Yeni Yıla Nasıl Girdik? ve Yılbaşı Sevinci!

Savaş, Çöküş Ve Yenilgiden Yeni Bir Dünyaya Doğru

2018 yılı bitti, yeni bir yıla girdik. Yeni yıla girerken her zaman genel olarak bir sevinç havası eser. Sorunlu olan da mutsuz olan da, yoksul olan da sevinmektedir. Umut içgüdüsüyle olsa gerek. Evet, “umut içgüdüsü” dedim, bu tamlamaya ve tanıma şimdiye kadar sizler gibi ben de yabancıydım, hiç rastlamamıştım. Ama mutlaka böyle bir içgüdü vardır diye düşünüyorum. Eğer böyle bir içgüdü olmasaydı dünyanın çok büyük zorluklar, felaketler, savaşlar, çıkışsızlıklar yaşadığı zamanlarda toplu intiharlar yaşanırdı. Hatta felaketlerin büyüklüğüne göre insan türü bütünsel ya da bölgesel olarak yok olup gitmez, nesli tükenmez miydi?

Neyse, insan sevinecek bir şey bulmuşsa sevinsin, yeni yıl gibi bir uyarıcıyla olduğunda ne de olsa güzel ve güvenli bir gelecek umuduna bürünmüş bir sevinçtir bu. Hele bu sevinç, çocuklarda ve gençlerde çok belirgin değil mi? Hiçbir şey bilmeden, olacakları kestiremeden, bir beklentileri olmadan, bilinçsizce seviniyorlar. Gelecekle ilgili bir bilgi veya tahminleri ya da sezgileri olmamasına karşın seviniyorlar.

Ayrıca yeni yıl sevinçleri toplumsal bir kapsayıcılık alanına sahiptir. Bunlar da, böyle sevinçlerin bilinçle ve akılla ilgili olmadığını, olsa olsa bir güdüyle ortaya çıktığını göstermektedir. Bilinçle ilgili olmayınca, sevincin makul bir dayanağı olmayınca, sevinç somut bir beklentinin veya hayalin gerçekleşmesi sonucu olmayınca, yeni yıl gibi sevinç dalgalarının içgüdülerden kaynaklandığının düşünülmesi, içgüdüyle açıklanmaya çalışılması, pek bir terslik olmuyor haliyle.

Çocukların ve gençlerin dışında yılbaşı sevincinin buruk ve biraz da karışık bir özelliği var. Evet, ‘bugünü de gördüm’ gibi bir düşüncenin yarattığı, yaratabileceği sevincin yanında, üzüntüye, biraz da kedere yol açacak duygular da olur. İki nedenini çok iyi biliyorum. Birincisi, genç olmayan ve yaşını başını almış olanların yeni yıla (ve aynı zamanda “yaşgünleri”ne), kendi kendine, sessizce, ‘çoğu gitti, azı kaldı’ diyerek bakacağıdır. Gerçekçidir, gerçekçiliktir.

İkincisi, görmüş geçirmiş her insanın üzerinde durabileceği ve hatırlayabileceği bir yaşanmışlığı var. Eğer bu, felaketler ve kötü şartlar üzerinde ilerlememişse, onlar ağırlık taşımıyorsa, “nostaljik takılma”ya açık bir durumla karşılaşılır. Bu ruh halinin bir maddi temeli de var. Birçok şey her geçen gün gerçekten daha kötüye gitmiyor mu? İnsanlık devrimini yapmadıkça, ütopyalarına sarılmadıkça ve onları gerçekleştiremedikçe her şey hep daha kötüye gitmeyecek mi? Geriye dönüşü olmayan kötüleşmeler yüzünden hayal kurmak her geçen gün daha da zorlaşmıyor mu? Olabilecek ve gerçekleşebilecek birçok şey bugün ütopyaya dönüşmedi mi?

