İslamcı camiada akıl almaz işler oluyor. Davutoğlu’nun cenazesini güle oynaya kaldırdılar. Ardından söylenmedik laf bırakmadılar.
Yeni Şafak yazarı Rasim Özdenören saray tarafından ödüllendirilmiş ve önde gelen bir isim, bakın, ‘sandalyenin altından çekilmesi’ başlığında isim vermeden ( bugünlerde altından sandalye çekilmiş başka biri mi var) sandalyesi çekilen için neler yazıyor:
‘Sandalyesinin üstüne dikili biri tıpkı firavunun tahtına oturduğunda etrafına bakarken onları böcek gibi görmeye denk bir bakışla süzüyor. Kendini rab katına yükseltiyor. Oradan buyruklar savuruyor. Biliyor ki ayağının altındaki sandalye çekilince tepe taklak yıkılacak. Eskiden kendi hizasında görmediği kimselerle aynı hizada durmak bir yana, belki onlardan bin kat daha aşağılara yuvarlanacak… (….). Eline bir sandalye geçirip üstünde dikilmeye başladığında firavun kesilenlere tahammül edilmiyor artık. Ama acaba onlar kendilerini biliyor mu? Onlar şimdilik sandalyeyi kaptırmama savaşında kendini yitirmiş görünüyor…’.
Davutoğlu’na ‘firavun’ benzetmesi, olacak şey değil, İslamcı camiada nasıl bir haset nasıl bir gözü dönmüşlük nasıl bir delilik hüküm sürüyorsa, en yaşlı en bilge geçinenleri bile bu ülkenin üstelik kendi fikriyatlarında birilerine söylediği sözler: ‘kendini firavun gibi rab katında görüyor…’.
Bu kan donduran ifadeler liderin gözüne girmek için.
DAVUTOĞLU’NA ESAT’A SÖYLEDİKLERİ FİRAVUN GÜZELLEMELERİNİN AYNISINI YAPIYORLAR
Başbakanlık koltuğuna alayla valayla oturttukları kendi arkadaşları kendi dava adamları kendi ideolojilerinin yetiştirdiği bir üniversite hocası ve devlette uzun müddet görev yapmış bir gönüldaşlarına söylediklerine bakar mısınız.
Bunlar Davutoğlu’yla dahi anlaşamadılar, şimdi Davutoğlu’na Esat’a söyledikleri firavun güzellemelerinin aynısını yapıyorlar.
Bu saldırganlığın altında liderlerine bağlılığın şehveti saklı.
Tek lider tek saray tek hanedan tek padişah için harcamadıkları kafir firavun ilan etmedikleri kimse kalmadı.
On yıldan uzun süre başbakan yardımcılığı yapmış AKP’nin en ağır topu tabir edilen Bülent Arınç’ın bir üniversitede konuşturulmamasına ne diyeceğiz?
Eden bulur deyip iki satırla geçiştirilmeyecek bir büyük ahlaksızlık, geçti muhalifleri düşmanlaştırma süreçleri, şimdi kendileri birbirlerine‘düşman’.
Bülent Arınç’la anlaşamamış bu insanlar kimle anlaşacak?
Her şey ebedi ölümsüz bir lider yaratmak için!
İşte Hulusi Akar hanedan düğününe teşrif buyurunca İslamcı yazarların hepsinin göğüsleri kibirle kabardı, bunca zaman askere paşalara söyledikleri laubali cümleleri yutup, Paşa’larına övgü düzmeye başladılar.
Moda deyimle Davutoğlu out Hulusi Akar paşası in oluverdi.
İslamcı yazarlarda paşa sevgisinin depreşmesi aslında tıkındıkları ihalelerin mide gazıyla ağızlarına gelen acı salyayla ilgisi çok fazla.
Ayrıca İslamcı yazarların paşaya sevgilerinin paşanın üstelik hanedan düğününe katılması bahanesiyle zirve yapması ise, ideolojik şeytan suratlarını göstermeleri açısından çok çok şahane, eşi benzeri görülmemiş günler yaşıyoruz.
