Paris’te Hasan Tahsin’le buluştum…

Günümüzden 100 yıl önce İzmir’de 15 Mayıs 1919’da işgal kuvvetlerin ilk kurşunu sıkarak şehit olan gazeteci Hasan Tahsin, 1908 Meşrutiyet Devrimi sonrasında Paris’e giderek Sorbonne’da öğrenim gördü. Monge Sokağı 51 numaralı binada arkadaşı Hürriyet kahramanlarından Selanikli Mazlum Bey ile birlikte pansiyonda yaşadı. Emekli General Dr. Mazlum Boysan ile o günleri çok uzun yıllar önce bana anlatmıştı. Paris’te o adrese gidip iki arkadaşın birlikte kaldıkları evi buldum. O anda Hasan Tahsin’i yetiştiren kaldırımlarda yürüyordum.

1996 Ekim ayı…Paris’te dördüncü günüm…Öğleden sonrası. Yağmur yağıyor. Bu saatlerden itibaren Hasan Tahsin ile birlikte olmak için onun yaşadığı semte, onun yürüdüğü kaldırımlara gideceğim. İzmir’den ta buralara gelişimde beni heyecanlandıran amacım değil miydi? Yıllardır başucumdaki geniş sehpanın üzerinde hep aynı albümler durmaz mıydı?

1- Robert Laffont’un hazırladığı büyük boy, renkli resimli “Historie Paris” (Paris Tarihi).

2- Clup Messidor yayını “Quand Lenin Vivant A Paris” (Lenin’in Paris Zamanı).

3- Billy Klüver ve Julie Martin’in ortaklaşa yazdığı ve 1900 yıllarının Paris bohemini ilginç fotoğraflarla anlatan “Kiki’s Paris” (Kiki’nin Paris’i).

Bu albümlerin sayfalarını yıllarca keyifle ve heyecanla çevirmemdeki sebep, 1900’lü yılları anlatması yüzündendi. Hasan Tahsin’in Paris’te yaşadığı yıllardı onlar. Onun adımladığı kaldırımlara imrenerek bakmıştım. Paris’e gelmek, onunla buluşmak istiyordum. En büyük dostumdu, yoldaşım ve önderimdi, ta çocukluğumdan beri. Hani kendi halinde, bekar ve gariban bir yaşamı sürükleyen büyük dayılarımın en küçüğü Mücellit İzzet Altınkalem Efendi’nin Kemeraltı Meserret Hanı içindeki cilt atölyesinde o efsanevi gazetecinin Yunan Ordusuna ilk kurşunu sıkışını anlattığı, hani yüreğimin o dakikalarda pıt pıt attığı minik yıllarımdan beri…

15 Mayıs 1919’da İzmir’in Konak Meydanında işgalci güçlere karşı ilk kurşunu atarak Ulusal Kurtuluş Savaşımızın ilk direnişini gerçekleştiren Gazeteci Hasan Tahsin, 1908 Meşrutiyet Devrimi’nden sonra İttihat ve Terakki’nin ülkeye egemen olmasıyla birlikte Paris’e gitmişti (veya gönderilmişti). Şimdi o yıllara dönelim.

İttihat ve Terakki’nin ilk iktidar günleri…Enver Paşa, “Teşkilatı Mahsusa” ismini taşıyan Osmanlı Gizli İstihbarat Servisi’ni, Avrupa, Asya ve Afrika ülkelerinde faaliyet gösterecek bir teşkilat olarak ciddi biçimde organize etmeyi düşünür. İttihatçılar, örgüt için çalışacak, dil bilen, kültürlü ve gözü pek elemanlar yetiştirmek amacıyla Avrupa’ya kendilerince olumlu olarak mimlenmiş bazı gençleri öğrenci olarak göndermeye karar verirler. Bu kapsam içinde o tarihlerde gerçek ismi “Osman Nevres” olan Hasan Tahsin de, partinin burs yardımı sayesinde yetiştirilmek için Fransa’ya gönderilir. Bu ayrıntıyı sağlıklarında ulaşabildiğim Osman Nevres’in örgütten arkadaşları, örneğin Osman Süavi Kökmen, Hamza Osman Erkan, General Mazlum Boysan gibi güvenilir kişiler önemle belirtmişlerdi.