Her Şey Kötüye Gitti, Her Şey Bozuldu

Biraz daha açalım: 20. yüzyıla kadar üç-beş yıl kadar uzun süren savaşlarda bile sayısal olarak milyona yaklaşan insan telef olmuyordu, olmamıştı. 20. yüzyılın ilk büyük savaşında 15 milyona yakın insan öldü. Aradan yirmi yıl geçtikten sonra çıkan İkinci Dünya Savaşı 75 milyon insanın hayatına mal oldu. Ölçü büyümüş, değil mi? “Barış” içinde olduğumuz Soğuk Savaş döneminde (yaklaşık 1945-2000 yılları arasında) savaşların neden olduğu 40 milyon üstünde insan kaybettik. 20. yüzyılın insan kaybı, savaşlar nedeniyle veya büyük tarihçinin ifadesiyle, “insan kararıyla”, 200 milyona yaklaşmıştır. “Bu rakam, dünyanın 1914’teki nüfusunun yaklaşık yüzde 9’una denk düşmektedir. Demek ki öldürmeye alışmış durumdayız.” (1) “Uzmanlar”, yeni bir dünya savaşı çıkarsa insan zayiatının milyarı bulacağı tahmininde bulunuyor. Ölçüler hep büyüyor ya!

Avrupa’nın savaşan büyük devletleri Birinci Dünya Savaşında erkek nüfusunun yüzde 15 ile 17’sini askere alırken, bu oran ikinci büyük savaşta yüzde yirmiyi bulmuştu.

Olay, rakamlar ve yüzdelerin ötesinde bir anlam taşımaktadır. “Öldürmeye alışan” insanlığın barbarlığı tırmanışa geçmiş, şiddet günlük hayatın ayrılmazı olmuştur.

Bu yüzden 20. yüzyılı, kimi “sadece bir katliamlar ve savaşlar yüzyılı olarak” görür, kimi de “Batı tarihinin en dehşet verici yüzyılı olarak” hatırlar.(2)

Üstelik, savaşlar bir yana, her geçen gün yeni bir kötü alışkanlık ediniyoruz. Yediğimiz, içtiğimiz zararlı ve güzel olmayan yiyitler, içitler sürekli artıyor. Kötülükler özendirildi, özendiriliyor, özendirilmeye devam ediyor. Şiddeti, dehşeti kanıksadık. Cinayet olağanlaştırıldı. Suç, artık normal karşılanıyor. İnsan neslinin, hatta canlıların hepsinin, dahası, doğamızın ve dünyamızın geleceği tehlikede.

Dahası, elli altmış yıl önce çevre, ekoloji, doğanın sağlığı, kirlenme, geri dönüşüm, ozon sorunlarından bugünkü gibi, ya da bugünkü kadar söz ediliyor muydu? Şimdi tutuşmuş durumda değil miyiz?

20. yüzyılın 40’lı yıllarında keşfedilmemiş doğanın, 50’li yıllarında sinemanın, 60’lı yıllarında müziğin, 70’li yıllarında edebiyattın tadı başkaydı. Bütün bu dönemler boyunca gençlik, ağırbaşlı üst kuşakların kendilerini biçimlendirmesine rağmen, özgüvenli, başarılı, canlı, arayışlı, verimliydi. Bunalım ve yozlaşma onların işi değildi.

Bunların bir süzgeçten geçmiş hali, 68’de cesaret, militanlık ve atılganlık, Gezi’de mizah, yaratıcılık ve kararlılık olarak karşımıza çıkacaktı.

30’lu yıllarda Cumhuriyet’le aşılanmış ülkemiz, 60’lı yıllarda ABD karşıtlığı ve NATO düşmanlığı ile Kurtuluş Savaşı güzellemeleri ve halkçılık rotasına girmişti.

Nasıl özlem duyulmaz? Kendimizle birlikte tarihi ve dünyayı tanıyor, keşfediyor ve yaratıyorduk. Kendimizi ama bireyciliği değil, tarihi ama Osmanlı’yı değil, dünyayı ama turistik şekilde değil.

