Kontür Sibel

Söyleşi olmayınca şehir bomboş göründü gözüme. Bir boşluğa düştüm, anlatamam, canım çok sıkıldı, ne yapacağım ben burada?

Bahar gelince Kitap Fuarı kitap imza söyleşi hızlanır, bir kaç davet gelir. Yazı için binbir emek hazırladığın notlarından uzakta kalmak da işine gelmez, çünkü bir kaç günlük ara zihnini boşaltır notlarına yüklediğin birçok derin anlamı kaybedersin. Onca çalışmayla irtibatın kesilmesi yazar için ölümdür, uzun süreli konsantrasyonun psikolojik bedelleri ağır olsa da değirmeni sürekli döndürmek zorundasın, zihnindeki çark dönmek zorunda, kerim Allah deyip kendini zihninden notlarından coşkuyla delice akan ırmağa çırçıplak bırakmak zorundasın.

Ve ama yorgunsundur. Ortalık çiçeklenmiş bir hava alalım dersiniz, kır dağ bayır görürüm, bir tatlı neşe düşer içinize, uzaklaşayım diye can atarsınız, rüzgar birazdan daha güzel esecek.

Gidiş dönüş uçak biletleri alınmış, bir küçük program var, bir sınıf dolusu üniversiteli gence sinema anlatacağım, gezmiş de oluruz. Seminerlere yazı gibi not alarak hazırlanmam, söyleyeceklerimi kafamda tutarım, şöyle bir kafamda gezdiririm, şu başlıkları unutma, şunlardan da bahset. Sonra ne anladılar kabilinden karşılıklı soru cevap tartışma, zihnimde üst üste istif ederim, dışarda kuşlar cıvıldıyor, güzel hava kaderi de güzelleştirir? Liv Tyler’in Çalınmış Güzellik filmi üzerinden hayatın ve doğanın saf baharını mı anlatsam, çılgın burjuva zevklerine karşı saf güzelliğin amansız savaşı ve zaferi!.

Uçak saati öğle yemeğine denk geliyorsa tedbirli olmalıyım, çantamda elden ayak üstü yiyilecek börek çörek bir şeyler sardırırım ve kurallar gereği (Allah’ın emri) bir saat önce havaalanında kontürün önünde sıraya girebilmeliyim, çünkü uçak kaçırmanın kazası yok. Geçen sefer Nicole Kidmanlı filmleri anlatmıştım, nasıl bağladık, sinemada güzellik-yakışıklılık esastır, hikâye ne kadar dehşet korkunç karamsar olursa olsun güzel yüzler saf ahlakı saf güzellikle bir umut olarak sürükler, karmaşık düğümleri ancak sadelik yener. Yoksa yatağa sevişmeye indirgenip sahtekârlaştırılan yeni tür özgürlük’e mi girsem? Daha sert konuşulmayan sinema hilelerine mi girsem. Trump’un nükleer bomba tehdidi, gerçek mi, bilemeyiz, ancak bu kıyamet tehdidi yarattığı infialle dünyada bütün ilgiyi üstüne çeker, aynı şekilde, mesela, büyük sinemacıların ‘ensest’ imaları, kıyamet tehdidi gibi sizi hikayeye yapıştırır ama gerçek midir? Büyük sinemacılar ensest imalı sahnelere neden ihtiyaç duyarlar, Saraband filminde Bergman baba-kız arasında ensesti ima eder ama gerçek mi yoksa kıllandırmak mı? İma bir tehdittir. Bertolucci Düşler-Tutkular filminde iki kardeş arasında aynı şekilde ensest var mı yokmu ima eder, gerçek mi bilemeyiz, ima olarak kalması, bu kıyamet tehdidini nasıl okuyacağız. Seyirciyle mahrem gizli bir ilişki kurmak mı, insanları korkutup dış dünyaya kapatmak mı? Ensest imasının izleyicinin içinde sert bir kale muhafızına çarpacağını yönetmenler iyi bilir ve sert kaleyi topa tutmayı çok severler! Bu ima tehdidiyle kazançları nedir? Merakımızı ele geçirmek. İzleyiciyi ensest imasıyla pirelendirmek sadece durağan akışı hızlandırmak için mi? İzleyiciyi suça ortak kılmak mı? Ensest sahneleriyle seyirciyi ‘tecrit’e zorluyorlar dünyanın hayatın neşesi bitiyor, işte orada sizi sessizleştirip kurbanları haline getirirler, Trump da bunu istiyor. Sinemada ensest iması insan doğasına kasıtlı bir saldırı seyir zevkine bir saldırı, şu çiçeklerin filizlendiği şu bahar günü olacak iş mi? Toplumsal sorumlulukla ya da felsefe ve ahlakla yoksa gişeyle mi yoksa yönetmenin üstünüzde iktidar kurmasıyla mı alakalı? Hile ve gişe ve iktidar tarafına odaklanmalıyım. Unutmadan büyük sinemacıların ensest imalı sahneleri yavaş akışı sıcak bir merakta tutmaları yeni sinemanın ‘derin’ sırları arasında. Normal sağlıklı insana içimizde bir canavar var mı yok mu yoklamasını neden yaptırmak istiyorlar, neden bizi sapık bir röntgenciye dönüştürüyorlar? Trump mı canavar eli bağlı bu sahneleri izleyen bizler miyiz asıl canavar! Sağlıklı seyirciyi olmayan bir canavarla korkutmak neyin nesi. Ensest imasıyla büyük yönetmenler sahi ne yapmak istiyor, insan zihninden iğrenç bir fotoğraf geçirerek seyirciyi neye zorlayıp dünyanın yükünü bu korkunç fotoğraflarla bizlere niçin taşıttırmak istiyorlar? Bahsi buradan açayım, öğrencilere Trump’ın nükleer tehdidiyle büyük yönetmenlerin ensest imalarıyla üstümüzden kurdukları ‘iktidar’dan söze gireyim, siyasetin nükleer tehdidiyle sinemacıların ensest imaları arasındaki büyük benzerlik:: belirsizlik, ya varsa ya olursa korkusu!