Bir taraftan güya cemaati terör örgütü ilan ederler diğer yandan cemaatin kripto derslerine hiç çalışmamış ahmaklar ordusu!
Bilin bakalım İslamcı yazarların ‘paşa’ sevgisine en çok hangi kaçkınlar seviniyor!
Her karış ülke toprağının imar ihale arpalık olduğu bir ülkede tabii ki hukuk ve kanun çalışmaz tabii ki mantık akıl her şey karışır ve tabii ki bu düzeni savunanlar tarih önünde rezil rüsvay olur.
Talan ve yağma şehveti din iman inanç ahlak tanımaz kendi illegal yasalarını koyar.
Talanı kendi tekeline alacak bir üstüngüç arayışı zorunlu hale gelir ve üstüngüç arayanların dini imanı ahlakı gözü körolur.
Bu yağma dünyasında hukuktan üstün hukuk dinlemeyen bir lidere ve onun emirlerine ve onu destekleyen yüksek burjuvaya ve kripto olsun olmasın üniformalılara ihtiyaç vardır.
Çünkü bu kadar ihale bu kadar yalan dolan akılla hukukla yasayla sanatla estetik beceriyle yapılamaz.
Din iman ahlak peygamber gider ve sonunda ortaçağın devlet dünyası: bir zümrenin imtiyazları, meşru hale gelir ülkenin tepesine lönk diye oturur.
SARAY DALKAVUKLUĞU ‘BIYIK’TAN HOŞLANIYOR
Liderin ağzından çıkan emirler her şey parlamentodan çıkan yasalar hiçbir şey ‘inanç’ haline gelir.
İşte, sarayın hükümeti, sarayın ordusu, sarayın havuz medyası, sarayın bürokrasisine, takiyyeyi otuz yıl tartıştıktan sonra artık gösterişli bir geçiş yapıyoruz.
Bugün saray dalkavukluğu ‘bıyık’tan hoşlanıyor, yarına kalmaz saray ‘bıyık yetmez kuyruk’ bırakın, derse?
Seçilmiş olmak kimseye yerleşik hukuk kurumlarını yok sayan hukuküstü meşru bir hak vermez, oligarşinin acımasız tarih yasaları gözlerimizin önünde, veriyor işte.
Tüm yerleşik hukuku bastıran öteleyen önemsizleştiren imtiyazlılara has bir üstünler hukuku meşruluğunu çoktan ilan etmiş, hatta bu meşruluk ilahi bir coşkunluk haline gelmiş, canlı canlı naklen yaşıyorsunuz işte.
Seçilmiş olmakla hukuk tanımayan sınırsız bir egemenlik daha ötesi tiranlık hukuku kuramazsınız diye istediğiniz kadar bağırın, çok geç artık.
Seçilmiş olanlar şüphesiz ‘kanunları’ değiştirebilir ama yalnız ‘kanunları’, seçilmiş olanlar ‘hukuk’u ortadan kaldıramaz, tanımıyorum, diyemez, diyorlar işte, artık eşeğin sürülecek yeri kalmadı.
Hiç kimse seçilmiş olmanın karizmasıyla hukuk’u gölgesinde boğamaz, boğuyorlar işte.
Hukuka tabi olmayan bir kişi ülkeyi ‘yönetemez’, bal gibi yönetiyor işte.
Ve seçilmiş olanlar seçildikleri parlamentoyu lağv edecek bir referanduma hazırlanıyorlar.
Plebisit, halk oylamasıyla, parlamento ortadan kaldırılabilir mi, ya da plebisitle rejim kökten değiştirilebilir mi, değiştiriyorlar işte.
Yasalardan gücünü alan halk oylaması-referandumla parlamentoyu devre dışı bırakan illegal zalim keyfi bir ‘üstün güç’ inşa ediliyor.
Artık hukuk ve cumhuriyet, imtiyazlı saray çevrelerinin birkaç bıyıklı’nın insafına kalmıştır, köklü rejim değişikliğine sadece bir halk oylaması kalmıştır.