Yıl 1909… Daha sonra gizli örgüt tarafından kendisine verilecek bir görev gereği Hasan Tahsin takma ismini alacak olan Osman Nevres, Paris’tedir. Başvurduğu Sorbonne Üniversitesi’ne hemen kabul edilmediği için önce Büyük Lui Lisesi’ne kaydolur. Bir müddet sonra ise istediği gerçekleşir ve Sorbonne’un Sosyoloji Bölümüne geçer. O dönemde Paris’te yine Selanikli olan Askeri Doktor Mazlum (E.Tümgeneral Dr. Mazlum Boysan), İttihatçılar tarafından Fransa’ya Askeri Tıp Akademisi’ne yüksek öğrenim için gönderilmiştir. Geçmişinde Abdülhamit rejimine karşı hürriyet mücadelelerinde görev aldığı bilinen iri kıyım ve yakışıklı Mazlum ile Nevres, aynı pansiyonda aynı odayı paylaşarak yaşamlarını sürdürürler.

Mazlum Paşa, Karşıyaka Aksoy semtindeki mütevazi evinde, eşi Nimet Hanımefendinin demli çayları eşliğinde bana o Paris günlerini anlatmıştı. Bu röportaj Yeni Asır gazetesinde 9 Eylül 1973 günü yayınlanan ilk önemli gazetecilik çalışmalarımdan biri olduğu için benim için pek önemlidir. Mazlum Paşa, iki Selanikli olarak Paris’te Lüksemburg bahçesinde Osman Nevres ile karşılaşmalarını, sarmaş dolaş oluşlarını, Quartier Latin semtinin yakın çevresindeki Monge Sokağı’nda 51 numaralı büyük apartmanın üçüncü katında tuttukları bir oda ve mutfak dairedeki yaşantılarını, kendisi Paris içindeki Val de Grace Askeri Tıp Akademisi’ne devam ederken Nevres’in Sorbonne’da devam eden öğrenim günlerini, Louvre Müzesi’nin galerilerini gezerken Nevres’in vatanseverlik yansıtan tablolar önünde heyecanlanışını, “Tanrı ne zaman bana da, vatanım için kendimi feda etme fırsatı verecek, ne zaman?” diye daima mırıldanışını, sosyalist düşünce ve siyaset sembolleri olan Van Der Valde’nin ve Jean Jaures’in özgürlük ve eşitlik söylevlerinin Nevres’i yoğun biçimde etkileyişini, Trablusgarp savaşı esnasında Fransız gazeteci Stephen Lozan ile ilişki kurarak ülkesini hararetle savunmasını, Arap talebeleri teşkilatlandırarak İtalya’nın Afrika’ya saldırışını protesto edişlerini uzun uzun anlatmıştı.

Bugün 9 Ekim… Dedim ya, öğleden sonra. Paris’te Hasan Tahsin’in pansiyon kaldığı apartmanı bulmaya çalışacağım. Yağmur yağıyor. Yayan gidiyorum… Quartier Latin Mahallesine doğru yöneleceğim. Seine nehri kıyısında eski kitapçıların önünde yağmur bastırdı. Koşarak önce Notre Dame Kilisesi’ne sığındım. 10 Frank verip bir mum aldım ve yaktım. O an dört sene önce, 82 yaşında iken kaybettiğim annemi düşündüm ve içim sızladı yine. Anamın 1972’lerde aylarca İzmir Milli Kütüphaneye gidip, benim için Hasan Tahsin’in başyazarlığını yaptığı Hukuk-u Beşer gazetesini aylarca inceleyip şehit gazetecinin eski Türkçe (Osmanlıca) makalelerini defterlerine geçirip, sonra evimizde Latin alfabesine dönüştürüp bana teslim edişini hatırladım; o defterleri hala saklarım. Gözlerim ıslak.

Notre Dame, müthiş bir kilise, muazzam heybeti var. Hafif loş ve karanlıkça. Turistler sessizce girip geziniyorlar. Tıs yok. Bir hasır sandalyeyi duvar dibine çekip, boynumdaki çantamı da sıkıcı kucağımda kavrayıp uyur gibi yapmaya başladım. Dışarıda nasılsa yağmur var. Uyur gibi yaparken bir süre sonra uyuyakalmışım. Sonra ne kadar zaman geçti bilemiyorum, yıldırım gibi fırladım. Güneş batmadan önce Monge Sokağı’nı bulmalıyım. Hasan Tahsin’in ayak izlerini fark etmeliyim.