-Taksi! Abiciğim havaalanına gideceğiz, gitmeden şu arka sokağa dönüp börek alacağım…

‘Modern hikaye anlatıcısı-satıcısı neden bedenimizi duygularımızı ‘karmaşık’ hale getirtiyor. Karmaşık olduğumuza bizi inandırıyor. İnsan değil, kır çiçekleri olsaydık, kır çiçeklerini dahi çok komplex çözülmez bir seks hayatları olduğuna kesin inandırırlardı. Bu dünyanın çok çetin olduğuna otu böceği inandırmışlar. Şurdan mı girsem, yani büyük yönetmenler insan evladına karşı çok da samimi değildir, sadeliği saflığı çoktan unutmuşlar, kışkırtıcıdırlar, tuzak kurarlar, açıklayamadıkları ya da cesaret bulamadıkları her şeyi kaynar sular gibi üstümüzden aşağı döküyorlar. Hayır hayır şurdan, modern toplumda sinemadan da korunmanın yollarını bulabilmeliyiz, sinemacılarla asla uzlaşma içinde olmamalıyız ve şezlonga uzanır gibi sinema koltuğuna telkine açık oturmamalıyız. Düşler Tutkular filminde üçlü ilişki çadırında üç çıplak genç o çadırda kaldıkları müddetçe intihardan başka yol bulamazlar, Bertolucci onları sokağa çıkartır, polis gazlarının üstüne salar, intiharınızdan kendimizi sapık mıyız değil miyiz yoklamalarından bizi ancak sokak kurtarır. Büyük yaşamsal tehdidle baş edebilmenin yolu siyasetimizi koruyabilmektir, sağlık siyasi kavgadadır. Zaten bir çok sert dehşet kabul edilmez sahneyi zihnimiz birazdan çıkartıp atar. Çünkü hiç bir insan bu tezli canavarların tehdidi altında uzun süre yaşayamaz. Yazar yönetmen sizi bunaltarak teslim mi alıyor. Ne istiyorlar insanoğlundan, sağlıklı insanları bir ömür kendisiyle savaştırmanın mümkün olmadığını bilmiyorlar mı? Başkaldıracak üstün bir enerji karmaşada değil sadeliğimizde, mutluluğumuzu doğamızı hareketsiz ve uyumsuz ve karmaşık sahneleriyle kirletip yoruyorlar. Hangi filme girseniz yönetmenin duygularınız üzerinde ‘acil durum’ ilan ettiğini görürsünüz, tehditler savurur. Toplumda ve zihnimizde olmayan şiddetli sapık canavarları fotoğraflarla kafatasımıza sokarlar. Yok yok şöyle başlamalıyım, saf iyiliğe ve saf güzelliklere inanmadan tek bir hikaye yazmayın tek bir film çekmeyin. İşte dinler her gün aynı tehdidi sürdürüyor, Lut kavminin başına gelenleri duymadığımız bir gün var mı? Sende olmazsa çocuğunda olur onda olmazsa torununda olur, işte tam burada bizim kalkıp yönetmene ‘sakin ol’ dememiz lazım. Henüz insanoğlu tarlaları sürmeden makasla bahçıvanlık yapmadığı o tarih öncesi çağlarda doğa daha da güzel değil miydi? Zaten insan zihni kendisiyle alakalı olmayan fotoğraflara karşı itirazını kayıtsız kalarak gösterir, tarlayı bir kaç yıl sürmeyin eski ve doğal haline pek bir güzel gelir, yağmuru rüzgarı daha neşeli karşılar. Bizi daha çok korunaklı olmaya herşeyden korkmaya sürükleyen ve kendi bedenimizle düelloya sürükleyen her hikaye her filme itiraz etmeliyiz. Her defasında kendimizi aşırı büyük mercekler altına almaktan yorulmadık mı? Açıkça görünen ve bilinen şeyleri yeniden incelemek deşmek neyin nesi, bedenimiz otopsi için defalarca mezarından çıkartılan cesetlere döndü. Ne yani ondan kork bundan çekin bu tehlikeli bu duygu sapıkça, ee, bu kadar film seyrettikten sonra yeraltı sığınaklarında mı yaşayalım.. Büyük yapıtlar büyük filmler ve başkaların hayatları da umurumda değil diyemezsiniz, ancak her şeyi zihnimizin ceplerine tıkıştıramayız, yanisi bedenimizi duygularımızı bu büyük tehditler karşısında zaman zaman nadasa bırakabilmeliyiz, bahar geldi ah biraz nefes alalım, kiraz çiçekleriyle burun buruna göz göze gelelim, yüzümüz çiçeklere yakınlaştıkça içimizdeki saf insanı daha bir yakından tanırız.’

-Ağbi vaktimiz var, orta şeritten gidelim.

‘Şöyle başlasam, bakın arkadaşlar, seyrettiğimiz şeylerin batı imalatı olduğunu unutmayalım, batılı akademisyen yönetmen hangi kültürün çocuğu, Tanrıyı doğurmuş bir anne (Meryem) ile yanlışlıkla annesiyle yatmış Ödipus hikayesine saplanıp kalmış bu uygarlık bunun üstüne atom bombasını icad ediyor ve acımasızca kullanıyor. Bir çocuğun anne memesinden ayrılmasının bedelini ağır cinsel travmalarla yani nevrozla açıklayan bir kültür, asıl kıyamet nükleer facia bu, ödipis mödipis genetik düzeni bozmuşlar, bu düşüncenin radyasyon kalıntıları nerdeyse her sanat eserinde her romanda. İşte burada ‘sakin olun’. Tanrı’nın oğlu hepimizin dünyaya günahla Freud hepimizi memeden koptuğumuz için nevrozla suçluyor, pek tabi yolundan çıkmış bu dünyayı nükleerden başka hiç bir güç toparlayamaz. Bakın arkadaşlar, insana borcumuzu ödemekle yükümlüyüz, insanı saf bir çiçek gibi görebilmeliyiz, doğa insanı şeffaflaştırır, neden? Sen ben o hayata günahsız başladığımızı taşıdığımız bedenin saflığını dahi söyleyemeyen bir uygarlığın içinde doğduk. Şüphesiz modern sanatlar işkence çeken insanların acılarını öğretir, aşk, savaş, aile, eşitsizlikler, cinsellik karşısında duygusal tepkiler doğurarak bizden sorumluluk bekler, doğru, tanımadığımız coğrafyaları ve insanları bize yaklaştırır ve kötülerin mahkümların suçluların da birer iyi insan olarak hikayelerini izleriz, doğru, ama bizi suçlu kılıp bedenimizden bizi utandırıp daha korunaklı ve kabuk bağlamış bir hayata zorlamasına hayır, işte burada duralım, milyarlarca insan her gün en dehşedengiz savaş filmleri seyrettiği halde savaşların daha da çoğalması, ne anlama geliyor? Sinema kilisenin yerini çoktan aldı, yönetmenler papazlara çoktan dönüştü ve bizler de sevdalı gönüllüleri-kulları-müridleriyiz, burada duralım. Trumpla güya düşler masallar kuran büyük yönetmenler arasında bir fark yok, tehdit aynı tehdit, stop. Düşünün ilk gençlik yıllarımızı, sinema salonlarına lunaparka girer gibi neşeyle giriyorduk ama tımarhanemize dönüyormuş gibi yerlere bakan içe kapanmış kuruntulu bir şekilde sinema salonundan üstümüzde radyasyon artıkları ayrılıyorduk, neden? Evet evet böyle başlayayım, sonra Bertolucci’nin filmlerine gireriz..’

