Patlıcan ve Hayatımdaki Erkekler: Bir Kadının Yemekle İmtihanı

Kadınlar ve yemek arasındaki ilişki, toplumumuzda genellikle doğrusal bir ilişki olarak görülür. Her ne kadar klasik olarak aşçılık mesleği bir erkek işi olarak nitelendirilse de, sıradan erkeklerin yemek yapmakla pek arası yoktur. Her evin usta aşçısı genellikle annelerdir bizde. Annelerimiz yemek yapmayı kendi annelerinden ya da ailedeki büyükannelerden öğrenirler çoğunlukla. Eskiden bir kadın için sıradan bir maharet olması gereken bu nitelik, günümüzde giderek pek çok kadın için önemli bir artı değer haline dönüşme yolundadır – özellikle eğitimli, çalışan ve şehirli kadınlar için. Biz kadınlar arasında yemek uzmanlarının yanı sıra, en iyi yemek kursuna gitse bile doğru düzgün bir yumurta kıramayan nice kadınlar gördüm ben; bir de ne pişirse bayılarak yiyeceğiniz bir sürü erkek… Velhasıl yemek işinin kadının doğasında var olduğunu söylemek pek de akıl kârı değil aslında!

Gelelim benim yemekle ve özellikle de patlıcanla olan imtihanıma… Bu öyle bir kerelik ve bir gün girdiğiniz ve sınavda başarılı ya da başarısız olduğunuz bir imtihan değil. Nasıl bir şey olduğunu anlatayım hemen: “Dün akşam yemeğinde patlıcan yedim!” Ne kadar sıradan bir şey demeyin lütfen. Şöyle ki, ben patlıcanı çok severim. Ancak öncelikle, Türk mutfağında oldukça farklı lezzetteki yemeklerin baş tacı olan, bilimsel adıyla Solanum Melongena yani patlıcandan kısaca bahsetmeme izin verin. İlk defa M.Ö.5. yüzyılda Hindistan’da yetiştirildiği bilinen patlıcan bitkisi, 16. yüzyılda İspanyollar tarafından Avrupa’ya getirilmiştir. Domates ve patates ile aynı bitki ailesinden gelen patlıcanın neden bu iki sebze ile harika yemeklerde yer aldığına şaşırmamak gerek sanırım. %92’si su, %6’sı karbonhidrat ve %1’i protein olan patlıcan, sağlık açısından faydalı pek çok mineral ve vitamin içermektedir: başta A vitamini olmak üzere, C, E ve K vitaminleri ile potasyum, magnezyum ve sodyum açısından da çok zengindir. Dünya Tarım Örgütü’nün rakamlarına göre, tüm dünyada Çin, Hindistan ve Mısır’dan sonra en çok patlıcan üreten ülke Türkiye’dir.

Patlıcandan yapılan yemekleri neden bu kadar sevdiğimi ve patlıcanla imtihanımı sizlere biraz garip gelebilecek bir şekilde anlatmaya başlayabilirim artık. Sanırım bu yaşıma kadar hayatıma bir şekilde giren çıkan; değen ya da değmeyerek teğet geçen; kimi beni seven, kimi de beni pek sevmeyen ve dahası olan bir sürü erkekle patlıcan arasında gizemli bir bağ var benim hayatımda! En azından, patlıcandan yapılmış bir yemek yerken her seferinde aklıma onlardan birinin gelmesi ve yemeğimi afiyetle yiyişim, patlıcan ile aramdaki lezzet bağını giderek kuvvetlendiriyor. Peki, nasıl mı? Şöyle ki: Patlıcanı ne seven, ne de sevmeyen, varsa yiyen, yoksa aramayan bir erkek. Patlıcanı âdeta ölesiye seven, her gün pişse her gün patlıcan yiyebilecek, patlıcan tiryakisi bir erkek. Patlıcanı bu ülkede yediği yemeklerle yeniden keşfeden, patlıcanlı islim kebabına bayılan ve bana patlıcanla yapılan yeni yemekler öğreten bir erkek. Patlıcandan nefret eden, benim gül hatırım için bile olsa patlıcanı ağzına değdirmeyen, onun yüzünden uzun yıllar boyunca mutfağımda patlıcan pişiremez ve doğru dürüst yiyemez hale dönüştüğüm ve beni âdeta patlıcana hasret bırakan bir erkek. Patlıcan yemesi doktor tarafından tavsiye edilmeyen ve hatta bir süre yasaklanan, patlıcan yemediği için bu sebzenin tadına aşina olmayan küçük bir erkek. Hayatımda yediğim en güzel ve en çıtır patlıcanları kızartan, elli lezzetli, tatlı dilli ve beyefendi bir erkek.

“Peki kim bu erkekler?” der gibisiniz. Kim oldukları aslında çok da önemli değil. Çünkü bu hikayede ÖZNE benim! Onlar sadece benim patlıcanla olan lezzet hikâyemi keşfetmemi sağlayan birileri ve ne tesadüf ki hepsi erkek. Buraya kadar bu yazıyı okuyup “bu kadın ne kadar da megalomanyak” diyenler varsa aranızda, beni biraz daha okumaya devam etmenizi rica ediyorum. Daha önceki yazımlarımda da bahsettiğim gibi erkekler, aile ve toplum tarafından birer özne/birey olarak yetiştirilip hayata hazırlanırlar. Oysa kadınlar onlara sorulacak en basit sorulardan biri olan “siz kimsiniz?” sorusuna adlarını, mesleklerini, hobilerini, kişisel niteliklerini ya da sevdikleri/sevmedikleri şeyleri belirtecek cevaplar vermezler çoğunlukla. Çünkü kadınlara özne olmak değil, ikincil/bağımlı roller öğretilmiştir. O yüzden de, aynı soruya birçok kadın, birinin kızı, eşi, evinin hanımı ve çocuklarının annesi olduğu cevabını verecektir. Erkekler ise, ister ailelerinde, ister arkadaş ve iş çevrelerinde olsun, genellikle kendi yaşam öykülerinden; yaptıkları ve başardıkları işlerden, sahip oldukları niteliklerden ve nelerden zevk alıp almadıklarından bolca bahsederler. Ancak geleneksel toplumlarda kadınların çoğunluğu için aynı şeyi söylemek, çok da mümkün değildir.

İşte bu nedenledir ki, yazılarımda zaman zaman kadınların yaşamla olan serüvenlerine yer vereceğimi daha önce söylemiştim. En iyi tanıdığım kadınlardan biri kendim olduğumdan – ya da en azından ben öyle olduğunu zannediyorum – daha önce yazdığım satırlarda benim yaşam öykümde yer alan kadınlardan bahsederek başlamıştım anlatmaya. Ancak erkeklere haksızlık etmek istemem! O yüzden, bu yazımın konusu da, patlıcanla aramdaki inişli-çıkışlı lezzet ilişkisinin tanıkları olarak, kimi halen hayatımda; kimi çoktan acı-tatlı anılarımın birer parçası; kimi saygıyla ve özlemle andığım yaşayan ya da rahmetli olmuş erkekler. Bitirmeden önce “siz kimsiniz?” sorusuna naçizane, bir birey olarak cevap vermek istiyorum: “Adım Zerrin. Ben patlıcanın her türlüsünü çok severim. Ve ben bu akşam yemekte patlıcan yedim!” Afiyetle ve sağlıkla kalın efendim.

*Yazıda kullanılan görseller, yazar (Zerrin Ayşe Öztürk) tarafından fotoğraflanmış ve sonra da patlıcanlar afiyetle yenilmiştir. 🙂

Bunları da sevebilirsiniz

Bir cevap yazın