Bunları düşününce, “kemale ermiş” insanların geçmişe özlem duymaması, geçmişte yaşanılan ama bugün olmayan ya da az rastlanan güzellikleri sürekli hatırlaması normal olmuyor mu? Kaybolan güzelliklerin arkasından ağlamaktan başka bir şey yapılamıyor gibi. Elli-altmış yıl önce dünya, ama bildiğimiz o dünya, daha güzeldi, çevremiz çok daha temizdi, doğa sağlıklıydı, insanlar daha masumdu, davranışlar sadeydi, ilişkiler içtendi vb. Çünkü, sorunlar arttı ve artıyor, yeni sorunlar çıkıyor, dünyamız sürekli çirkinleşiyor, açılık ve sefalet yaygınlaştı, çevremiz bozuluyor, insanlar kötüleşti vb.

Ve sonunda, “Zamanın Ruhu”, kötülük ve kötüleşme oldu çıktı! Batı uygarlıktı ya, işte o uygarlık çöküş süreci içine girmiştir. “Uygarlık” hayatı yemektedir”!

“Kötülüğün Düşmanı İyiliktir!”

Bu olumsuzluklar sarmalında aslında bebekler dışındaki belki de herkesin özlem duyacağı bir mutlu geçmişi bulunuyor.

Bütün bunlar hayatın gerçeği, gerçekliğinden kuşkulanılamayacak şeyler, ama şunu da unutmamak lazım, bazı şeylerin iyileşmesi için, olumsuzlukların olumluya dönüşmesi için, ne yazık ki, bazen en kötüye gidişin de olması gerekiyor. Dibe vuruş çoğunlukla aydınlığa çıkar. Ayrıca her gecenin bir sabahı var!

Kötüleşmenin çaresi iyileşme, iyileşmenin düşmanı kötüleşmeyi kabullenmektir.

Her şeye rağmen bütün olumsuzlukların içinde mutlaka gelecek için umut veren, hatta gelecek için teminat gibi olan olumlu şeyler de bulunuyor.

Örneğin, dünya tarihinin gösterdiğini hatırlayalım, en büyük savaşlar, en fecaat savaşlar sonrasında hep devrimler oldu. 1914-18 Cihan Harbi sırasında ve sonrasında dünya iki büyük ve muhteşem devrim gördü; Sovyet Devrimi ile Türk Devrimi. Arkası da geldi. İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünyanın yarısından fazlası emperyalizmden kurtulmuş, sömürgeler dönemi sona ermiş, çok sayıda ülke sosyalist olmuştu. “Yüzyılın tarihinde küresel değişmezlik olarak devrim”, “20. yüzyıl savaşının çocuğuydu”.(3) Ne çarpıcı değil mi?

Örneğin, Amerikan emperyalizminin kurtarıcı ama saldırgan olarak dünyanın karşısına çıktığı savaş sonrası dönemde bir yandan çöken “yeni bir imparatorluk” kurulmuştu. O saldırganlıkta ve yayılmada çöküşün kendisi de vardı. 50’li yılların Kore Savaşı, 60’lı yılların Vietnam Savaşı, bütün dünyanın ilgili olmak zorunda kaldığı bu büyük ve önemli olaylar, ABD emperyalizminin yenilgisiyle sonuçlanmıştı. En büyük ekonomiydi, en büyük askeri varlıktı, çekici bir merkezdi, süper güçtü, dünyanın hakimiydi, ama ne oldu? Yakasını yenilgiler bırakmadı. Şu anda da en büyük yenilgisini yaşıyor. Ülkemizin de içinde bulunduğu bölge planları çöktü, BOP (Büyük Orta Doğu Projesi) uygulanamadı, “Amerikan Koridoru” (Terör Koridoru) açılamadı, kukla yeni bir devlet, İkinci İsrail devleti kurulamadı. Elli yılık proje ve haritalar çöpe gitti. 20. yüzyılın 90’lı zamanlarında başlatılan Körfez Savaşı, Batı Asya’da ABD’nin sıfırı tüketmesiyle sonuçlandı. Amerika ekonomik olarak da taşıyamayacağı bir savaşı sürdüremez hale geldi. Ve, en önemlisi, yeni yıla ABD başkanının “iradesiyle”, Amerika’nın Suriye’den çekileceği kararıyla birlikte girdik. Bu, müthiş bir şeydir, muazzam bir gelişmedir, Suriye’nin ifadesiyle, ABD Suriye’den “çekilmemekte, kaçmaktadır”, “çekilme” büyük yenilginin itirafıdır.