Türk Hava Yolları Anadolu Jet, bir buçuk saat öncesinde vaktinden önce kontürün önündeyim, biletimi uzattım, inanılmaz uzun bir kuyruk, hayrola, İstanbul’da büyük bir fırtına çıkmış, bir çok uçak rötarlı ve bir çok uçak başka bir yere inmiş, bir izdiham sormayın, bağırış çağırış gişe önünde kıyamet kopuyor. Kontür görevlisi bileti aldı, bilgisayarda tak tak, uçak dolu, dedi, sonra yüzüme, şöyle bekleyin, dedi… Birinci sırada kenara çekildim, bekliyorum.

Otuzlu yaşlarda bir delikanlı, sırayı yarıp gişenin önüne geldi, ‘hanımefendi, Şırnak uçağımız İstanbul yerine Ankara’ya indi, otuz kişilik kafile bekliyoruz, uçak nerden ne zaman kalkacak, bilgi veren yok, işimiz gücümüz var böyle bekleyecek miyiz?’.

Allah kontürdeki görevlinin yardımcısı olsun, bu baş edilebilecek bir telaş değil. Demeden, ellili yaşlarda bir adam, elinde bir tomar nüfus kağıdı, sıranın önüne doğru koşarak geldi: ‘hanımefendi Ankara’ya geziye ortaokul çocuklarını getirdik, uçak iki saat rötar yaptı, ne zaman kalkacak?

Şöyle arkaya baktım elli kişilik bir çocuk kafilesi, havaalanının ortasına dikilmiş lale bahçesi gibi, adam çaresiz, bari ben teskin edip yardımcı olayım dedim, kafile başkanına, ‘İstanbul’da fırtına çıkmış, uçaklar kalkmıyor..’ Adam kontüre değil bana çıkıştı ‘çocuklarla havaalanının ortasında kaldık, birinin çişi gelse hepsini tuvalete sokuyoruz’.

Çocuklardan biri yorgunluktan yere oturdu, hocaları bana cevap yetiştirirken bir de çocuğa bağırdı: ‘Oturma oğlum yere’, ‘bırak otursun’ dedim. Hoca: ‘biri oturunca hepsi oturuyor’…

Kontürdeki kadın telaşlı öğretmene seslendi: ‘Şöyle bir dakika bekleyin, sıranız gelecek, beyfendi!’.

Demeden, orta yaşlı bir kadın sıra mıra takmadan bağıırarak saldırır gibi gişeye yöneldi: ‘hanımefendi cenazemiz uçakta ama biz uçağa binemiyoruz’, sonra geriye dönüp bütün havaalanı duysun diye tekrar etti, aslında kuyruğu ihlal etmesinin gerekçesi ve özrü gibi, bir daha bize doğru bağırdı: ‘Cenazemiz uçakta ama biz uçağa binemiyoruz!’… Aslında konferansa bu hikayeyle başlayayım, cenazesi uçaktaymış, yalaaaaaan, ama iyi bir hikaye, hepimizin hakkını gasbediyor ve ama sinirlenmiş delirmiş bir şov, müthiş, biz de cenaze lafını duyunca pısarak öyle kımıltısız kalıverdik, sırasının bir türlü bitmeyişine artık rıza gösterip sustuk, çünkü nükleer tehdit insan soyu üzerine daha yaşamsal tehdit, tırstık.

Kadın sıranın önünden havaalanının bir yerlerine doğru anlamsızca koşmaya başladı, bağıra bağıra:: ‘Cenazemiz uçakta uçağa binemiyorum…’

Allaaaaaah, gerçekten kontürdeki bayan görevliye acıdım, bu kadar karmaşık dertle nasıl baş edebilir. Kargaşa izdiham başlayınca insanların statüleri meslekleri nezaketleri saygınlıkları herşey anında ortadan kalkıyor ve hepsi aynı tür bağıran çağıran tek tip adam oluyor. Sanki bu saygın insanlar bağırıp çağırmak deşarj olmak için bir şeylerin anormalleşmesini dört gözle iştahla bekliyorlar. Ben uçak müdürlerinin yerinde olsam her gün rötar hergün bozukluk çıkartarak halkımızın iktidara karşı isyanını bu değersiz itiş kakışlarla katarsis yaşatır boşaltırım. Bu değersiz itiş kakışların aslında bu insanlara bir faydası da var, kahramanca dikleniyorlar, bozuk atıyorlar, iktidara meydan okuyorlar, bu da bir kurnazlık, bağırılacak yerde bağırmıyorsunuz. Ve kuyrukta hepimizin gözleri havaalanı içinde elinde bilet bağırarak kaybolan kadını arıyor, artık sinema seyrediyoruz, nereye gidiyor bu kadın, aldı bir merak, deli de olsa saçma da olsa anlamsız da olsa, peşinden gitmek istiyor insan, film bu arkadaşlar, cenazemiz var deyip boşlukta koşmak.’

Demeden, sıranın önüne bir başka kadın bağırarak geçti, ‘ölümüz var hanımefendi, bu uçak kaçarsa, ölümüz var, yetişemeyeceğiz, diyorum…’, yakınarak elindeki bileti hınçla sallıyor.

Ben de içimden haykırdım, ulan, ölünüz cenazeniz benim de sırasını beklediğim bu uçağını mı bekledi? Ulan Trump nükleer tehdit için şu güzelim bahar gününü mü bekledin?

Gişenin önü kilitlendi, tam bir curcuna, sıra mıra kalmadı, tek bir görevlinin yetişmesi mümkün değil, acil bir kaç görevli daha geldi, hepsinin elinde telsiz telefon, amirlerin hepsi olay yerinde, sıradakileri oraya buraya yönlendirmeye başladılar, kimilerine ‘siz bekleyin’ kimilerine ‘sakin olun beyfendi’, kimilerine de ‘bagajınız var mı’ demeye başladılar… Kimilerine de: ‘koşun koşun uçağınız kalkıyor.

Ne mutlu ‘koşun’ denilenlere, Allah’ın cennetiyle müjdelenmiş aziz evliyalar, koşanlara gıptayla bakıp, bu mükafatı alacağım anı sabırla tevekkülle beklemeye koyuldum.

En çok kullandıkları kelime ‘sakin olun’, Allahım inşallah bana da ‘sakin olun’ demezler diye yalvarmaya başladım. Bu sürü nasılsa zor toparlanır, yapacak da bir şey yok böyle ayak üstü dikilip bekleyeceğiz.

