1960 – 1961 Öğretim Yılında bin bir hayallerle okuldan mezun olmuş, görev yapacağım okulu gözümün önüne getiriyor, eğitim vereceğim öğrencilerle ilgili kafamda devamlı kurgular kuruyordum. Nihayet atanmamın Urfa Birecik Yuvacık köyü olduğunu öğrendim.
Tahta bavulumu içine birkaç kitap, gerekli giysileri biraz yemek malzemesi ile hazırladım. Bir de bir yorgan bir döşek bir kilime sararak denk ettim.
Üştüm yollara. Nizip Birecik arası çok yakın o günün koşullarında bile arabalar oldukça sık geçer Nizip’ten Birecik’e.
Birecik’te köyüme nasıl gidileceğini sordum. Haftada bir gün köylüler pazara gelir, Küçük ve büyükbaş hayvanlarını satar ve gereksinimlerini alıp köye giderlermiş.
Bende tahta bavulumu ve dengimi aldım bir kamyona bindim. Kamyon tıklım tıklım dolu, İnek, eşek, koyun, kuzu, at ne ararsan var tabi insanlarda.
Hani öğretmenim ya saygı gösterirler şoförün yanına oturturlar diye ümitlenmiştim. Kamyon sırasıyla her geçtiği köyle yolcularını indiriyor kamyonun yükü azalınca tozu dumana katarak yol alıyor.
Nihayet köyüme vardım. Bir an önce okuluma gitmek istiyorum. Birden hayallerim yıkıldı. Çünkü Okul diye upuzun bir baraka,
Köye ilk atanan öğretmenmişim. Sıra, masa, kara tahta yok. Ağaç olarak barakanın yanında bir dut ağacı var köyde buna benzer birkaç ağaç daha vardı.
Muhtara haber vermişler Muhtar geldi. İlgisiz hiç te memnun olmamıştı. Köyde sadece askere gidip gelen erkekler Türkçe biliyor. Diğerleri hep Kürtçe konuşuyor. Ben de Kürtçe bilmiyorum.
Ne yapacağımı düşünürken ilerlerden güler yüzlü bir kişi bana doğru geliyor, nihayet geldi. Hoş beşten sonra Ben ismimi o da ismini söyledi adı Ahmet’ti. Biraz keyfim yerine gelmeye başladı. Zira bizler okuldan mezun olurken bu gibi durumlarla karşılaşacağımız bize söylenmişti.
Bana yakınlık gösteren Ahmet arkadaş beni evine davet etti. Ne bulduysak o akşam yedik, çay içtik konuştuk çareler üretmeye başladık. Okutacağım çocukları bulmamda okula kayıt etmemde bana yardımcı oldu.
Başladık öğrencilerle ders yapmaya. Yağmur yağınca ders yapamıyoruz, çünkü barakaya düşen yağmur suları silah sesleri gibi konuşmalar bile duyulmuyor. Genel olarak dersleri okulun önünde yapıyoruz. Derslerimiz daha çok oyun şeklinde oluyordu. Amaç okula ısındırmak.
O yıllarda her taraf bit le dolu, Önünü almanın olanağı da yok. Çare olarak. Çocukların saçlarını kesmekten başka çıkar bulamadım. (Okuldan mezun olduğumuzda bizlere 80 TL (Seksen Lira) donatım parası Atatürk’ün 3 Cilt Nutku ve bir dolma kalem vermişlerdi. İşte bu seksen liranın bir kısmına saç tıraş makinası, Enjektör takını ve yeteri kadar iğne almıştım. Tabi yine öğretmenlerimizin uyarısı üzerine)
Ve kız öğrencilerimin babalarını da bu iş için ikna ettikten sonra. Babalarını diyorum. Çünkü bugün bile kadınlarımızın yeri Nazım Hikmet’in dediği gibi:
Korkunç ve mübarek elleri, ince küçük çeneleri, kocaman gözleriyle anamız, avradımız, yârimiz ve sanki hiç yaşanmamış gibi ölen ve soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen kadınlarımız.
