Kaşkayı Yörükleri

Landrover’da 1 Alman, 2 Fransız ve 2 İspanyol ve ben altı yolcuyduk. Kaşkayı soyundan rehber; “Biz 800 yıl önce Türkiye’den geldik” dedi İngilizce. İkinci hecedeki “kayı” dikkat çekiciydi. Zagros dağlarında 2700 m.’lik sulak bir yaylak’a vardık. Aynı sülaleden 35 çadırlık bir oba araziye serpilmişti. Yol boyunca üzüm bağları vardı. Şehre yakın yaylalar artık yol ve yazlıklara aitti. Bazı yerlerde kuraklık tarımı engellediği için çiftçiye devlet yardım ediyordu. Ama bütün vatandaşlarına yaptığı gibi İran İslam Cumhuriyeti, göçebelere de milli petrol gelirinden her ay bir ödeme yapmaktaydı. Kültürel evrim dersimdeki belgeseller gerçek olmuş; keçi kılından yapılmış çadırları, koyun ve keçi sürüleri, kendilerine has giysileriyle Kaşkayı’lar ete kemiğe bürünmüştü.

Türkçe

Turizm İşletmeciliği mezunu rehber bana dönüp “Niçe sen?” diye sordu. “İyiyim sağol” dedim. “Ya anen, baban, gardaşların?” dedi. “Onların salamı var” dedim. Türkçesinde lehçe değil, Türkiye’den tanıdığım şive farkı vardı. Kelimelerden “Yapak, edek, gidek” aynı, “kinaydın = günaydın”, “ayaydın = tünaydın”, “karag(k)ul = korkuluk”, “çark = tekerlek”, “ çadır = otak”, “kaşeng = iyi, güzel”, “keşk = kuru peynir, “çörek = yufka ekmeği”, “taruf = nazlanma”, “cacim = cicim kilimi”, “bucak = kap-kacak”, “tılım = tulum”, “yağır = keçi derisi”, “destek = çadır direği”, “kadın = zifir”, “kişi = erkek” demekti. Cümleler ise; “Yamalı giyrim (giyerim)”, “Taruf (nazlanma) kahreder”, “Yim gidik otaka (Gel çadıra gidelim)”, “Maşini gölgeye vuryum (arabayı gölgeye koyayım)” gibiydi. Çadıra geçtikten sonra rehberin babası karısından “ıssık su” istedi. Hemen mutfak çadırının içine bir leğen, ılık su ve sabun konup, önüne çuval gerildi. Kışın ısıtan bu çadırın içi, dışardaki sıcaklığa rağmen serindi. Kadın kocasını “Kişi geliyor!” diye korkutup bizi gülümsetiyordu. O sırada çobanlık eden amca bir tekeye yem vermekteydi. Onun karısı ve kızları da anaları gibi “meleyerek” kuzu ve oğlakları çağırıp doyurdu. Dişi “geçi’ler” sakallarından yakalanıp sağıldı. Yemekten sonra hep birlikte sürüyü otlatmaya gittik. Bir “aluç” ağacının gölgesinde rehberimiz ve babası doğa güzelliklerini ve sevdayı anlatan birer “uzun hava” okudu. Sonra sürüyü bırakıp tırmanmaya başladık. Yamaçta midye fosilleri vardı. Sanırım, ekvatordan başlayıp, Türkiye’yi de içine alan eski Tetis denizinden kalmışlardı. Üç bin metrede gelen haber bir düğün davetiydi. Dik yamaçtan inerken boz ayı gelmesin diye iri taşlar yuvarladık.

Kaşkayı yörük giysileri (9.8.2018, Foto: Haizea M. Arruti)

Toy

Düğün, iki ailenin evlenmesiydi. Gelin ekmek yapacak, süt sağacak ve “halı” dokuyacaktı. Damadın iki koyun çalıp getirmesi, gelini iyi koruyacağına işaretti. Halılar; kadınların kendi öykülerini, toplum düzenini ve doğayı resmettiği yazıtlardı. Zikzak bir çizgi “oğlanı beğenmedim” demekti. Vaktinde “toy otağına” vardık. O gece, kadınların gündelik elbiselerinin yerini, göz alıcı renk ve kumaşlardan giysi ve baş süsleri almıştı. Üste giyilen gömlekten uzanan dar “önlük” ve “arkalık” altındaki büzgülü eteği biraz örtüyor, yanlardan görünen renk farkı büyülüyordu. Ortadan ikiye ayrılmış pırlantalı saçların bir kısmı zülüfler halinde yanaklardan düşüyor, arkada kalan saçların örgüsü siyah tül örtünün altından görünüyordu. Binlerce misafirin yanında 600 davetli çok değildi. Yuvarlak dans pisti pek büyüktü. Müzik ve halay başladı. Kadınlar pırıltılı elbiseleri içinde vakur bir kraliçenin adımıyla ağır ağır sekiyordu. İki ellerinde de sarı, yeşil, beyaz ve kırmızı renkli tülbentleri omuzlardan sırta ve göğüse sallayarak baharın ve evliliğin getirdiği gürlüğü, dirliği kutluyorlardı. Yorulan oturuyor yerine yenileri kalkıyor, yaşlı kadınlar ve erkekler oyuna davet ediliyordu. Genç erkekler kıvraktı. Derken iç içe üç halkanın oluştuğu bu kalabalığa biz de katıldık. Ortada bir stüdyo kamerası kayıt yapmaktaydı. Müzikteki hoş yeknesaklık, hafif çığlıklar ve kalabalığın etkisiyle insan kendinden geçiyordu. Şarkılar Türkçe, Farsça ve onun lehçesi Lurice söyleniyor, nağmeler Anadolu ezgilerini andırıyor, bender ve “Kaşkayı kemanı” öne çıkıyordu. Şarkıcı arada bir “çek, çek, çek” diye bizi coşturuyordu. Halaybaşı olan rehberimiz, kot takımının üstüne, ak yünden uzun etekli, yarım kollu kaftan, başına da gri keçeden “Kaşkayı başlığı” giymişti. Annesi böyle istiyordu. Bu oba Kasımda, bir zamanlar atalarının İngilizleri püskürttükleri Hürmüz Boğazına yakın bir kışlak’a 6 aylığına göçecekti. Hayvanlar 800 km. yürütülecek, eşyalar vasıtayla taşınacaktı. İşte bunun için Japonlar Nissan bineklerine Qashqai (Gaşğayı) adını vermişti. Obanın çocukları bir çadır okulda yine Kaşkayı olan öğretmenlerce Farsça okutulacak, liseye devam edenler İran devletinin sağladığı ucuz yurtlarda kalacaktı. Türkiye’de yakınları olan rehberimiz de 12 yaşından itibaren işte böyle okumuştu.

Bunları da sevebilirsiniz