Seçkincilik

Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan önce de tartışma konusu olan bu kavrama ilişkin açıklamayı okumakla başlayalım yazıya.

Seçkincilik üzerine tartışmalar Cumhuriyet’in yalnızca bir kurtuluş mücadelesi olmanın ötesine geçerek çağdaşlaşmayı da hedefine koyması sonrasında hız kazandı. Cumhuriyet’e ve onu kuranlara doğrudan dil uzatamayan saldırganlar SEÇKİNCİLİK kavramını koçbaşı olarak kullanmaya başladılar. Cumhuriyet’in seçkincilik yaptığı savları gündemden hemen hiç bir zaman eksik olmadı. Böylelikle halkın aşağılandığı, dışlandığı ve hatta itilip kakıldığı doğrultusunda söylemler geliştirildi.

Bu ve benzeri dayanaksız saldırganlığı alışkanlık haline getirenler yeryüzünde hangi devrimin ve modernleşmenin halka sorularak yapıldığı sorularına yanıt vermeye gerek duymadılar.

Son yıllarda, Cumhuriyet kazanımlarının aşındırıldığı ve karanlığa yolculuğun hız kazandığı koşullarda halkı aşağılayan, dışlayan ve hatta aptallıkla suçlayanların kaleminden çıkan yazıların sosyal medyada gündem olduğu görmezden gelinemez. Üstelik, bu gibi yazıların Atatürkçü etiketi taşıyan kimselerce yazılmış olması ayrıca dikkate değer bir durum olarak karşımıza çıkmaktadır.

Burada, “halkın cehaleti ve bilgisizliği karşısında elimizi, kolumuzu bağlayıp oturacak mıyız?” sorusu gelebilir akla. Seçkincilik sayılan davranışlarla halkın düzeyini yükseltme, geliştirme ve yükseltme anlayışı arasındaki fark nasıl açıklanmalı sorusu da yanıtsız bırakılmamalıdır.

Seçkincilik anlayışının söz konusu olmadığı dönemde bile seçkincilik üzerinden saldırılar üretilebilmişken; şimdilerde sorunun özüne inme zahmetinden yoksun, kaba ve aşağılayıcı dilin eleştiriye uğramasına şaşırılmamalıdır.

Türkiye’de 1980’den sonra benimsenen liberal ekonomi politikalarının toplumsal katmanlar arasındaki uçurumları derinleştirdiği yadsınamaz bir olgudur. Bu uçurumun derinleşmesi özellikle ezilen katmanlardaki insanların çaresizliğini ve buna bağlı olarak da çıkış yolu arayışını tetiklemiştir.

Bu olumsuz koşullar altında halk kitlelerinin daha öncekilere benzemeyen siyasi oluşumlara eğilim göstermeleri yalnız ülkemizde değil dünyanın başka pek çok ülkesinde de deneyimlerle doğrulanmış bir durumdur.

Sağduyu ve akılcılıkla irdelendiğinde bu tercihlerin yersiz ve dayanaksız olmadığını anlamak güç değildir. Bu durumu çözümlemek için zahmetli yolları izlemek yerine kolaycılığa sapmak son yılların önde gelen sorunudur. Bu sapkınlığın aydın kesimce sergilenmekte oluşu da ayrıca üzerinde durulması gereken sorundur.

Çıkış yolu aradığımız bu noktada Cumhuriyet’i kuranların ve onların içinde de Mustafa Kemal’in izlediği yol anımsanmaya değerdir.

Mustafa Kemal halkın içinde olan, onlarla aracısız ilişki kurabilen bir önder olarak populist olmak yerine halkçı olmayı tercih eden ve bunu başarbilen bir kişilikti. Halk dalkavukluğu yapmak yerine halka yaklaşan ama halkı yükseltmeyi amaç edinen bir yol izledi. Geçtiğimiz yüzyılın ilk çeyreğinde yoksul, yoksun ve bilisiz Anadolu insanını peşine takarak verdiği Milli Mücadele’den sonra onları dışlamak yerine devrimlerin de izleyicisi ve benimseyicisi yapabilme becerisi sergiledi. Mustafa Kemal’in bu davranışlarının rastlantı ürünü olmadığını Milli Mücadele ve Cumhuriyet’ten önceki yıllarda bir süre tedavi gördüğü Karlsbad’daki bir söyleşisindeki sözlerinden de anlayabiliyoruz.

Burada Cumhuriyet’in söz konusu olmadığı yıllarda söyledikleri ancak Mustafa Kemal gibi bir devrimcinin ağzından çıkacak türdendir.

Seçkincilikten kaçınmanın biricik yolu halkı kalkındırmak ve geliştirmektir. Söze indirgendiğinde “seçkincilik” ve “halkçılık” arasındaki fark bulanıklaşabilir.

Seçkincilik olarak nitelenen Cumhuriyet’in gerçekte “halkçılık” olduğuna kuşku yoktur.

Resim 1 : Dil Derneği Sözlüğü, 2005, Ankara.

Resim 2 : Karlsbad’da Geçen Günlerim, Yayına Hazırlayan : Selma Günaydın, Kopernik Yayınları, 2018, İstanbul

Bunları da sevebilirsiniz