Saçları tıraş makinasıyla keserken makine bitlerin çokluğundan çalışmıyor. Her öğrencinin saçı kesildikten sonra makine temizleniyor yeniden başlıyorum tıraşa.
Tabı bu arada ben de bitlenmişim. Ama bom boş barakada duş almak, bayo yapmak, çamaşır yıkama gibi bir lüksümüz yok. Anca haftada bir kamyonla yine köylülerle birlikte Birecik ilçesine indiğimizde önce bir hamama Üzerimizdeki çamaşırları yakması için hamamcıya veriyorum. Yeni aldığım çamaşırları giyiyorum. İyice de karnımı doyuruyorum. Akşam otelde zaten bir otel var o da haftada bir şehre inen öğretmen arkadaşlarla dolup taşıyor.
Öğrencilerimle çabuk kaynaştık, yapa bildiğimiz kadar ders te yaptık. Yavaş yavaş köylülerle de dost olmuştuk.
Soğuk bir gündü her taraf buz tutmuş, ben yorganın altında gaz lambasını yakmış kitap okuyordum (O yıllar hiçbir köyde elektrik yok) Kapı önünde ayak sesleri çıktım dışarı titreyerek. Öğrencilerimden birinin babası:
“Mualimo yetiş banim avrat ölüyor” diye ağlayarak yalvarıyor. Hemen Hastanın evine doğru zaten evde yakın koştuk. Hastanın başında köylü kadınları toplanmış Kürtçe ağıt yakıyorlar. Ev çok sıcak (Urfa’nın köy evlerinde pencere olmaz, Tepede bir pencereye benzer delik var buradan yanan tezeğin dumanı çıkar. Zaten tezekten başka da yakacak yok.)
Hemen kadınları hastanın başından uzaklaştırdım. Kadının eşine söyleyerek. Karnının ağrıdığını söyledi kocası. İlk aklıma gelen apandist oldu. (Çünkü okulda bize sağlık bilgisi dersinde ilk yardımı, iğne yapmayı, okulumuz yatılı olduğundan revirde hasta arkadaşlarımıza doktorun gözetiminde iğne yapmışlığımız da var. Yani çok donatılmış olarak köylere çıkmıştık.)
Hemen karın bölgesine konulan sıcak su dolu tencereyi, ve ne kadar sıcaklık varsa hepisini attırdım. Dışarı buz tutmuştu demiştim. Buz parçalarını, kuyudan çekilen soğuk suyu ıslatarak karın bölgesine koydurdum. Kadınları da dışarı çıkarttım. Hasta biraz kendine geldi. Hemen bir atın akasına ağaçlar üzerine bir döşek atarak yaya 3 saatlik Halfeti İlçesine Böğürtlen nahiyesine yolcu ettim. Zira orada bir sağlıkçının olduğunu biliyordum.
Hasta Böğürtlenden Birecik İlçesine Karakolun Cipi ile gidiyor. Doktor gerekli müdahaleyi yapıyor ve hasta hayata dönüyor.
Tabi doktor ilaçlar yazıyor iğneler veriyor. Ama iğneyi kim yapacak bunu bilmiyor.
Yine iş başa düştü Enjektörü kabına koyarak içinde iğneleri ile iyice kaynattım. Soğuduktan sonra Kolonya ve pamukla iğne yapılacak yeri belirleyip hastanın her gün iğnelerini yaptım. Tabi bu arada her hastaya koştum. İğnesi olanların iğnesini yaptım. Okulda aldığımız çok değerli bilgilerin tatbik edilerek onlarca hastanın iyileştirilmesini sağladım.
İşte benim öğretmenliğim.
Beni okutan öğretmenlerimi saygı sevgi ve özlemle anıyorum.
Abdurrahim Sercan
Emekli Öğretmen