2018, Biterken Dünyayı Sevindirmiştir!

2018’de daha başka çok güzel şeyler de var, ama yalnız bunun üzerinde duralım.

ABD’nin Suriye’den çekilme kararını açıklaması, Türkiye’nin, bölge ülkelerinin ve Amerika ile Amerikancı olmayan bütün dünyanın zaferi demektir. ABD’nin bize, Türklere, Türkiye’ye, bölge halklarına ve devletlerine, ayrıca kendisine karşı olan bütün dünyaya yenilmesi demektir. Gazetelerimizde, anlı-şanlı yazarlarımızda ve konuşkanlarımızda bir utangaçlık, bir mahcubiyet var ki, inanılmaz; inanılmaz ancak anlamak mümkün! Ben de “anlıyorum!” Şu ifadeye kaç yerde rastladım; bu kadar çok rastladığıma hem hayret ettim hem de utandım. “’Trump Türkiye’den korktu’ şeklindeki ucuzluktan kaçınmak” gerekirmiş! “Ucuzluk” iyi bir şey değil yani. “Bu, ‘ABD’nin yenilgisidir’ dememek lazım”mış, “zafer kazandığımızı sanmamalı”ymışız. Meğerse çekilme “ABD’nin ikna olması” sonucu gerçekleşmiş, ayrıca “ABD’nin çekildiğini de görmek lazım”mış, çünkü çekilmeyebilirmiş, sadece “söylenmiş olabilir”miş, sadece çekilmenin sözü edilmişmiş, yani aslında çekilmeyecekmiş vb. anlamındaki ve mealindeki cümleler.(4)

Belki ABD’nin yenildiğine ve bunu bizzat itiraf ettiğine biraz inanamamazlık da vardır ama herhalde Trump sinirlenir diye korkuyor olmalılar. Bu sözleri yazan ve söyleyenler aralarında, yenilgiyi Amerika’ya, zaferi de Türkiye ve bölge devletlerine yakıştıramayanlar da olabilir. Her neyse, ama bu kadar ayan beyan bir gerçeği dile getirmekten sakınan ve kaçınanların ‘ben ne yapıyorum’ deyip pişman olmasını bekleyemeyiz, ama bu ifadelerinin kişiliklerine ve mesleklerine bıraktığı lekenin kolay silinmeyeceğini de bilmeleri gerekir.

Çünkü gerçek şudur: ABD, Türkiye kayasına çarpmıştır; Türkiye, ABD’yi Türkiye’ye karşı savaşmaktan caydırmıştır; Türkiye, ABD’ye karşı yıllardır yürüttüğü savaşın bugünkü safhasını kazanmıştır, üstelik silahlar konuşmadan ve savaşmadan kazanmıştır(5); Türkiye, ABD ve İsrail’in “İkinci İsrail” ve “Büyük İsrail” planlarını imkansız hale getirmiş, bununla ilgili hayalleri tuz buz etmiştir; Türkiye, sınırlarındaki bölgeye hakim olduğunu ve her şart altında hakim olacağını kanıtlamış, sınır bölgelerinde Türkiye’nin ve komşularının güvenliğine yönelik hiç bir terör örgütünü barındırmayacağını göstermiştir.