Yüzde 51’in dışında kalan yüzde 49’un ‘güvencesi’ kalmamıştır.
Seçilmiş yüzde 51 karşısında resmi sivil sosyal bütün kurumlar tenzili rütbeye uğramış, eşit yurttaşlık statüsü, emir-komuta hiyerarşik ilişkiye çoktan dönüşmüştür.
İhaleci ve hırsız bakanlar sarayın himayesiyle yargılanamıyor, anayasanın üstüne ‘saray’ çoktan inşa edilmiş, şimdi bu saray hukuku için, yeni bir anayasa yoldadır.
Kamulaştırma kamu ihtiyaçlarından çoktan çıkmış mülkiyete el koyma sıradanlaşmış tahliye ve tasfiye meşru hale gelmiştir.
Yüzde 51’in dışında kalanların gösteri toplantı ve bildiri hakları birkaç yıl içinde kanundışı ilan edilmiştir, ülkenin bütün büyük meydanları toplantı ve yürüyüş mitinglere kapatılmıştır.
Yıllardır mecliste olmazsa olmaz şart olduğu halde Sayıştay’ın gelemeyişi artık meşru vakayi adiyeden görünmeye başlamıştır.
Yüzde 51 yüzde 49’u medyada basında ekranlarda boğmuş kovmuş hayat hakkı tanımamıştır.
Yüksek yargıyı tanımıyorum diyen Cumhurbaşkan’ına itiraz edenler, önce dış düşmanların piyonu, sonra iç savaş kışkırtıcısı ve tertipçisi olarak, yani muhalifler çoktandır ‘düşman’ diye kategorize edilmektedir.
Yüzde 49’un adı düne kadar muhalifti şimdi hain tetikçi ‘düşman’ oluverdi ve belirsiz kaos günlerinin önü işte bu düşmanlaştırmayla açıldı.
Düne kadar bir kapitalizm özgürlüğü bir Sovyet özgürlüğünü tanıyan halkımız hızla liderine bağlanan bir (Türk usulü başkan) Türk Özgürlüğü çığlıkları atmaya başlamıştır.
Ortalıkta liderden başka kimse kalmamıştır, yazılanlara konuşulanlara bakan, insanları ve kitleleri heyecana getiren, gelmekte olan bir yenilik ya da gitmekte dağılmakta olan bir karamsarlık hiç yoktur.
Liderine sıkıca kilitlenmiş İslamcı kitleler de dahi bir umut bir beklenti kalmamıştır.
İslamcı kitlelerin tek bir beklentisi vardır, ‘düzenimiz bozulmasın’ ‘ipin ucunu aman kaçırmayalım’ diye hepsi elele ülkeye medyaya akademiye vahşi bir baskı uygulamaktadır.
Aslında bu baskılamayı öteden beri güya İslamcı yazarlar da sevmiyor bolca dile getiriyorlardı.
Ama artık sevsinler sevmesinler, bu talan düzenini başka türlü götüremeyeceklerini biliyorlar, bu yüzden, heyecan ve sevinçleri hiç kalmasa da Davutoğlu’nu dahi firavun yapan bu eşek arabasını hergün saraydan aldıkları talimatlarla çekmeye mecburlar.
Yani İslamcıların da Mahzuni’nin dediği gibi ‘bir akılsız baştan gayri’ bir şeyleri kalmadı, ancak Mahzuni’nin başı kendi başıydı sarayın başı değil.
Korkaklar pısırıklar aldananlar kandırılanlar ileri demokrasi nutukları çekenler, nihayet ülkenin, bir lidere bağlanmak ve tüm hukuk kurumları ve rejimi bir lidere bağlanmaktan başka seçeneği yolu kalmamıştır, ülke tarihinde hiç yaşamadığı şekilde tıkanmıştır.
İçlerinde liderin kuyruğundan ayrılıp zor ve dolambaçlı kültürel ve entelektüel alanları deneyen tek bir kişi kalmadı.