‘Arkadaşlar yetmişli yıllarda bugünkü gibi muhteşem harika diziler filmler çok da çekilmiyordu… 1975 galiba, 1900 (Novecento) Bertolucci’nin muhteşem filmidir, film beş buçuk saat sürer tuvalete kalkmadan büyüsüne kapılıp izlersiniz. Bertolucci ağbimiz sıkı bir devrimcidir, filmi de sınıf savaşı, İtalya’da bizim güneydoğuda olduğu gibi ‘ağalık’ söz konusu, bir tarafta efendiler diğer tarafta yeni yeni örgütlenip köleliğe başkaldıran köylüler… Unutmayın, Bertolucci ağbimiz aşırı özgürlükçüdür, ağzına geleni söyler heryeri gösterir, Robert De Niro Gerard Deperdieu baş rolde ve bunu hemen hemen bütün filmlerinde yapar erkekleri daldaşşak defalarca gösterir. Burjuvayı hiç sevmez, köylüleri destekler, biri köylü çocuğu diğeri efendinin çocuğu aynı gün doğmuştur ve bu iki kahraman üzerinden büyük savaş yıllarında İtalya’yı siyasi sosyal atmosferini anlatır. Bertolucci ağbimiz her filmine mutlaka yalamalı orgazmlı sahneleri uzun uzun yerleştirir, ki o yıllarda bu sahneler sinemada bir devrimdi. Bugünlerde artık yalamalı orgazmlı sahneler olmadan tek bir film çekilmez oldu, yani yalamalı orgazmlı filmler artık ‘standart’ oldu. Hikaye anlatımı eşsizdir kahramanları capcanlıdır ve sahneler fotoğraflar olağanüstüdür. Çiftliğin efendisi büyükbaba beyaz elbise giymektedir ve seksen yaşına gelmiştir, onüç ondört yaşında köylü kızını ahıra çeker, süt sağmasını ister, ve sonra pantolunun önünü açıp kızın elini sokmasını ister, içerde bir hareket göremeyince, bende iş kalmamış deyip birazdan intihar eder. Bertolucci ağbimiz efendilerin .iklerine bağlı amaçsız hayatlarını anlatır. Oysa aşk gibi arkadaşlık gibi kardeşlik gibi insani duygular sadece köylülerdedir, efendiler insanlığın dejenere hali köylüler saf iyiliktir. Köylüleri ve efendilere karşı direnişlerini masalsı bir güzelliktedir. Unutmayın, Bertolucci’nin çoğu filmi çok tezli çok sonuçludur, belki de beş buçuk saatlik film çektik boşa gitmesin(?!). Novecento filminde arkadaş da olsalar sınıf farklılığının kaçınılmaz olduğunu söyleyip kardeş gibi iki arkadaşı sınıf savaşında karşı karşıya getirir, kaçınılmaz diyalektik çatışmanın altını çizer ve ama? Aynı filmde yine sınıf farkı da olsa hatıralarıyla arkadaşlığın sınıf farkı tanımadığı tezini işler… Ve maddi zevkler ve maddi zenginlikler bittiğinde burjuvanın bir hiç olduğunu anlatır, gün gelir çiftliğin efendi oğlunun zenginliği elinden alınır ve kölesi köylü çocuğun arkadaşlığı dışında serveti kalmaz. Tabii savaş öncesi köylülerin hayvan böcek yerine koyulmadığı İtalya köylerine kadar girmiş sendikalaşmanın ilk yıllarını izleriz. Hepsinden öte bu filmlerle büyük sinemanın inşasına şahit oluruz. Bir hikayeyi beşbuçuk saat su gibi akıtmak, işte büyük yönetmenlik budur, içimizde yaşayan yüzbinlerce hayvanı bu filmlerin duygu ortamları insana dönüştürmüşlerdir, bu büyük yönetmenlere yukarda Allah var çok şey borçluyuz. Baskı ve sansür tanımamışlardır, üniforma burjuva genel geçer ahlak tanımamışlardır, kusursuz bir sinema karesi için sinema dilini imkanlarını gerçeklik hakikat uğruna sonuna dek zorlamışlar ve ortaya dünya harikası masallar çıkartmışlardır…’

Bir uzun saat kuyrukta geçti, ayakta dikilmekten yoruldum, bir mucize, kuyruk bitti gibi, ortalık biraz sakin gibi, gişe önünde üç-beş kişi kaldık, en önde ben. Allahım, nihayet, derken, saate baktım, uçağın kalkış saatine 5 dakika var, olsun, bekle dediğine göre bir şekilde yetiştirecek beni.

Sonunda bana döndü, işte kalabalığın isyanına katılmamış son derece sabırlı saygın bir müşteriniz, der gibi nüfus cüzdanımı ikinci kez gururla uzattım.

Görevli bayan bilgisayarına birr daha tak tak yaptı ve yüzüme bakarak: ‘Beyfendi uçak dolu, tek kişilik yer yok’.

‘Hanımefendi nasıl olur, biletimi almışım’, ‘bir saat önce gelecektiniz’ dedi, ‘hanımefendi bir buçuk saattir buradayım, bekleyin, dediniz, hatta tak tak yapıp bir buçuk saat önce uçak dolu, dediniz.

Zınk, mevzuyu çaktım, bunlar benim bileti kesin başkasına sattılar, ve bir saat önce gelme kuralını ihlal ettiğimi söyleyerek haklı çıkacaklar…

Üstüne basarak ‘hanımefendi iki saattir gözünüzün önünde buradayım, Şırnak’tan gelenler cenazesi olanlar, ne yapsaydım, herkes sıranın önüne atıldı, bekle dediniz bekledik, suç mu işledik!’

Derken iki teyze beni tanıdı, yanıma geldiler, Nihat bey bir fotoğraf çektirebilir miyiz, gişeyle tartışırken dönüp selfi yaptırdık, otuzlu yaşlarda bir başka genç, Nihat Bey, ben de dedi, bir fotoğarf daha..

Amaaa, bu iyi oldu, gişeci benim önemli bir adam(?) olduğumu görmüştür…

Selfiler üzerine ben de önemli adam olduğumu pekiştirdim: ‘Hanımefendi konferansa yetişeceğim..’

Der demez, laaaaak varil bombasını gözleriyle üstüme attı: ‘Sakin olun beyfendi!’

‘Hanımefendi sakinim sadece biletim var uçağıma binemiyorum, böyle bekliyorum bakın, böyle duruyorum, bakın çok sakinim…

Varil bombasını tekrar attı: ‘Sakin olun beyfendi, bakıyoruz…’

‘Hanımefendi sakinim, sakin olmak için başka ne yapayayım kefene sarılıp mumyalanıp mı bekleyeyim…’

Telefonu aldı, bir yere telefon etti, kapattı, bana döndü: ‘Beyfendi şimdi kalkan uçağa sizi yedek yazdırdım’.

Biletin üstüne ‘kontür Sibel’ yazdı, uzattı, 111 nolu kapıya koşun oradaki kontüre gösterin…’

Hızla koştum ikinci güvenlik kapısı da tıklım tıklım, tekrar kontür Sibele geri döndüm, ‘hanımefendi sıra uzun güvenlik kapısından geçirseniz..’ dedim..

Kontür Sibel: ‘Ahmeeeet, yolcumuza yardımcı ol, uçağı kalkıyor, yetiştir’. Aslında bir entellektüel olarak sevindim, bu kadar cenaze içinde konferansa da öncelik verdikleri için, uçağı kalkıyor ne güzel laf…

Güvenlik kapısından dalarak geçtim, anında alarm verip durdurdular, ‘beyfendi nereye kayışınızı çıkartın neyiniz var yok çıkartın’… Biletin üstündeki Kontür Sibel yazısını gösterdim. ‘Siz yine de çıkartın…’..