İlk kez gideceğim adresi ezberlemişim, defalarca Paris kent planına baktım, yolları inceledim, notlar aldım. Montebello’dan Maubert Meydanı’na, az sonra da Kardinal Lemoine Meydanı’na geliyorum. Yağmur giderek inceldi, ama ağır çantam, fotoğraf makinem, bir elimde sürekli açık haritamla burnumdan ter damlıyor, ama aldırmıyorum.

Kardinal Lemoine Sokağı ile kesiştiği köşede, işte Monge Sokağı başlıyor. Tabelasına kırk yıllık dost gibi bakıyorum. Fırsatım olsa tabelayı söküp İzmir’e kaçıracağım. Bu sokağı ömrüm boyunca hayal etmiştim. Gözlerim video kamerası gibi, her şeyi kaydediyor, bu arada fotoğraf çekiyorum, sokağı belgeliyorum. Kibar bir sokak, gerçekte uzun bir bulvar burası, yılan gibi kıvrılarak yükseliyor ileriye doğru. Atılıyorum hızla, ama terim de yoğunlaşmakta. Yağmuru hissetmiyorum bile.

Soldaki 1 numaradan itibaren binaları sayıyorum… 11… Sonra 21… 31… 41 numaralı binaları geçtim. Giderek yaklaşıyorum. 49… Ve, nihayet 51 numara… Karşımda çok eski ama alımlı bir yapı var. “Hotel des Arenes” ismini taşımakta. Karşı kaldırıma geçip, yere oturuyorum, dakikalarca binaya bakıyorum. Büyülenmiş gibi. İşte, Hasan Tahsin’in yıllarca yaşadığı pansiyonun binası. Mazlum Paşa, bana binanın yedi katlı olduğunu söylemişti; sayıyorum, çatı katı ile beraber tam yedi kat bulunmakta. Bu bina, Hasan Tahsin’in düşünce yapısının oluştuğu bir mekanı temsil etmekte, burada bir pansiyon odasında Arap öğrencileri Kuzey Afrika’ya saldıran İtalya’ya karşı örgütlemişti. Şu anda sanki yanımda Mazlum Paşa var; Karşıyaka’daki evindeki sohbetlerimiz beynimde yankılanmakta. Neden sonra binayı fotoğraflamaya başladım. İşim bitince binanın önünden ayrıldım.

Geldiğim yola dönerek, yokuş aşağı elli metre kadar iniyorum. Gelirken fark etmemişim. Köşedeki “Le Petit Cardinal Kahvesi”ni görünce gözlerim faltaşı gibi açıldı. Mazlum Paşa’nın sözünü ettiği, Hasan Tahsin’in Arap öğrencileri örgütlediği kahve burası. Aynen duruyor. Fotoğraflıyorum. O esnada hayretten dona kalıyorum. Kahvenin önündeki direğe asılı bir işaret levhasında “Institut du Monde Arabie” yazısı bulunmakta. Modern Arap Enstitüsü’ne giden yolu gösteriyor. Kardinal Limoine Sokağı’nı, yani St.Louis Adası’na bağlanan 14.Lui Köprüsü yönünü işaret etmekte. Hayret verici bir rastlantı. Tam 86 yıl önce Hasan Tahsin’in Arap öğrencileri örgütlediği yörede, şimdi Modern Arap Enstitüsü yer almakta. Yürüyorum caddeden aşağılara doğru.

Bugün iyi iş yaptığıma inandım. Yanından geçtiğim “Jules Verne Koleksiyoncusu” isimli çok ilginç dükkanın vitrinine bakmıyorum bile. Başka zaman olsa içeri girer etrafı didiklerdim. Islık çala çala Maubert Meydanı’na doğru iniyorum, keyfime diyecek yok, o esnada yağmur yine bastırdı, iplemiyorum bile, şemsiyemi açmadım inadına. Deri kabanımın sucuk gibi ıslandığını hissediyorum. Olsun, kurur gider, ben Hasan Tahsin’in izleri üzerinde yürüyorum ya… Bir küçük mağazaya girip kocaman bir sarı dökümden Eiffel Kulesi maketi satın aldım, 125 Frank ödedim, ama bu rakamın içinde birkaç kartpostal da var.

Dışarı çıktığımda yağmur azalmıştı. St.Michel’e indim, bir iki fotoğraf çekip, Odeon Meydanı’na pür neşe yöneldim. Artık teyp çalarımın düğmesine basıp kulağımın ucundan Chansons dinlemeye koyulabilirim.

