Kibir ve alçak gönüllülük artık en az kullanılan sözcükler arasına girdi. Antik Grek ve Ion uygarlıklarından bu yana felsefe, sanat, siyaset ve toplumsal ilişkilerin en önemli kavramları olan bu sözcüklerin unutulmaya yüz tutması bir yandan da toplumsal evrimimizin iyiye gitmediğini gösteriyor. Toplumların ve dillerinin gelişmesi her zaman paralel gitmek durumundadır. Tarihin sayfalarında bilim ve ekonomide gelişmeksizin sanatta gelişebilmiş ulus örneği bulunmamaktadır. Bugün bazı diller bilim dili haline gelebilmişse bunu kaynaklandıkları ulusların bilim, sanat ve ekonomi alanlarında yüzyıllar süren emeklerine borçludur. Çağımızda bu alanlarda hiçbir varlıkları olmayan ülkelerin sağa sola siyasi havalar atmaya çalışmaları ise muhataplarını güldürmekten öte geçmeyen anlamsız bir kibir gösterisine dönüşmektedir. Sonuç olarak bu ülkelerin dili bilim dili haline de gelememektedir. Bu konularda yapılan sayısız araştırma ve öneriye karşın ülkemizde alınan mesafe de çok yetersizdir. Zaten, ilerideki paragraflarda da ele alınacağı üzere, kibrin en önemli özelliklerinden biri önerileri, özellikle akılcı ve makul önerileri, dikkate almamaktır.
Britannica’dan alınan bilgiler kibir sözcüğünün Batı dillerinde genellikle Grekçeden gelen “hubris” ile ifade edildiğini gösteriyor. Sözcüğün kökeni Grekçedeki “hybris”. Anlamı ise “bir insanı küçültmek veya küçümsemek için bilerek güç kullanmak.” Bu anlam Grek uygarlığının ilerleyen zamanlarında değişime uğramış. Değişen anlam da “kibirli insanların düzenli bir evrende kendileri için tanrısal olarak çizilmiş sınırların dışına çıkmaları.” Klasik Grek mitolojisi ve tragedyasının temelleri de çizgi dışına çıkan ve çok şiddetli olarak cezalandırılan kibirli kahramanların öykülerinden oluşuyor. Söz konusu öyküler ayrıca yüzyıllardan beri, felsefe başta olmak üzere, tüm bilimler için yol gösterici oldu ve model olarak kullanıldı. Kibrin bir yandan da Solon’dan başlayarak Grek hukukunda yer ettiği görülmektedir. Buna göre kibir cezalandırılması gereken bir suç olarak kabul ediliyordu. Hatta düşman esirlerinin, özellikle esir generallerin, aşağılanması durumunda bu suç ölüm cezasına neden olmaktaydı.Grek ve Ion tragedyasındaki kibrin temeli genel olarak ölümlülerin kendilerini tanrılara eşit tutmaları nedeniyle yaptıkları hatalardır. Elbette madalyonun diğer tarafı da geçerlidir; hataları nedeniyle ölümlüleri cezalandıran tanrılar da kibirli ve güçlerini paylaşmak istememeleri nedeniyle kıskançtırlar da aynı zamanda. Örneğin, bir tanrıça gibi tapılma arzusuna kapılan Niobe’nin bu hatası oğullarının öldürülmesi ve kendisinin de ağlayan bir kayaya dönüştürülmesiyle sonuçlanır. Bir diğer trajik öykü de Arachne’den kaynaklanmaktadır. Arachne, Ledia adlı