyi ve Araplar’ın iç işlerine karışmamayı boşa vasiyet etmemiştir. Ülkesinin ve halkının bataklığa düşmesini önlemeyi amaçlamıştır. Şayet yerli ve milli bir siyaset izlenecekse Mustafa Kemal’in Türkiye’sine bakmak gerekmektedir.

Bir ülke ve O’nun yurttaşları yerli ve milli olmak istiyorlarsa, yerel kültüre, yerel üretime ve ulusal onura (başka ülkelerden iane kabul etmemeye) sahip çıkmalıdırlar. Bu değerlerden uzaklaşıp laf olsun diye bu değerleri sahiplenir görünmek çıkmaz sokaktır. İçinde debelenip durulur.

Bunları da sevebilirsiniz