Yves Montand’ın “C’est Si Bon”undan başlayalım, Edith Piaf’tan “Milord”, Charles Aznavour’dan “Une Enfant”, hele hele Gilbert Becaud’dan “Nathalie” şarkıları arka arkaya gelmez mi?…

Nathalie’yi anlatmalıyım. Orta yaşlı şarkıcımız Gilbert Efendi, Moskova gezisinde kendisine rehberlik eden Nathalie isimli genç bir Rus kıza aşık olur, ama kıza bir şey söyleyemez, Paris’e döndüğünde aşkını anlatan Nathalie şarkısını besteler, şarkı sözleri şöyledir: İşte efendim “Lenin’in mozolesine gittiğimizde ne kadar güzeldin, filanca kafede votka yudumlarken gözlerin nasıl parlıyordu” falan filan. Neyse.

Odeon’dan Strasbourg St.Dennis’e gitmek için metroya bindim, oradan aktarma yapıp Republique’e geçeceğim. Keyfimden metro treni içinde Rus-Kafkas havaları çalan bir akordeoncuya iki Frank toka ettim, benden başka kimse para mara vermedi, üstelik teşekkür de etmediler, dahası adama dönüp bakan bile çıkmadı. Yazık be.

Metrodan inince sabah erkenden Père Lachaise Mezarlığı’na gitmeye karar verdim. Otelimden çıkıp, Parmentier’den yola düzülürsem, iki meydan sonra muazzam mezarlığa varırım.

Orada Yılmaz Güney uyuyor.

Zor olacak ama onun mezarını arayıp bulmalıyım. 11 Temmuz 1974 tarihli bana hapishaneden yazdığı mektubu burada anlatmalıyım. Yılmaz Güney malum olay yüzünden hapistedir. Mektupta Şehit Gazeteci Hasan Tahsin ile ilgili bir film yapma ideali olduğunu bana açıklamış, en yakın adamı Altan Yalçın’ı benimle görüşmek üzere görevlendirdiğini ve senaryoyu yazmamın bana uygun düşeceğini belirtmişti. Hiç tanımadığım Yılmaz Güney’den gelen mektup beni bayağı gururlandırmıştı. Demek ki 1971 – 74 arası dört yılda yaptığım ve yayınladığım Hasan Tahsin araştırmaları ses getirmiş ve ünlü aktöre kadar ulaşmıştı. Bu arada Altan Yalçın, İzmir’e kadar gelip benle tanıştı, sonra Güney Film’e götürdü. Senaryoyu bir yıl uğraşıp yazdım ve Yılmaz Güney’e ulaşması için İstanbul’da Güney Film’e teslim etmiştim. Ancak Yılmaz Güney’in Fransa’ya kaçmasıyla proje elde kaldı. Ve sanatçı orada ölüp, Pere Lachaise Mezarlığı’na gömüldü.

Hasan Tahsin’i beyaz perdede canlandırmak, Yılmaz Güney’in ancak birkaç kişinin bildiği bir ütopyasıydı. Bunları bir zamanlar Gergedan isimli sanat dergisinde yazdım.

Fatoş Güney ise uzun aradan sonra Türkiye’ye döndüğünde, İzmir’de Nebil Özgentürk aracılığı ile beni buldurmuş ve Alsancak’ta bir apartman dairesinde buluşup, yitip giden Hasan Tahsin filminden söz açmıştık.

İşte böyle hatıralar birbirini kovalarken, tarihi kentin tarihi sokakları, mekanları, anıtları, hatta mezarlıkları da hatıraların paslı kapısının açılmasına, hüzünlü sayfaların yeniden okunmasına yol açmakta.

Yılmaz’ı, Fatoş’u düşünürken, nedendir bilinmez Emile Zola’nın Germinal romanı gözümde canlandı. Genç sosyalist işçi Etienne’nin fakir maden işçilerini örgütleyip, direnişi yönetirken yaşadığı acıları, kendi ruhunuzda büklüm büklüm hissetmez misiniz? Germinal tohum atma anlamına gelir. Romanda eşitlik ve hak uğruna ölenlerin toprağa nasıl bereket verdiği, geleceğin devrimcilerinin kanla yoğrulmuş bu topraklardan doğacağı mesajı verilir. Hasan Tahsin de bir sosyalistti. Paris’te Jean Jaures’in sosyalizm davasına inanmış, halkını bu yolda örgütlemek isterken vatan savunması mevzilerinde öldürülmüştü. Kanının yoğurduğu topraklardan Kuvayı Milliye denilen bir halk direnişi doğmuştu.