küçük köyde oturan ve mesleği dokumacılık olan güzel bir kadındır. Mesleğinde o denli ustadır ki insanlar ve periler kendisini izlemeye gelmektedir. Bir gün Arachne kibre kapılarak dokumacılığı kendi kendine öğrendiğini ve kimseye bir borcu olmadığını övünerek anlatmaya başlar. Bu durum yetenek tanrıçası Athena’nın, ki kendisi de iyi bir dokumacı olmakla övünmektedir, kulağına gittiğinde trajik döngü başlar. Athena, yaşlı bir kadın kılığına girerek Arachne’yi kendini tanrılarla bir tutmaması konusunda uyarır. Ancak, Arachne’nin bu uyarıyı dikkate almaması üzerine “Çok aptalsın ama işini de seviyorsun. O zaman sonsuza dek bu işi yap” diyerek onu bir örümceğe çevirir. İngilizce’de örümcek fobisi anlamına gelen “arachnophobia” sözcüğünün kaynağı da bu öyküdür.Cassandra’nın trajik öyküsü de diğerlerinden aşağı kalmaz. Cassandra, Truva kralı Priamos’un en güzel kızıdır ve yaşamı boyunca kehanet yeteneği elde etme peşinde koşmuştur. Kehanet yeteneği vermek ise tanrı Apollo’nun işidir ve bunu insanların ağzına tükürerek yapmaktadır. Kendisi de gizliden gizliye Cassandra’ya tutkulu olan Apollo genç kıza eğer arzularına teslim olursa ona kehanet yeteneği vereceğini söyler ve verir de. Fakat, kibirli Cassandra sözünü tutmaz. Apollo da bu yeteneği geri almayacağını, geleceği görebileceğini ancak onu hiç kimsenin kendisine inanmamasıyla cezalandırdığını söyler. İlerleyen yıllarda Cassandra, Truva’nın Grekler tarafından işgal edileceğini, tahta bir atla kente girileceğini ve Agamemnon’un öldürüleceğini çaresizce herkese söylese de kimseyi inandıramaz ve sonunda hiç konuşmamaya karar verir. Günümüzde de kendisine inanılmayacağını düşünen insanların suskunluğu “Cassandra sendromu” olarak adlandırılmaktadır.
Grek mitolojisi ve trajedisi kibir ve cezalandırılması konusunda sayısız örnekle doludur. Konumuzla yakından ilgili son bir örnek Narcissus’un öyküsüdür. Narcissus, nehir tanrısı Cephissus ile su perisi Liriope’nin oğludur ve olağanüstü güzelliğiyle tanınmıştır. Ovid’in aktardığı öyküye göre kör bir falcı annesine Narcissus’un, güzelliğinin farkına varmaması koşuluyla, uzun bir ömrü olacağını söylemiştir. Ancak Narcissus’un su perisi Echo’nun aşkını reddetmesi üzerine tanrılar öfkelenir. Narcissus bir gün su içerken yansımasını suda görür ve kendisine aşık olur. Heyecandan suya düşerek ölen Narcissus’un tam öldüğü yerde kendi adını taşıyan ve dilimizde de “nergis” olarak bilinen bir çiçek açar. Bu öykü öylesine evrenseldir ki dilimizdeki nergis sözcüğü bize, yüzyıllar boyu iç içe yaşadığımız Grek ve Ionlardan değil, Farsçadan geçmiştir. Günümüzde sıkça kullanılan narsisizm ve narsist kişilik bozukluğunun kökeninin de Narcisssus’un bu öyküsüne dayandığını tahmin etmek güç olmasa gerek.
