Bu ayın konusu Türkün anayasa ile imtihanı ya da anayasanın Türklerle imtihanı. İkisi de geçerli. Ülkemiz kurulduğundan bu yana bir anayasa sorunumuz bulunmakta. Bu sorun kimi zaman yeni anayasaların yapılması, maddelerinin değiştirilmesi, ulusal sporumuz olan müdahalelere maruz kalması veya gerekli zamanda gerekli düzenlemelerin yapılmaması şekillerinde ortaya çıktı ve çıkmaya da devam etmektedir. Bu çalışma anayasa sorunsalının hukuki açıdan bir incelemesi değil. Bu tür incelemeleri yapan ve yapmaya devam eden son derece yetkin anayasa hukukçularımız bulunmaktadır. Benim yazıdaki amacım tam tersine Batıda, özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nde yaygın bir geçerliği olan “hukuk ve iktisat” çalışmaları geleneğine daha yakın. Bu alanın varlığı Türkiye’de fazla bilinmemektedir. Bu nedenle sözü edilen alanda yapılan bilimsel çalışmalar da azla yok arasındaki bir yerlerde bulunmakta. Anayasa konusunda ulus olarak bu denli takıntılı olmamızın da birçok nedeni bulunmaktadır. İlk neden, neredeyse tamamı halk oyu ile kabul edilmesine karşın bu anayasaların, yapanları bir türlü memnun etmemesidir. İkinci neden ise anayasa yapma veya değiştirmenin kolay olmasıdır; bir veya birkaç profesör, bir meclis ve bir de halk oylaması bu iş için yeterlidir. Anayasa ile uğraşmak yerine, örneğin uzay mekiği yapmak isteseydik işimiz son derece zor olurdu; on binlerce mühendis, milyarlarca lira ve kime ne siyasi fayda sağlayacağı belli olmayan bir proje. Bu nedenle anayasaları kurcalayıp durmak her zaman siyasi getirisi belli olan bir uğraş olarak gündemimizdeki sağlam yerini korumaktadır.
Anayasayı değiştirmek veya tadil etmek kadar etmemek de önemli bir sorundur. Ancak anayasayı değiştirmemek, doğal olarak, değiştirmek kadar dikkat çekmemektedir. Bu konunun en ilginç örneği 1946 seçimlerinde ortaya çık(ama)mıştır. O yıl gerçekleştirilen seçimlere kuvvetler birliğine dayalı 1924 anayasası ve dar bölge kuralına göre çalışan milletvekili seçim sistemi ile gidilmiştir. 1946 yılının özelliği, hatırlanacağı gibi, çok partili düzene geçilmesidir. Ancak, dönemin iktidar partisinin (Cumhuriyet Halk Partisi-CHP) 1924 anayasası ve dar bölge seçim sisteminin çok partili bir düzene uygun olmadığını bilmesi ve anayasa değişikliğini Demokrat Parti (DP) ile birlikte gündeme getirmesi gerekiyordu. Bu değişikliği gündeme getirmek şöyle dursun CHP, DP’nin nispi temsil seçim sistemi talebini bile geri çevirmiştir. Zamanının en iyi hukukçularını barındıran CHP’nin o dönemde anayasa değişikliği yaparak kuvvetler ayrılığı sistemine geçmemesi ve bir üst meclis olan senato ile anayasa mahkemesinin kurulmasını gündemine almamasını açıklamak hala mümkün değildir. İlerleyen yıllarda DP’nin ancak günümüzdeki Kuzey Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti kadar demokrat olabileceğini ön görememek de CHP olgunluğundaki bir parti için anlaşılabilecek bir tutum değildir. Dahası hem bu değişiklikler yapılıp hem de o yıl meclis tarafından kabul edilen “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” anayasanın içine alınsaydı 1960 ve ardından gelen darbeler gerçekleşir miydi? Son soru elbette spekülatif ancak bu anayasa değişikliklerinin niçin yapılmadığı sorusu ortada durmaya devam ediyor ve edecek.
Türkiye ilk modern anayasaya (modern fit) 1961 anayasası ile kavuşmuştur. Bu anayasa ile kuvvetler ayrılığı sistemi getirilmiş, Cumhuriyet Senatosu ve Anayasa Mahkemesi de kurulmuştur. 1961 Anayasası ülkenin yalnız ekonomik olarak değil toplumsal, bilimsel ve kültürel açılardan da kalkınmasının önünü açan bir metindir. Bu anayasa konusundaki ilk şikayetlerin 1965 yılından itibaren -siyaseti DP gibi dikensiz gül bahçesi olarak yönetmek isteyen- dönemin iktidar partisi Adalet Partisinden (AP) geldiği görülmektedir. AP’ye hemen, sahip olduğu ayrıcalıkları halkla paylaşmak istemeyen, Türk, sözüm ona, burjuvazisi de katılmıştır. Koroya kendi ön ayak olduğu anayasayı beğenmeyen ordunun da katılmasıyla ülke, 1971 darbesine toslamak zorunda kalmıştır. AP, Türk burjuvazisi ve ordunun ortak sloganı ise bu anayasanın ülkeye bol geldiği (loose fit) idi. Bu elbiseyi daraltacak bir terzi bulunmakta da gecikilmedi. Yeni terzi Nihat Erim de elbette bir anayasa profesörüydü. 1971-1973 yılları arasında yapılan değişikliklerle yürütme güçlendirilmiş, üniversitelerin özerkliği sınırlandırılmış ve Anayasa Mahkemesi de anayasa değişikliklerini sadece şekil açısından denetleyebilir hale getirilerek etliye sütlüye karışmaması sağlanmıştır (slim fit’e geçiş). Bir darbe dönemi olduğu için halkın bu duruma “Hayır, bu elbise bana hiç de bol değil” deme hakkı yoktu. Koro sanatçıları ve terzi de bu durumu çok iyi bildikleri için hiç utanmaksızın anayasanın halka bol geldiğini bizzat halkın yüzüne karşı söyleyebilmişlerdi.