Bu şunu gösterir: dört nala ve gözü dönmüşcesine ve tam anlamıyla, bütün zihinsel becerileri ‘iktidara’ odaklanmışlar.
Tek lidere tapınan bu insanlar artık dikkat edin ekranlarda artık hep bir masa etrafında oturuyorlar.
Hayatla birbirleriyle dünyayla halkımızla hepimizle aralarında önce bir ‘masa’ var.
On yıldır tasfiye ettikleri patronlardan ele geçirip kuruldukları bu masaya oturup ruh çağırma seansı gibi ‘lider’ çağırıyorlar.
O masayı bu İslamcı yazarlara kuran kimdir?
O masada bu İslamcı yazarlara tek bir lideri Tanrı gibi mutlaklaştıran kimdir?
Bu İslamcı yazarları gençliklerinden beri bu masaya sürükleyip bu masaya mahküm eden trajik aşk hikayesi nedir?
Vicdan özgürlüğünden bahsedecek tek bir kişi, o masa etrafında vicdanı özgür bir kişi yok mu?
O masa etrafında zaten insanları büyüleyen bir özgürlükten bahsetmelerini kimse beklemiyor, ama özgürlüğün ‘bahsini’ dahi açamayışları adını dahi söyleyememelerinin, sebebi failleri nedir kimdir?
Özgürlük beceriyle ilgilidir, zihinsel sanatsal becerileri olmayan insanları maaşlayıp kafalamak kolaydır.
Özgürlük delilik saçmalık kural dışılıkla başka türlü düşünüyorumla ilgili bir şeydir, kalkıp kimsenin delirmesini beklemiyoruz, ama o masa etrafında mutlak lidere itaat dışında, tek cümle dahi geçmeyişi geçirilmeyişi, gaddar bir diktatörlüğün çoktan kurulduğunu göstermiyor mu?
MASA ETRAFINDA İKİ TANE CENNET KALDI
Her insan her yazarın bir hayal dünyası vardır, yoksa o hayal, o hayalin yerini kötücül intikamcı şeytansı bencillik alır, o masa etrafında hayal ve liderden başka umut kalmamış.
Bir sanat ya da ciddi bir deneme yazısı neden yazamazlar liderlerine hayranlık ve huşu dışında neden tek söz becerip edemezler.
Liderlerine duydukları hayranlık ve huşu beyinlerini bedenlerini özgürlüklerini insanlıklarını her şeylerini teslim almış, ne adına, din adına, ümmet adına, peygamber aşkına, inanç adına, zihinlerinde çok yanlış bir yola girdiler, geri dönüşleri kalmadı.
Düşüncesiz hayat hareketsiz hayattır, işte o masa etrafında ortaçağ gibi her günü sıkıcı tekrar aynı hayran şatafat övülen saray hayatı…
Ama mesela arada bir ağızlarından cennet kelimesi çıkıyor, bir ütopya bir hayal bir düşünce tartışmasında değil, ölen biri için, cennete gitti, gibi.
Bu İslamcı yazarların hiç biri bilmiyor öte dünyada bir cennet var ama bu dünyada yüzbin cennet var, zavallılar sadece bir cennet öğretmişler, o da ölünce gidilen cennet.
Ege’de Göcek Koyu da cennet, erdem, eşitlik, kardeşlik, bölüşüm, onur da cennet, öfke de cennet isyan da cennet, bu dünyada yazarların milyon çeşit cennetleri var, ama o masada sadece ‘ölüp gidilen’ tek bir cennet, hayır:
Masa etrafında iki tane cennet kaldı, biri ölüp gidenlerin cenneti ikincisi ümmetin gururu tek liderin saray’ı.
Oysa onbeş yıldır sert faşist baskıcı geçmiş dönemi yıktıklarını söyleyen yazılar yazıyorlardı.
O halde, baskıcı iktidarı alaşağı ettiklerine göre, masa etrafında güzelleme yapan bu İslamcılar özgürlüklerine kavuşmuş insanlar olmalı, hayır!
Özgürleşmişlerse artık özgür bir insan neden bir lidere tapınır!