Bu öykünün filmi yapılmalıydı.

Bunu isteyen Yılmaz Güney, Altan Yalçın ölmüştü.

Güney Film kapanmıştı.

Ama ben hala yaşıyordum.


Paris’te gece bastırmak üzereydi, ben kaldırımlarda Hasan Tahsin filmini düşlüyorum, kulaklarımda onun anti emperyalist “Namus Uğruna” isimli yazısı yankılanıyor, ardından sosyalist inançlarını açıkladığı “Alt Tabaka” yazısı sökün ediyordu…Yurtseverlikle sosyalizmi bağdaştıran eşsiz satırlarını ve benzersiz ruhunu hissediyordum.

Evet, Hasan Tahsin’in filmini yapmak gerekti. Bunu Paris’te daha iyi görebiliyorum. Ve film bu kaldırımlardan, Monge Sokağı’ndan başlamalı. Sonra Selanik’e geri dönmeli, daha sonra Bükreş, Londra ve İstanbul’a uzanıp İzmir’in işgalinde düğümlenmeli. İşgal günü ilk kurşunu atan kahraman şehit edildikten sona Namazgah semtinde bir fakir odasında ağlayarak doğan bir Türk çocuğunun doğum anını göstererek noktalanmalı.

Tam da bunları düşünürken birçok rezistans filmi çekmiş nice Fransız film yönetmenleri aklımdan hızla geçip gidiyor.

Sonunda Gremillon ile buluşuyorum. Örgütlü halkın nasıl yenilmez bir güç olduğunu anlatan “Gökyüzü Sizindir” filminin eşsiz yönetmeni. Halkını yanında yer almış büyük bir rezistans filmcisi.

Hemen ardından yaşanmış olaylar ve isimsiz kahramanlardan hareket ederek belgesel direniş filmleri çeken Rene Clement..

“Demiryolu Savaşı” ve “Paris yanıyor mu?” filmleri..

Fransa halkının ulusal kurtuluş savaşını anlatan şanlı filmler..

Ve nihayet gözlerimin önünde çıplak başlı ve kibar jestleriyle Marcel Carne beliriyor. “Gece Ziyaretçileri” filmi… “Paradodi’deki Çocuklar” filmi.. Fransa ulusunun kahramanca direnişi. Taşıdığı ruh ve umutla bir ulusun direncinin asla yok edilemeyeceğini beyaz perdeye aktaran büyük direnişçi yönetmen Marcel Carne.. Hala yaşayan bir efsane.. (Ancak Marcel dede, ben Fransa’dan döndükten az sonra Paris yakınlarındaki Clamant’taki bir hastanede son nefesini verdi).


İzmir’in işgali..

Hasan Tahsin..

Yılmaz Güney..

Germinal..

Paris’in işgali..

Ve, Marcel Carne..


Kavramlar ve simgeler iç içe geçmekte. Otelimdeyim. Odamda uyumaya çalışırken Hasan Tahsin’in yaşamı ile ilgili nefis bir rüyayı görmeye başladım bile.

(Bu notları, Yeni Asır gazetesinde “Paris Küçük – Paris Randevusu” yazı dizimde yayınladım, 8 Kasım 1996.. Daha sonra “Paristanbul” (Etki Yayınevi, 2008) isimli şiir kitabımda yer alacak olan şiiri yazdım)


MONGE SOKAĞI

titredim

ürperdim

dondum kaldım

monge sokağı’nda

51 numaralı bina önünde

tam karşımdaydı işte

hasan tahsin’in öğrencilik yıllarında

uyuyup uyandığı ev


şu kapıdan içeri girmişti

bu taşlara basmıştı

şurdaki odada selanik’i özlemişti

bu kaldırımdan yürümüştü

ilk kurşun’un sesi

yankılandı aniden bulvarda

kutsadım gözümle 51 numarayı


üstelik yağmur çiseliyordu

minik şemsiyemi açmadım

sırıl sıklam

yürüdüm ıslık çala çala

seine nehri kıyısına kadar

yüreciğim kıpır kıpır

nehre düşsem ne gam

hasan tahsin ile buluştum

yüzer kurtulurum

aklım fikrim deli fişek

Bunları da sevebilirsiniz