Konuya ekonomi-politik açısından bakarsak 1961 anayasasında, 30 Haziran 1971 tarihinde yapılan ilk değişiklikler arasında ilginç bir madde ile karşılaşırız. Değiştirilen 61. madde ile “vergi, resim, harçların muafiyet ve istisnaları ile nispet ve hadlerine ilişkin hükümlerde değişiklik yapmaya Bakanlar Kurulu yetkili kılınmıştır.” Kısacası Türkiye Büyük Millet Meclisinin (TBMM) vergi koyma hakkı fiilen yürütme organına devredilmiştir. Benzer bir durum 1982 anayasasının 73. maddesinde de korunmuştur. Vergi koymak ve hükümetleri mali açıdan denetlemek Magna Carta’dan beri parlamentoların en önemli işlevidir. Konuyu kısaca geçiştirmek haksızlık olacaktır. Bu nedenle söz konusu konuyu önümüzdeki ay çok daha ayrıntılı olarak ele alacak ve bir ülkenin nasıl mahvedildiğini açıklamaya çalışacağım.
Sözüm ona Türk burjuvazisi, liberalleri ve orduyu o dönemde “slim fit” haline getirilen anayasa da tatmin etmemiştir. Daha tatminkâr bir anayasa için yeni bir darbeyi beklemek gerekmiş ve o da çok gecikmemiştir. 1982 yılında hazırlanan anayasa için de yeni bir terzi bulunmuştur. Yeni terzi işi daha sıkı tutarak “slim fit” anayasayı en baştan “ultra slim fit” olarak tasarlamıştır. İşi sağlama almak için de Siyasi Partiler Yasasına ünlü %10 ülke barajını ilave etmiştir. Ancak bu çok dar elbise bile üçlü koroyu tatmin etmeye yetmemiştir. Böylece yeni bir terzi-profesör elbette-bulunarak son referandumda kabul edilen ölçüye göre (tailor fit) değişiklikler gerçekleştirilmiştir. İşin kötü tarafı yeni elbisenin sipariş üzerine yapılmasına karşın son terzinin bu işin ehli olmaması, hatta nominal (kâğıt üzerinde veya daha doğru deyimle, çakma) olmasıdır. Bu nedenle kısa süre içinde yeni anayasa şikayetleri ve değişiklikleri de ufukta görünmektedir.
İşin bir diğer sıkıntılı tarafı da tüm fitlerin tüketilmiş olmasıdır. Hem de boş yere. Bu durumda yeni anayasa hangi kalıba sokulabilir? Belki de hiçbir kalıba sokulmayarak yenisi veya tadil edileni sadece bir köşeye atılacak, boşlukları da gelenek-görenek veya anayasa dışı oluşturulmuş kurumlar dolduracaktır. Böylesine karamsar bir sonuca ulaşmamın bir de bilimsel nedeni var. Şimdiye dek anayasa yapıcıları hiçbir zaman yaptıkları anayasaları beğenmemişler. Bu durumda ileri sürülebilecek iki mantık var. Birinci mantık, “Artık buna itiraz etmezler çünkü ölçüye göre yapıldı” demek. İkincisi ise “Hayır, şimdiye dek yaptıklarından hiç hoşlanmadıklarına göre bunu da beğenmeyecekler” savını öne sürmek. Ben ikinci mantığı tercih ediyorum, çünkü ilki ciddi bir formel olmayan mantık hatasını içeriyor. Bu hatanın bir de adı var: Monte Carlo Hatası (Monte Carlo Fallacy). İsmi üzerinde Monte Carlo gazinolarındaki kumarbazların hatalarından kaynaklanmış bu hata. Anlamı hiç veya çok az gerçekleşmiş bir olayın sırf bu nedenle gerçekleşeceğini varsaymak. Topun hiç siyah on ikide durmadığını gören kumarbazların sırf bu nedenle siyah on ikiye oynayıp tüm paralarını kaybetmelerinden sonra almış bu adı. Bu günlük hayatımızda da defalarca yaptığımız bir hata; bir haftadır yağmur yağmadı bugün yağar artık, hep hile yaptı ama artık utanır yapmaz, oğlum hep bütünlemeyle geçti ama bu sene doğrudan geçecek, vb. sınırsız örnek var bu konuda. Özetle söylemek gerekirse, bazı ülkeler anayasasız bile mükemmel veya çoğu ülke 100, 200 yıllık anayasalarla yönetilirken bizim kendi yaptığımız anayasalarla bile yönetilemiyor hale gelişimiz çok trajik. Kısacası Türk anayasa ile imtihanından sınıfta kaldı. En iyisi vakit çok geç olmadan uzay mekiği vb. gibi projelere el atmak.
Bu arada, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ve ülkemizdeki uygulamasına ne oldu? O da koltuk takımlarımızın akıbetine uğramaktan kendini kurtaramadı. Çok bilinen kötü bir huyumuz vardır; kumaşını ve rengini çok beğendiğimiz bir koltuk takımı alır, hemen ardından da kirlenmesin diye, alakası olmayan renklerden yapılmış örtülerle üzerini örter ve o harika kumaşı görünmez hale getiririz. Bu güzelim beyannamenin ülkemizdeki sonu da böyle oldu; eski misafir odalarımızın koltuk takımlarında olduğu gibi kirlenmesin diye üzerini örttük ve hâlâ hiç kullanılmadan öylece duruyor.