Özgür düşünce şudur, başka türlü de olabilir, cümlesini kurabilen.
Davutoğlu’yla bile anlaşamayanların başka türlüsü ancak ‘kuyruklu bir yalan’ olur.
Anayasa değiştirmeler referandumlar artık ‘hukuk’la da anlaşamadıklarını, kendi lider ve talan ve ihale düzenlerine uygun, bir ‘rejim’e geçmeye gün saat sayıyorlar.
Artık masanın etrafındakiler ve o masayı izleyenler, hukuk ve parlamento dışı üstün bir liderin gücünü frenleyemez hale geldiklerini,hepsi cin gibi biliyor.
Bundan henüz beşaltı yıl önce, o masa etrafında birileri ileri demokrasi diyordu, özgürlük diyordu, halkın vesayetten kurtulması diyordu çok daha etkili yönetimAB bir şeyler diyorlardı, yalan dolan maç sona erdi, gerçek ortaya çıktı:masa etrafındakiler dahi artık ‘liderden’ başka bir şey diyemeyecekleri bir dünyaya kapatıldıklarını gördüler.
‘İhalelerin tek elde toplanması’ zorunluluğu ihalelerin hanedan denetime alınması gerçeğini o masa etrafındaki herkes biliyor.
İhaleleri ele geçiren imkanları parayı ele geçirir, taraftarlarını daha zengin yapar, dalkavukları daha güçlü yapar, din iman peygamber girip bu amansız gerçeğin içinde sıkışıp kaldılar.
İhaleleri alamazlarsa tv’leri gazetecileri besleyemezler medyayı ve kamuoyunu zaptü rapt altına alamazlar.
İhalelerin ve iktidarın cazibesi din iman peygamber hakgetire her akşam bir masa etrafında tek bir lidere tapınmaktan başka yol bırakmamış.
SARAYIN DEĞERLERİ BAŞKA ŞEY SOSYALİZMİN DEĞERLERİ BAŞKA ŞEYDİR
Kardeşlerim,
‘Liderlerine tapınan’ bu acıklı zavallı İslamcı yazarların yüzde doksan değil yüzde yüzüne yakınını, ilk gençlik günlerinden tanırım.
Aradan yirmi otuz yıl gibi zaman geçti, dinle inançla özgürlükle Tanrı’yla ve bu dünyayla ilgili yüzlerine karşı bir nutuk daha çekmek zorundayım.
Ahmak ve kandırılmış ve saray kapanına sıkışmış acıklı kardeşlerim!
Saray totaliter bir mekandır.
İçinde insan yoktur.
Hatta bu çağlara insanlara ait hiçbir şey yoktur.
Ütopik aşk da totaliterdir içinde ‘insan’ yoktur, iki sevgili hayalidir, uçucu romantik ulvi, bu dünyadan değildir.
Zihinde başlayan soyut sevgi soyut aşk soyut inancın sonunda bu dünya dışı bir saray inşa etmesi, kaçınılmazdı.
Bütün büyük aşklar dış dünyaya kapanarak başlar, tıpkı ideolojiniz gibi.
Bütün büyük aşklar mahrem bir romantizmle başlar, tıpkı sizi sürükleyen şairleriniz gibi.
Ve bütün büyük aşklar ‘kamusal alanı’ nasıl ne ölçüde bölüşüp bölüşememenin büyük sorusuyla sona erer.
Aşk zihinde ütopyada romantizminde çok güzeldir ama bir ev’i ortak bölüşmek?
Sarayın değerleri başka şey sosyalizmin değerleri başka şeydir!
Bir hayatı ortak bölüşmek, yani en yüce aşklar bile gün gelir kamusal alanın siyasi bir bölüşümüne takılır.
Zihninizi rahat ettirmek istiyorsanız gider Katmandu’da bir tapınak ya da sarayın önünde gün boyu oturursunuz, insanlığın devasa bölüşüm ve birlikte yaşamak sorunlarını, zihinde çözmek kolaydır.