Acilen tütün tabakamı cep telefonumu anahtarlığımı çıkarttım, karşıya geçtik, acilen kayışımı bağladım, 111 nolu kapı teee neresi, beş dakika kaldı, nasıl koşuyorum, Allahım elimde valiz kayış tam bağlanmamış nasıl panikle koşuyorum, acil yolcular için buraya bisiklet koysalar fena mı olurdu.. Şansa bak 111 nolu kapı ta anasının dibi, daha tabelasını göremedim.

111 nolu kapı şükür kavuşturana, yorgunluktan düşüp secde edeceğim, ah 111 nolu kapı seni hiç unutmayacağım.

Kapının önü ana baba günü, oh harika, kapı henüz açılmamış ben yollardayken uçak yarım saat daha rötar bildirmiş.

Kapıya geldim, görevliye, biletimi uzattım, üstünde Kontür Sibel yazan yazıyı da üstüne basarak iftiharla ve parmağımla gösterdim.

Görevli ‘Nihat bey, siz ikinci yedeksiniz, birinci yedeğimiz var, (bir hanımefendiyi) gösterdi, şöyle bekleyin kuyruk bitsin, en sona bakacağız!’.

Şöyle bekleyin dediği ,oturacak yer de yok, naçar, dikileceğiz, derken, ulan, herif beni tanıdı, Nihat Bey dedi, Nihat Genç olduğumuzu anlamışsa bir yamuk yapamaz. Evet tanıdı beni, bir yamukluk yapamaz, bu çok güzel haber.

Görevliye bir daha gidip, ‘beyfendi koltuk numaram biletim olduğu halde niçin yedeğim’ diye sorsam, kesin ‘sakin olun beyfendi’ diyecek, sakin olun denildi mi zaten nevrim dönecek ipler kopacak, havaalanı ortasında bir sert muhalif deli yazar Nihat Genç eksikti.

‘Sakin olun’ silahına karşı yapacak bir şeyim yok, sakin olun bombasına karşı ne yapsan suçlusun delisin… Ulan ben Nihat Genç’im bir markam var bana sakinlik yakışır mı?

Ulan kim icad etti bu lafı, sakin olun, kimyasal saldırı, hem deliriyorsunuz hem kımıldıyamıyorsunuz.

Sakinim!

Bekliyorum.

Hem Nihat Genç’im hem sakinim, olacak iş değil ya..

Neyi bekle lan, uçak kalkıyor neyi bekle, .mına koduğumun çocuğu, kudurdum.

Sayın kapı görevlisi iktidarınız bir yıldırıma dur düşme bekle diyebilir mi?

Biz de doğanın bir parçasıyız biz de elektrik sinir taşıyoruz, sevişme, çalışma, akıllı olma, hep aynı bekle komutu, ulan nükleer bomba yola çıktı, aylardır baharı bekliyoruz, daha ne sakini?

Neyi bekleyeceğim ulan deyip görevlinin üstüne yürüsem anında onlarca güvenlik üstüme dalar, Trump’u Putin’i değil beni döverler. Neyi bekleyeceğim deyip görevlinin gırtlağını sıksam, lan it oğlu it uçak kalkıyor neyi bekleyeceğim desem, güvenlikçiler kelepçe takar. Üçüncü aşamada kafa tekme atsam silahlarına dahi davranırlar. Bekle komutuna karşı üçüncü ihlal aşamasını geçtiğinde ise ‘sonun’ olur. Yerler cilalı ortam kameralı büfeler şık pastalarla dolu her yer elektronik ve sen biletini aldığın uçağa binemiyorsun ve hakkını arayacak tek bir karşı hamle şansın yok, nükleer bomba buralara çoktan atılmış, haberimiz yok, nükleer bomba atılmasaydı biletimiz olduğu halde bu kapıda böyle sessizce mumya gibi kımıltısız bekleyebilir miydik?

Kafamın beynimin içine cız cıızzz kızgın demirler sokuluyor..

Unut bunları, bekle, kuyruk bitecek, haklıyken haksız yere düşme, başka şeyler düşün… Bakın çocuklar, Bertolucci çok büyük bir sinemacı, bakmayın bugünlerde çekilen muhteşem dizilere, 70’li yıllarda dünya sineması üç-beş sinemacının elindeydi, aylar öncesinden filmlerini beklerdik. Paris’te Son Tango filminin kuyruğunu unutamam. O uzun kuyruklarda beklemekten bilmem neden hiç yorulmazdık. Film dünya sinemasını allak bullak etti, ama skandal sahneleriyle, bu filmdeki ahlaksız sahnelerden galiba dört ay da hapis yattı. Adamın, adam dediğimiz Marlon Brando, karısı ölmüş, kafayı dağıtamıyor. Karısının ölümüyle boşluğa düşmüş. Boşluğa düşünce insan bilinçaltında ne var ne yok sadist mazoist porno iğrençlik akıl dışılık tecavüz herşey fırlıyor… Düzen bozulup boşluğa düşünce yönetmen madenci gibi adamın psikolojisini dinamitle patlatıyor. İşte nükleer bomba düzen bozulmasın diye atılıyor. Bu filmdeki tereyağıyla anal tecavüz sahnesini milyonlar yıllarca konuştu. Kabul edilemez bir sahne. Çok sonra, Bertolucci suçlandığı bu sahne için bir röportajında tereyağıyla tecavüzden başroldeki kızın da haberi yoktu, çünkü senaryoda yoktu, dedi, bir çok sinemacı Bertolucci’yi affetmedi. Ve Paris’te Son Tango bu sahneyle zihinlere kazıldı. Oysa, filmin teması, boşluk, ya da karısının ölümüne hazırlıksız yakalanıp zihinsel düzeni bozulan Marlon Brando.. Boşluk belirsizlik işte bu bekleme. Hayat size cevap vermiyor. Uçağa binecek misin binmeyecek misin, bu büyük boşluk kaldırılır gibi değil, bilinç altı işte bastırdığı ne var lağım gibi döküyor. Oysa bağrışıp çağrışan kalabalıklar gibi ite kaka değersiz küfürler etsek zihnimiz düzenini bozmaz, yorulan modern çağın zihni. Kontür Sibel.. Tereyağ. Bagaj bandı. Kontür Sibel filmdeki kıza ne çok benziyor. Tereyağını nereden bulacağız, yürüyen bagaj bandı üstünde, tereyağını iğrenirim süremem, bir görevliyi rehin alıp sürdürtsem.. Hayır konferansa anal seksle başlamayayım çok sert olur, Çölde Çay filmi, en iyisi…’

Kapıdaki görevli ‘alıyoruz’ diye bağırdı, millet kalkıp hızla kuyruğa geçti. Kuyruğun azalmasını bekliyorum, bir kelebek kadar hafif insanı vahşi kurda dönüştüren kuyruk.. Bir yağmur çiselese de hepimiz rahat etsek.