Çünkü, Suriye direnmiştir ve ABD’ye karşı bütünlüğünü koruma ve bağımsızlığını sağlama savaşını kazanmıştır; bölge ülkeleri dayanışma içindedir, ABD’ye karşı birleşmişlerdir; bölgedeki ABD planlarına karşı yürütülen mücadeleye başta Rusya olmak üzere hemen hemen bütün Asya ülkeleri destek vermiştir; ABD, bölgede yürüttüğü savaşa karşı Avrupa ülkeleri dahil bütün dünyayı kendisine karşı birleştirmiştir; ABD’nin yenilmesiyle Suriye planları bitmiştir, Amerika bölgenin etkin gücü olmaktan çıkmıştır, Amerika’nın Türkiye planları sürdürülemez durumdadır.

ABD, Vietnam’da nasıl yenildiğini kabul ederek o bölgeden çekildiyse, bugün de aynı şekilde, yenildiğini kabul ederek Batı Asya’dan çekilmektedir.

ABD Başkanı Trump’ın yaptığı açıklamadan üç-beş gün önce, Amerika’nın ambargo uygulamaya kalktığı “düşmanı” İran’ın Ankara’da Türkiye ile anlaştığını görmemiz, kaderin bir cilvesi değildir. Sürecin göstergelerinden ve etkenlerinden biridir. “Çekilme kararı” ABD yönetiminde yeni tartışmalara yol açmış, yeni sorunlar çıkmıştır. ABD çökerken, yönetim buhran yaşamaktadır.

2018 yılının aralık ayında yaşananlar sonuçta, Suriye’yi tekrar meşrulaştırmıştır. Bu, zaten meşru olan Suriye’nin meşruiyetinin dünyaca kabul görmesi anlamına gelmektedir. Suriye Arap Ligi’ne yeniden davet ediliyor, bugüne kadar Suriye’den uzak durmaya çalışan ülkeler Suriye’yle ilişkiye geçiyor. Suriye zincirlerini kırmıştır. Suriye artık kendini itiraz götürmez ölçüde kanıtlamıştır.

İşte yeni yıla girerken bu günlerde yaşadığımız sevinç, içgüdüsel, olağan ve sıradan sevinçlerden bu bakımdan farklıdır. Yeni yılda zaferini gördüğümüz bir sevinci yaşıyoruz, yaşayacağız, yeni yılda emperyalizmin püskürtüldüğü bir sevinci yaşamaktayız.

Bu sevinme nedenimiz, Amerikan emperyalizminin çöküşünün yeni bir göstergesi olduğu kadar, yeni bir dünyanın, başka bir dünyanın gelmiş, kapımıza dayanmış olduğunu göstermektedir. Yeni yıl için bu sevinme nedenimiz, aynı zamanda kendimize güvenimizi de tazelemiştir.

Kaynaklar ve Dipnotlar:

1- Eric Hobsbawm, Tarih Üzerine, Bilim ve Sanat Yayınları, İstanbul 1999, s. 388.

2- İlki, agronomist, ekolojist olan Rene Dumond’dan (Fransa), diğeri felsefeci ve sanat tarihçisi olan Isaiah Berlin’den (İngiltere) yapılan alıntılar için bkz. Eric Hobsbawm, Kısa 20. Yüzyıl / 1914-1991 Aşırılıklar Çağı, Everest Yayınları, İstanbul 2006, s. 1-2.

3-Aynı eser, s. 71-72.

4- ABD Başkanı Donald Trump’un 19 Aralık Çarşamba günü yaptığı çekilme kararını açıkladığı konuşma konusunda 21-26 Aralık 2018 tarihleri arasındaki Hürriyet, Sözcü, Sabah gibi gazetelerdeki “ihtiyatlı” yorumlar, “köşe” yazarları, belli televizyon kanallarında ABD’ye karşı olmadıklarını bildiğimiz, ya da ABD’ye karşı (bırakalım zafer kazanılacağını) savaşılamayacağını savunan ünlü konuşmacılar.

5- Bu arada belirtelim, askerlik biliminde en iyi zafer, savaşılmadan kazanılan zaferdir. Ben söylemiyorum, işin sahipleri olan stratejler söylüyor.

Bunları da sevebilirsiniz