Ulvi aşk gibi, güzeldir çünkü dünyadan nesnelerden uzaklaştırır sizi.
Nesnel bir bölüşmeye gelince romantik bulutlar dağılır kaybolur.
Tıpkı Cengiz Aytmatov’un Selvi Boylu filmindeki gibi, aşk, emektir ve emek bölüşmektir.
Zihinde yaşanan felsefi ulvi sonsuz aşk gerçek bir bölüşüm kavgasında sona erer.
Bireyin özgürlüğü Tanrı’dan çalınan bir şeydir, Anadolu tasavvufu özgürlüğü şeriattan çalamayacağını anlayınca kendini ‘tanrılaştıran’ tasavvufi insani anlamlar aramaya başladı.
Ulvi ütopik zihinsel bir ideolojinin peşine düşüp çok geçmeden basmakalıp sözlerle bu gerçek insan’dan kopup şeytanlaşan bir güruha döndünüz!
Tapınak ve saraylarda hayat bin yıldır değişmez ve çok kolaydır, bir tarafta saray diğer tarafta emirlerine itaat eden tebaa, sorun yok ve sarayda oturan ebedi sevgili aşkınız!
Ve çok geçmeden insan denen canlı şeyin emeğini bölüşümünü heyecanlarını varlığını tek tek bireylerin dokunup yaşadığı coğrafyadan çıkarttınız.
Doğrudur hayali aşkın afrodizyak hazzını yaşadınız ve başınız döndü.
Ve gün geldi gerçek hayatla bu temas boşluğu hepinizi dehşet verici kurbanlar haline getirdi.
Aşkın soyut hazlarını zihninizde yaşayıp bunun adına din iman dediniz.
Gerçekte kamusal alanının emek’in canlı canlı sarılmanın bölüşmenin gerçek sahici hazlarını anlamadınız yaşamadınız bilmiyorsunuz, bu yüzden, ulvi bir aşkla çıktığınız bu yolun sonunda kendinizi cübbelinin tenasül organını dualarla öperken buldunuz.
İnsanlar bir inançta bir ideolojiye bağlanmanın aşkında ne arar, en güzeli, yıkılmaz çürümez en ideali, ebedi olanı.
Aşk bu sonsuz aşırı duyguların hepsini size zihninizde yaşatır, hayatta değil.
Ve herkes aşkın bu sonsuz kuvveti için aşkın aşırı uçmuş rüyası bulutları içine girmeye kulu kölesi kurbanı olmaya can atar…
Bu kimseye dokunmayan bu kimseyle bölüşmeyen bu kimseye ‘insan’ gözüyle bakmayan ulvi inancın ütopik aşkın peşinden kaç nesil sürükleniyor.
Ütopik aşkın içinde çürümez kokmaz yıkılmaz güzeller güzelini ararken birden kendilerini ebedi bir lideri tanrılaştıran tapınakta buldular.
Evet aşk zihinde ve ütopyada yıkılmaz çürümez olandır, ama bu romantizmiyle aşk, zihinde başlar zihinde şekillenir.
Zihinde başlayıp zihinde bitenbu aşkın kurbanları köleleri zalimleri ve sonsuza kadar acı çektirenleriolur.
Zihinde başlayıp zihinde biten bu aşkın kavuşanları olmaz sarılanları olmaz bölüşenleri olmaz iki kişilik birlikte yaşanılan kamusal alanları olmaz.
Hayat ve gerçek ve bu dünya, bu ulvi aşkın dışında bir yerdedir, şöyle:
Çocuğunuzu bir başkasını dostunuzu çok severseniz çok, bu çok’a dikkat edin, bu çok’a doyamadığınızı görürsünüz, bu çok’a ulaşamadığınızı görürsünüz.