Kuyruk azalmıyor, vallahi azalmıyor billahi azalmıyor, doğadaki canlılar içinde kuyruğu en tuhaf canlı, kendiliğinden büyüyor biter gibi oluyor yine uzuyor.

Saate bakıyorum, tek tek yüzlere bakıyorum, umutsuzca kuyruğun koridorda uzayan dibini arıyorum, Bertolucci sinemanın piridir, hep büyük artistlerle çalışmıştır, olmadı kendisi bulup meşhur etmiştir, Liv Tyler gibi. Aşırı özgürlükçüdür. Film başlar başlamaz kadınla-erkeğin elektriğini gergin tutar, bu gerginlik için mutlaka sevgili üçgeni kurar, bu üçlü sevgiliden birini yedekte muallakta tutar, mutlaka onları yatağa sokar, artık sinemada ‘katarsis’ dediğimiz şey cinsel boşalmadır. Kalbin sevginin bakışın yerini erkek ve kadın cinsel organları almıştır. Tarihi filmlerin gösterişli baloları artık yatak sahnelerindedir. Aynı yıllarda seks filmleri furyaları da vardı ve seksin sinemanın vazgeçilmezi olduğunu çok geçmeden herkes kabullendi. Bu büyük dönüşümü bu büyük yönetmenler hızlandırdı. Kendinden önceki artist kadınların şuh bakışları göz süzmeleri gergin bekleyişleri gitmiş artık kamera göz ve dudaklardan uzaklaşıp vaginaya odaklanmıştır, 70’li yılların sonunda dokunarak sevişmekten savaşarak sevişme sahnelerine dünyalıları huzurla geçirmişlerdir, soğuk savaş bitince de işin bokunu çıkartmışlardır. Oysa o yıllarda bu filmlerin adı seks filmleriydi. Şimdi filmlerde seks sahneleri büyük sanatın konusu haline bu yönetmenler sayesinde geldi. Seks filmi kavramı değişti sanat filmi oluverdi, artık beş milyar insan bir filmde açık saçık sevişme sahnesi .m .öt görmüyorsa o filmi filmden saymaz hale bu büyük yönetmenler sayesinde geldi…’

Kuyrukta üç-beş kişi kaldı, kapıya görevliye doğru yanaştım, görevli tekrar beni gördü, umutsuzca bir daha: ‘bekleyin’ dedi. Ulan neyi bekleyeceğiz. Ne gaddar kelime: ‘Bekleyin’. Alnımdan mermiyle vursa karnımı bıçakla deşse ”bekleyin’ kadar öldürücü olmaz, kaç saattir dikiliyoruz, kaç saaaat?

Bekledik. En son kişi de uçağa giriş yaptı.

Nihayet… Görevli eline telsizi aldı, bir şeyler konuştu, ‘tamam’ dedi, bana döndü. ‘Nihat bey, bir yedek yolcu alabiliyoruz, o da bu hanımefendi…’

Hemen yanımdaki hanımefendiye baktım, Hanımefendiyle göz göze gelince, Hanımefendi büyük mazaretini telaşla bildirdi: ‘Beyfendi cenazem var!’. dedi.

Görevli: ‘Nihat bey, hanımefendiye öncelik veriyoruz çünkü cenazesi var, üstelik hanımefendi eski bir hostes, koltuk olmadığı için hostes koltuğunda oturacak…’.

Şaşırıp kaldım, biletim olduğu halde uçağa giremiyorum, biletimi birilerine satmışlar ve beni de isim olarak tanıyorlar ve uçağa almıyorlar.

Eh, kıyametin vakti geldi.

En sakin, en en sakin, en korkunç sakin halimle, ve inadına, yavaş bir sesle: ‘Beyfendi, yanlış anlamadım değil mi, biletim elimde olduğu halde uçağa binemiyorum…’.

Cevap. Evet Nihat Bey.

Nihat bey: ‘Burada bir yanlışlık ya da bir kasıt yok değil mi?’

Cevap: ‘Yok Nihat Bey, uçak dolu…’

Nihat bey: ‘Şimdi ben evime geri mi döneceğim!..

Cevap: ‘Orasını bilemem Nihat Bey…’

Nihat Bey: Şimdi benim bağırmamı ve suçlu duruma düşmemi sabırla bekliyorsunuz değil mi?

Cevap. ‘Nihat bey, ben görevliyim, yapacak bir şey yok…!

Nihat bey: ‘Kontür Sibel’de mi bir şey yapamaz!

Eline telsiz telefonu aldı, kontür Sibel’i aradı..

Bana döndü, ‘Nihat bey, koşun…?’

Nereye?

104 nolu kapıdan şimdi kalkıyor, bakın anonsu yapılıyor, biletinizi gösterin, yedek yolcu olduğunuzu söyleyin..’

104 numaralı kapı… Bir km. ötede. Elimde valiz depara kalktım. Yetişemezsem suç bende olacak haksız düşeceğim, biz seni gönderdik sen gitmedin diyecekler.

Nefes nefese, canım çıktı, tam kapı kapanırken yetiştim, kısacık boylu şişko, görevli bayana biletimi uzattım, ‘kapı kapandı beyfendi, girmeniz imkansız’! dedi.

Biletim elimde.

Alnımdan sırtımdan götümden terler boşalıyor, bayılacağım.

‘Hanımefendi biletim olduğu halde iki ayrı uçağa da binemedim, şimdi ben ne yapacağım!’

Kadın azılı polis komiseri çıktı ‘Ne yaparsan yap, bana ne?’

‘Hanımefendi size gönderdiler!’

Azarlayarak: ‘uçak doldu kapılar kapandı, nereye gidersen git!’.

Bir elimde valiz bir elimde sinemadan kalmış hayali tereyağ sap gibi kaldım, koştum Kontür Sibel’e. Çıkış da problemli, kapıdaki güvenlik, durdurdu.

Nerdeyse tekme tokat dövecek, nasıl haşlayarak bağırdı: ‘Beyfendi bu kapıdan çıkılmaz’…

‘Kontür Sibel’e gidiyorum’ dedim, ‘ahaa burada yazıyor Kontür Sibel!’

‘Nereye gidersen git, bu kapıdan çıkamazsın, çıkış orda…’.

İşaret ettiği oraya baktım, bir yüz metre koşu da oraya…

Bitkin bir halde Kontür Sibel’in kontürüne geldim. Büyük yüzleşme ağır ceza mahkeme başlıyor.

‘Sibel hanım, önce peşin peşin rica edeceğim, lütfen sakin olun demeyin,, çok sakinim!”

‘-İki ayrı uçağa yönlendirdiniz ikisine de binemedim, ayrıca 111 nolu kapıdan 104 nolu kapıya koştum, bittim…’

Kontür Sibel, yeniden telsizi eline aldı, telsizle bir cümle ancak konuştu, bana döndü: ‘Beyfendi uçağınız hemen kalkıyor, 104 numaralı kapıya hemen koşun!’.