Tragedyada da benzer temalar bulunmaktadır, ancak bu eserlerde tanrıların yerini kader teması almaktadır. Kader doğal düzeni temsil etmesi nedeniyle tanrılardan daha güçlüdür ve bu nedenle tanrılar kaderin işlerine fazla karışmazlar. Tragedyada kaderi koro temsil etmektedir. Koro eserin açılışında öykü kahramanlarının yapmaması veya kaçınması gereken eylemleri açıkça belirtir. Kibirli kahramanlarımız ise buna aldırış etmezler ve eserin sonunda kendilerini kaderin hazırladığı felaketlerin içinde bulurlar. Sophocles’in “Kral Oedipus” isimli tragedyası bu konuda iyi bir örnektir. Öyküye göre Thebe kralı Oedipus kayınbiraderi Creon’u kenti saran veba salgınının nedenini bulmakla görevlendirir. Creon vebanın ancak eski kral Laius’un katili yargı önüne getirilince sona ereceğini bulur. Kraliçe Jocasta’ya da katilin Oedipus olduğu söylenir. Kraliçe buna inanmak istemez çünkü bir kâhinin, çocuğunun eşini öldüreceğini ve kendisinin de kocası olacağını söylemesi üzerine oğlunu henüz bir bebekken yol kenarına terk etmiştir. Oedipus bu çocuğun kendisi olduğundan şüphelenir çünkü Thebe’e gelirken yolda birini öldürmüştür ve maktulün sonradan Laius olduğu anlaşılmıştır. Bir ulağın bu haberi Jocasta’ya getirmesi üzerine kraliçe utançtan kendini öldürür. Kraliçenin ölüsünü bulan Oedipus da cesedin üzerindeki broşun iğneleriyle kendini kör eder. Sigmund Freud’un ünlü “Oedipus kompleksi” de adını bu öyküden almaktadır.
Kibir ve kardeşi kıskançlık narsist dışa vurumları nedeniyle insan ilişkilerini olumsuz yönde etkileyen hatta bu ilişkilerin kurulmasını büsbütün engelleyen iki önemli zaaftır. Erich Fromm bu durumu narsist yönlenme olarak adlandırıyor. Fromm’a göre bu tür yönelime eğilimli insanlar kendi içsel varlıkları dışındaki her türlü varlık ve olguyu, dolayısıyla bunların önemini, inkâr ederek yaşamaktalar. Dış dünyalarındaki insanlar kibirli narsistler açısından yalnızca tehlike veya yarar ölçütlerine göre değerlendirilmekte. Narsist kibrin karşıt durumu ise nesnellik. Nesnellik, insanın kendi dışındaki tüm olgu ve kişileri oldukları gibi algılaması ve bu resmi kendi uydurduğu diğer resimden ayırt edebilmesi. Fromm “Sevme Sanatı” isimli yapıtında sevginin ön koşulunun kişilerin narsist kibirlerinden arınmaları olduğunu belirtiyor. Diğer yandan, kibir sadece sıradan insanları hedef alan bir zaaf olmaktan öte bir öneme de sahip. Kibirli insanın bir ülkenin yöneticisi olması durumunda neredeyse tüm tablo değişiyor.
Bu tablonun en iyi görünebileceği dönem 19. ve 20. yüzyılların emperyal ya da emperyalizm özentisi ülkeleri. Bu ülkelerin kibirli yöneticileri yalnız kendi kaderlerini kötü bir yöne sürüklemekle kalmayıp ülkelerindeki milyonlarca insanın ölümüne de neden oldular. Yaşadıkları kentleri de tapınılma gereksinimleri nedeniyle gereksiz bir ihtişama boğdular. Paris ve Berlin bunun en iyi örnekleridir. Her iki kent de şatafatlı geçit törenlerinin yapılabilmesi uğruna geniş bulvarlarla donatılarak yöneticilerine adanmış birer tapınak görüntüsü almıştır. Kibirli yöneticilerin itaat edilmekle yetinmeyip tapınılmaya tapınmaları bu iki kentin kaderini kökten değiştirmiştir. Fransız ve Almanlardan daha az kibirli olmayan İngilizlerde ise durum biraz daha farklıdır. Londra, kısıtlı bir alan dışında, bir zamanların emperyal başkenti olduğu görüntüsünü vermemektedir. Bunun nedeni 19. yüzyıl sonlarına doğru İngilizlerin, sömürgelerini kibirle yönetmelerinin yerel halkın isyanına neden olacağını keşfetmiş olmasıdır. Bu nedenle dolaylı yönetim modeline geçerek önemsiz alanları sömürge yönetimlerine bırakmış ve yerel halka kendilerini yönetebildikleri duygusunu aşılamışlardır. Buna rağmen, kibirli yönetimlerinin yerli halkta hayranlık uyandırdığını fark ettikleri için, Hindistan’da bundan vazgeçmemişlerdir. İtalya ise, 20. yüzyılda çok gayret göstermesine karşın, bir türlü emperyalist olamayan ülkeler arasındadır. Bu nedenle Roma da bir yandan Roma İmparatorluğunun kalıntıları diğer yandan faşist dönemin görkemli yapıları arasında mimari açıdan bocalayan kaotik bir kent görünümünde kalmıştır.