Bu nesnel bölüşmelerin içinde de ‘aşkın’ ‘ele geçmeyen’ ‘çok’una doyulmayan’ bir şey vardır. Bu toprakları yurt yapan ilk kolonizatör dervişler diyelim şimdi Ankara’nın en yüksek tepesinde makamı olan Hüseyin Gazi ardından gelenlere yurt verdi toprak verdi. Hüseyin Gazi’yi bugün hala ziyaret edenler ondan ev bark isteyip dua eder, yani, geçmiş büyük kutsal şahsiyetlere derin saygının altını iyi deşin ‘bölüşülen’ bir şey vardır. İnsanlarla bölüşerek insanlara dokunarak insanlarla birlikte yaşayarak Tanrıya ulaşabilmenin yollarını on asır öncesinden açtılar. Bu türbelere saygı iki türkü söyledik bir saz çaldık değil birlikte bölüştük birlikte yaşadık birlikte acılar çektik’in saraylara hanedanlara karşı verilmiş insan tarihidir.
Saraydan bahşedilmiş bir tarih değil.
İnsandan Tanrı’ya uzanan birtasavvuf!
Evet bugünün dünyasında sosyal değerler sosyal haklar emek ve bölüşüm değerleri hepsi bir büyük aşk’ın konusudur, bu aşk, insanı köleleştirip kurbanlaştıran o ulvi aşka benzemez.
Bir dost bir sevgilide ‘ulaşılamayan şeyi’ tecrübe edersiniz, tecrübe zihne sıkışmış değil bu dünyaya ait bir hayat bilgisidir, sarılmayla bölüşmeyle aşkın erişilemeyen duygular yaşarsınız.
Ve işte ortaçağ ve günümüz İslamcılar’ınıninşa ettiği saray şahittir ki soyut sevgi soyut aşk soyut inançla varacağınız yer sahtekarlık ve hırsızlıktır.
Dikkat edin, bunca hırsızlık ve sahtekarlığa rağmen İslamcı müridler kendinden geçmişcesine tanrı-liderlerine bağlılıklarını neden sürdürür?
Anlamak çok kolay, ulvi aşkla!
Bu romantik aşık için bu hırsızlıklar sevgilinin cevrü cefası nazları işvesi.
Bu müridler için bu sahtekarlıklar sevgiliye varmanın çetin dikenli yolları.
Kendi zihinlerinde yaşadıkları bu aşkın sarhoşluğuyla başkalarına yaşattıkları acıları işkenceleri ve ihlalleri ve hukuki sonuçlarını bu ulvi aşıklar hiç düşünmez.
Çünkü yaşadıkları ulvi aşkın haz ve afrodizyak uyuşturucu etkisiyle ‘nesnel’ sahici acıları gerçekten duymazlar.
Oysa çocuğunuzla halkınızla sevgilinizle bölüştüğünüz şeyler ‘nesnel’ şeylerdir, çok çalışmak gibi fedakarlık gibi.
SİYASİ ALAN HERKESİN MÜLKÜDÜR, TEK KİŞİNİN DEĞİL
Sosyalizmin insanlığa öğrettiği şudur, Tanrı’ya ya da aşk’a zihinde temas etmek mümkün değildir.
Erişilen ve temas edilen şeyler bugünkü insanlığın dinidir.
Erişilmez bir Tanrı lider Tanrı-şeyh vasıtasıyla erişilmez bir Tanrı’ya varmak bir ortaçağ dini tam bir yalan üçkağıtçılık şarlatanlıktır.
Tanrı lider tebaa ister mürid ister. Ütopik ulvi aşkınızı kullanıp sizi kurban ister.
Tanrı lider birlikte paylaşılan eylem ve duyguların çok üstünde ulaşılmayan bir köşkte oturur.
Siz camiye gidin ekrana çıkın ve hayranlıkla bana dua edin, der.
Hayat, aile, şehir, sevgili, bölüşüm, eşitlik onur ve kardeşlik’e elleriniz duygularınız temas etmesin, değmesin, ister.
Tanrı lider sizin hepinizin adına ebedi güzellikleri aşkın güzellikleri gerçekleştirecektir, tıpkı bir aşk hikayesinde olduğu gibi, bir aşk hikayesinde zihin ne olmaz şeyleri olur hale getirir.