‘Hanımefendi 104 numaralı kapıdan şimdi geldim, üstelik beni kovdular, kapıyı da kapattılar, gidecek başka kapı yok mu?’

Kontür Sibel: ‘Koşun beyfendi koşun, bakın isminiz anons ediliyor!’

Havaalanının tavanlarına doğru bir anons yankılanıyor: ‘Sayın Nihat Genç sayın Nihat Genç, uçağınız kalkmaktadır acilen 104 nolu kapıya…’

Allaaaaaah, nasıl koşuyorum, ikinci güvenlik girişi yine kalabalık, yandan güvenlikten geçeyim dedim, güvenlikçi, ‘nereye beyfendi, burası özel’, iftiharla gururla havaalanının tavanlarını gösterdim, uçak kalkıyormuş beni anons ediyorlar, dedim.

‘Kayışınızı üstünüzde başınızda ne varsa çıkartın’ dedi.

Bu kaçıncı çıkartışım.. Nasıl bir dünyaya düştük, Allah’a varmak için beş vakit namaz uçağa binmek için beş vakit kayış!’

Kayışı öyle hızla çıkarttım ki Allah (güvenlik görevlisi) kabul eder mi etmez mi bilmiyorum. Kabul etmedi, kayışın kutudan sarkan ucunu selenin içine kıvırtıp yerleştirmemi komutla söyledi, bu dar sıkışık alanda bu ne zulüm ne işkencedir Allahım. Ey kayışın seleye sığmayan ucu senin de .mına koyim, ulan .mına koduğum kayışı bir .ötü tutamadın sabahtan beri kayan kayana….’

Kopa kopa 104 numaralı kapının önüne geldim, hayatımda ilk defa atletlerin stadyum şöhretini tatdım, koşarken adınız anons ediliyor, durup dinleyip keyfini tadacak lüksünüz yok. Üstelik ikinci kez anons sesi şu suçluyu yakalayın der gibi panik içinde bağırıyor, sayın Nihat Genç sayın Nihat Genç, 104 numaralı kapıya… Suçlu gibi kafamı sine sine koşuyorum.

Patlama be adam, koşuyoruz işte…

Kapıdaki kısa boylu sarı saçlı aynı zebani kız, bu sefer gülerek ve nazlı bir sitemle karşıladı: ‘Neredesiniz Nihat Bey uçak sizi bekliyor!’

‘Hanımefendi az önce beni buradan haşlayarak kovan sizsiniz!’

Görevli kız sıratarak ve alttan alarak ve bir anne gibi koruyucu şefkatiyle: ”Girin girin girin koşun Nihat Bey, uçak sizi bekliyor!, yazılarınızı okuyoruz sizi çok seviyoruz.’

Okuyormuş… Nihat Genç’inin de .mına koyum.

Son kapıdan son koridora girdim.

Allahım ne ikiyüzlü insanlar var, durum değişince tavırları birden değişiyor, koridor uzun koşacak dermanım da yok… Bakın çocuklar, Bertolucci’nin 1970’de çektiği ‘Konformist’ filmi soğuk savaş yıllarının baş yapıtların biriydi. İtalya’da Mussolini’ye çalışan bir tetikçinin hayatı anlatılır. Ve Mussolini’nin düzeninde yaşayabilmek için ülkesinden sürgün edilmiş üniversiteden hocasını gidip Paris’te öldürür. Ve ülkesine geri döndüğünde Mussolini’nin iktidardan düştüğünü görür. İşte bu orospu çocuğu yolda giderken metroda bir eşcinsel görür ve eşcinsele durduk yere saldırır, bunlar katil bunlar faşist bunlar vatan haini diye ortalığı ayağa kaldırır, sebep, Mussolini artık yoktur, yaşamak için yeni düzenin tarafında olmalıdır, ve durumlar değişince davasını anında satar.. Bu .mına koduğumun çocukları böyledir, şimdi iktidar değişsin anında satarlar, Fetö’ye on yıl laf etmediler, Fetö iktidardan düşünce anında hepsi satmadı mı? Biletim olduğu halde beni uçağa almadılar bir düzen değişsin, parmağıma tereyağ sürmeme gerek yok, bu zebani görevlilerin hepsi tereyağ sürünüp sürünüp sıraya girip gelecekler, konformist filmi işte bunu anlatır.’

Uçağa girdim, bütün uçak, bunca saat uçağın rötar yapmasının suçlusu olarak yüzüme bakıyor, nasıl iğrenç tehditkar bakıyorlar, tereyağa gerek yok her birinin gözleri tereyağı sarısı…

Bilet numarama baktım 27nci sıra.. 27nci sıraya geldim, benim sırada bir Arap iki de yüzleri kapalı iki çarşaflı kadın oturuyor… Pencere yanı benim dedim. Hostes yetişti.

‘Beyfendi burası üçlü bir aile oturuyor, seni yan tarafa alsak..’

Bu ‘üçlü ilişkileri’ Bertolucci pek sever.

Samimiyetle söylüyorum hostesin ne dediğini çok sonra anladım, üçlü oturuyor, aile, anlamadım, ben kendi koltuğuma odaklanmıştım…

Hostese: ‘Ben yerime geçeyim’ dedim.

Çarşaflı kadınlardan biri kalktı yan tarafa geçti, ortada Arap, koridora doğru bir çarşaflı, pencere kenarı ben.

Allahım, kurtuldum, oh be…

Ama kafamı yana çeviremiyorum bir Arap iki çarşaflı. Bertolucci’nin efsane filmi Çölde Çay’ın tam ortasına düştüüm. Hayatlarına macera arayan üç burjuvayı anlatır, iki erkek bir kadın egzotik bir geziye çıkarlar, kendilerini Fas’ın çöllerinde bulurlar. İnanılmaz fotoğraflar. Filmin bir senaryosu olmasa dahi belgeselden güzel seyirlik manzaralar. Bilindik sinema sırlarını bu filmde aynen kullanmıştır. Filmlerini sürükleyen ‘üçlü’ ‘üçgen’ aşk numaraları. İki erkek bir kadın. Biri kadının kocası diğeri acaba sevgilisi mi ya da aralarındaki ilişki nedir, işte bu üçlü çapraz ilişkiler filmlerine gergin bir sürükleyicilik katar. Ve ama kadının ikinci sevgilisiyle ilişkisi ortada belli belirsiz bırakmayı çok sever, mutsuzluk tatminsizlik belli belirsiz ortada çöllerin içinde sahipsiz kalır. Hemen her filminde erkekleri ve kadınları çırılçıplak soyar. Erkeklerin kadınların şeyini göstermediği filmi yok gibidir. Her iki erkeğe de verecek gibi kadınları pek sever. Filmlerinde kadınlar çok özgürdür seçendir belirleyendir önce teklif eden arzulayan ayartan baştan çıkartan üste çıkandır. Çölde Çay filmi gibi bütün filmlerinde burjuvanın zevkleriyle alay eder ama sinemasını da hep burjuva zevkleriyle inşa eder. Burjuvanın canı sıkılıp bunalıp bilinmedik tekinsiz çöllerdeki macerasıyla eğlenir. Çölde Çay filminde kadın tam kocasını nihayet sevmiştir ki kocası sıtmadan ölür çöllerin ortasında kalır. Bir deve tüccarı bedevinin kervanına katılır, bedevinin üstelik çok genç üç çarşaflı karısı vardır.’