Grek ve Ion mitolojisi kibirli kahramanların trajik öyküleriyle dolu olmasına karşın günümüzün önemli veya sıradan insanlarının yaptıkları hatalar birden fazla olabilmektedir. Modernitenin en kötü yanlarından biri ve belki de en önemlisi kibirli insanların birden fazla hatayı aynı anda yapabilmesine olanak tanımasıdır. Yani kibirli bir insan aynı anda hem Niobe gibi tapınılmak isteyebilmekte, hem Arachne gibi “Her şeyi ben yaptım” diyerek övünebilmekte, hem Icarus gibi doğal sınırlarının ötesine geçebilmekte ve hem de Oedipus gibi içinde bulunduğu durumun sonsuza dek süreceği yanılgısına düşebilmektedir. Neredeyse herkesin ortak paydası ise Narcissus gibi kendine aşık olma etrafında toplanmaktadır. Bu nedenle trajik son da ancak uzun vadede gelmektedir. Modernitenin ikinci kötü yanı, Modernite öncesinde aristokrat ve burjuvalara tahsisli olan kibrin orta sınıflara yayılmasını olanaklı hale getirmesidir. Bu tuhaf duruma ilk olarak Thorstein Veblen 1899 yılında “gösteriş tüketimi” kavramıyla dikkat çekmiştir. Gösteriş tüketimi bir ürüne işlevinin ötesinde ödenen fiyat etiketleriyle karşımıza çıkmaktadır. Günümüzün orta ve alt sınıflarıyla sonradan görme zenginleri kibirlerini artık kişisel ilişkilerinde değil sahip oldukları ürünlerin markalarıyla açığa vurmaktadır. Kapitalist sistemin-aslında her zaman tartışmalı olan-piyasa etkinliğini yitirerek raydan çıkmasında kibrin, uyandıktan sonra hatırlanmayan bir kâbus gibi, toplumun tüm kesimlerini etkilemesinin payı büyüktür.
Sonuç olarak Grekçe bir bilim dili haline gelemedi ancak tüm bilimleri sözcükleri ve kavramlarıyla etkiledi. Bu etkileyişte Grek ve Ionların kibirden uzak durarak bilim ve sanata yönelmelerinin önemli bir etkisi olmalıdır. Diğer yandan, insanlık tarihi neredeyse tamamen bir kibir tarihidir. Hannibal’i, üstelik de fillerle, Alplere sürükleyen, Sezar’ı yıllarca Galya’da oyalayan, Napoleon’u Moskova’da perişan eden başka ne olabilir? Tarih bir yandan da gösteriyor ki bugün gelişmiş olduğu kabul edilen uluslar zaman içerisinde kibirlerini gizlemeyi başarabilmiş ülkelerden oluşmaktadır. Günümüzün kibirli ulusları ve insanları ise güçsüzlüklerinin farkında olmayanlar. Üstelik söz konusu güçlü uluslar, zayıf ama kibirli ulusların duygularını körükleyerek onları daha da kibirli ve dolayısıyla hata yapmaya daha uygun bir duruma yöneltmektedir. Tragedyadan aldığımız ders ise hala önemlidir ve hiçbir zaman unutulmaması gerekmektedir: Kibir her zaman felaketle sonuçlanır.