Ümmet için sizler için gerekirse ülkeler gerekirse gönüller fethedecektir, hepimiz önce önünde perestişle susacağız ve sonra kurban olacağız.
Hayata sadık kalmak başka şey, tanrı lidere sadık kalmak başka şey.
Bir insanla bir başkasıyla bir şeyi bölüşmenin içinde büyük bir kuvvet vardır.
Çocuğumuz bir başkası ya da sevgiliyle bir şeyi bölüşmemizde ‘zamandışı’ bir enerji vardır.
Çocuğumuzla sevgilimizle ya da bir başkasıyla temas ettiğimizde bu hayatı aşan bu hayattan taşan bir ‘ışık’ vardır.
Bizatihi insan evladının temas ederek sahne alarak trajedi ve sevinçlerine ortak olarak yaşadığı ‘zamanı’ aşan bir yüksek duygular vardır.
Aşklarını soyut yaşayanlar temas edilen bölüşülen canlı canlı yaşanılan bu yüksek değerler karşısında şebekler gibi gülünç şebekler gibi apışıp kalır, aşklarını soyut yaşayanlar çaresiz kalır.
Liderinize platonik bağlanmanızın sebebi, modern dünyayı, çıplak tabiatı, günlük insan ilişkilerini bu soyut zihinsel inanç dünyanızda koyacak bir yeri, asırlardır bulamayışınız.
Çünkü tarih, felsefe, inanç, tanrı, şehir, emek, bölüşmek, aşk gibi sonsuzluk gibi, izahı olan kavramları, sizlere basmakalıp reddiyelerle öğreten dünyaya kör bir ideolojik hayatın içinde büyütüldünüz, işte bu Tanrı-liderin önünü açmak için.
Bu ulvi ideolojinin dış dünyaya kapalı soyut zihinsel aşkı sonunda hepinizi nasıl ve neden tek bir liderin sözünden çıkılmayan bir tapınağa getirip koyduğunu, vakit çok geç, bu saatten sonra eşyayı nesneyi ve bölüşümü temasıyla içinden çıkan aşkın şeyleri anlayabileceğini sanmıyorum,
Siz platonik lider aşkınıza doya doya bağlanın, ve insanlığınızı rezil edin, ancak, yaşadığınız ülkede, insanlara temas etmek bölüşmek isteyen ve mürid kul köle kurban olmak istemeyen, seyirci değil, hayatın canlı şahitleri failleri olmak isteyen, direnen köpüren isyan eden soylu insanlar var.
Hayata dokunmak bölüşmek sarılmak birlikte yaşamak istiyorlar.
Yanlışa düşerek hatalar yaparak kendi düşünmek kendini yönetmek buyurgan keyfi emirlerle yönetilmekistemeyenler var.
Siyasi alan herkesin mülküdür, tek kişinin değildir.
Ulvi aşkınız ve davanızın gücü bu toprakların mülkiyetini sevgili liderinizin tapusuna geçirmeye yetmeyecek, üzgünüm, tam tersi, o aşk mabedinizi başınıza yıkacaktır.
İnsanlar aşklarını atelyelerde meydanlarda sokaklarda parklarda coşkuyla çalışarak bölüşerek yaşamak istedikleri tarih döndükçe sizler akıllanmadıkça bin defa daha gösterecektir.
Bu esir olmamış topraklar mahrem saray odalarında değil emirlerle ve keyfi buyruklarla değil ürününü üretimini bölüşümünü kucaklaşmasını birlikte yaşamasını dert edinen insanların ortak eşit yurttaşlığın mülkiyetinde kalacaktır.
Aşk, yerleştiğin yeri bölüşmektir!
O saray bizimle neyi bölüşüyor neyi bölüşecek!
O saray insanlıkla insan haklarıyla hukukla dünyayla neyi bölüşüyor neyi bölüşecek?
On yıldır ekranlarda oturmuşsunuz bir masa etrafında, ruh çağırma seansları gibi, mutlak lider tanrı lider çağırıyorsunuz!
Kıyametiniz yakındır!