‘Yerden bir metre yükseklikte kerpiçten yapılmış kubbeli ilkel tahta kapılı ıssız çöl evinde bedevi tüccar, filmin baş kahramanı kadınla defalarca sevişir, işte egzotizm dediğimiz malzemesi de bu, kadının da sanki asırlardır aradığı mutluluk bu sevişmededir, bedevi kadının şeyini yalarken, bedevinin kadınları dışardan gözler, kapı deliğinden bir küçük çocuk ağzını burnunu yamuşturarak tahta delikten gördüklerini bedevinin karısına abartılı dil göz mimikleriyle anlatır. Ve çocuğun, dilini çıkartıp kadının şeyini yaladığını anlatma sahnesi üç-beş saniyedir ama müthiş tiyatraldır, çocuğun gördüklerini mimikleriyle kadınlara tercüme ettiği bu üç saniyelik sahne unutulmazdır. Yanımdaki Araba ve iki çafşalı kadına baktım istemsiz şekilde o çocuk gibi ağzımı dilimi yamuşturdum. Sakin ol Nihat. Kadın zenginlikte ve entellektüellikte ve gezilerinde ve batıda ve ailesiyle ve kocasıyla bulamadığı huzuru nihayet bedevinin üç karısı üstüne kuma olunca bulur. Ama mutlu olduğu bu çöl evinde çarşıya çıkıp alışverişte Fransız parası uzatınca işgalci diye halk üstüne çullanır, yani dışlanır kovalanır. Uçağın 27 numaralı koltuğu, yanımda iki çarşaflı koltuk, 111 nolu kapıdan 104 nolu kapı arasındaki deparlar sonrası bir entellektüel olarak huzuru…

Ben de 27 numaralı koltukta buldum. Saraydaki harem hayatı gibi, kesin bu kadınlar gündüz birbirleriyle gece kocalarıyla altlı üstlü üçgen kuruyordur. Sinema saflığınızı alır her ihtimali zihninize yerleştirir. Modern insanın zihni yorgundur toparlanması bu yönetmenlere kalmıştır, üçgen zihnimde çoktan beşgene dönüştü, Kontür Sibel bu Arap ve iki çarşaflı karısı ve ben. Yorgun zihniniz ipin ucunu kaçırır. Bu filmler modern insanın yorgunluğunu kullanır. Su gibi berrak hayallerinizin düzenini bozar yorgunluğunuzu fırsat bulup hayalleriniz üzerinde iktidar kurar, ve size soru sordurtmayarak amacına ulaşır. Ve en çok açık verdiğiniz cinsellik içinden delikler açıp içinize sızar. Bunaltı had safhadadır, sıkıntı her yerdedir. Ama gelip geçici seks gelip geçici rahatlama gelip geçici müzik büyü fotoğraflarla sizi oyalamayı başarır, bu ensest hikayelerine Trump’un nükleer tehditlerine böyle geldik. Bizi açıklanamayan bir karmaşanın içine sokar, sinemanın büyüsü esir oluruz ve karşı bir itiraz karşı bir hayat bir isyanınız olmadığı sürece bu büyü hayatımızı kabusa döndürür… Yargılamayan bir boşluk. Herşeyi olağan gören bir boşluk. Herkes Kontür Sibel’e dönüşür.

Sonra 27 nolu koltuğa oturup ana avrat düz gidersin, amirlerine kendini kullandırdığı için hiç utanmayanlara, yüzüne yalan söylemekten ar haya duymayanlara, yalan söylerken üstelik sahte şefkat maskesi takınanlara, bir küçük iktidar alanı fırsatı bulmasın üç saat sizi ayakta dikenlere, insanlığa ve kurumsal standartları ..kine takmayıp bizleri ‘keriz’ yerine koyanlara. Gerçek kötüleri unuturuz. Trump çok uzak kalır, en yakınımızdakilerle gırtlak gırtlağa geliriz. Gerçek kötüler artık etrafımızdaki bütün mesafelerde ilişkilerde boşluklarda kımıl kımıl ürüyor büyüyor çoğalıyor. Ve her tarafımızı rüyalarımızı hayallerimizi imkanlarımızı bedenlerimizi saflığımızı güzelliklerimizi dal budak kuşatıp sarıyor. Tam oldu, böyle bitireyim konuşmayı, bu yorgunluk üzerine başka laf zaten bulamam…’

Uçak indi, söyleşi düzenleyen gençler telefonda havaalanı kapısında beni karşılayacaklarını söylemişti, bekledim, yok, sağa sola baktım arandım, kimse yok… Bir sigara içip bekledim, yine yok.

Son telefonun kaydına bakıp aradım.

-Ben Nihat Genç, havaalanındayım, konuşma yeri neresi, nasıl geleceğim…

-Nihat bey, biz geldik iki saat bekledik, uçağın indi, sen yoktun, biz de geri döndük, gelemediğini görünce ulaşmaya çalıştık bulamayınca, toplantıyı da iptal ettik…

‘-Olur olur böyle şeyler, uçağa almadılar, başka uçağa bindirdiler, neyse artık bir dahaki sefere…’

Taksi çevirdim, ‘nereye’ dedi şöför, şehre dedim, ‘acelesi yok, öyle ağaçlara baka baka gideriz, bir müddet ağaçlara baktım, yemyeşil filiz yapraklar henüz dallarını kapatmamış, vakit çok, yetiştim işte, yapraklar büyüyüp dallarını örtmemiş, ne güzel, tam zamanında yetiştim işte..

Şöför: ‘ağbi fermuarınız açık kalmış, dedi..

Eğildim baktım, ne fermuarı, kayış yok, pantol götten düşüyor, neyse, vaktimizi dolduracak bir meşgale bulduk, döndüm, şöföre, ‘şöyle bir mağazanın önüne çek, bir kayış bakalım…’

Tüh, o kadar da çalıştık, iptal oldu söyleşi, boşa gitmesin bari, dönünce hikayesini yazayım.

Döndüm şöföre, kayışı mağazayı boşver şimdi yeniden tak çıkar, dönüşte alırız.

Koca şehir, nereye gidiyoruz…

Söyleşi olmayınca şehir bomboş göründü gözüme.

Bir boşluğa düştüm, anlatamam, canım çok sıkıldı, ne yapacağım ben burada?

-Şöyle bir yerde oturup çay may içelim, şöyle bir etrafa bakayım, şöför bey, sen beni havalanını geri bırak…

Bunları da sevebilirsiniz