Hiç kuşkusuz, bilgi kaynakları üzerinde denetim kurma ve bilgiyi manipüle etme, çıkarlar doğrultusunda çarpıtma çabası oldukça eski bir çabadır. Bilgiye sahip olan, bilgiyi istediği gibi yönlendiren, toplumu ve gelecek nesilleri tasarlama olanağına sahip olur. Gelecek nesilleri tasarlama olanağı ise, siyasal-toplumsal yapılar ya da aktörler için, ölümsüzlük iksiri gibi bir şeydir. Gelecek nesillere aktardıklarınız, sizin ölüm kalım senaryonuzdur. Bu ayki yazımda, bilgiye ve bilgi kaynaklarına yönelik söylenebilecek onlarca şey arasından, bilginin araçsallaştırılması açısından Türkiye’de eğitime odaklanmayı seçtim. Türkiye’de eğitimin, toplumun yönlendirildiği her mecrada olduğu gibi, birbiriyle ilişkili iki ölümcül silahın ciddi tehdidi altında olduğu söylenebilir: Gericilik ve piyasacılık.
Nereden Nereye
Cumhuriyet, ancak yüzde onu kadarı okuma yazma bilen bir toplumdan, ülkesinde uluslararası bilimsel kongreler düzenlenebilecek nitelikte bir toplum yaratmayı kısa sürede başarabilmişti. Oldukça devrimci, çağın en ileri, en güncel bilgileriyle donatılmış bir müfredat, Anadolu’nun ücra köşelerindeki köy okullarına götürülmüştü. Kuşkusuz, Cumhuriyet döneminde de bilgi, toplumun tasarlanmasında önemli bir bileşendi. Ama bir araç olarak, değersizleştirilmemiş, uygar bir toplumun DNA’sı olarak ele alınmış ve toplumun, en ileri bilgiyle donanması, bir ailenin karnının doyması kadar elzem görülmüştür.
1940’lardan itibaren, toplumdaki her yapı olduğu gibi eğitim ve bilgi de gericiliğin saldırısıyla karşı karşıya kalmış ve o günden bugüne, bir ileri bir geri, kör topal ilerleyen bir birikim elde edilmiştir. Son dönemlerde, Türk eğitim sistemi ciddi bir dönüşümden geçmektedir. Yakın zamanda başımıza gelenleri açıklamak oldukça zaman alacaktır. Ancak bazı önemli dönüm noktalarını şöyle bir sıralamak da, olan biteni hatırlatmak açısından yeterli olacaktır.
Dönüşümün Köşebaşları
Meslek liselerinden mezun olan öğrencilerin, üniversiteye girişte puanlarının düşük kat sayıyla çarpılması durumu değiştirildi. Bu durum, eğitim sisteminde “sonunda” “eşitlikçi” bir tutum benimsendiği için ciddi takdir topladı. Böylelikle, liseyi imam ve hatip olmak için okumuş öğrencilerin hiçbir puan kaybı olmaksızın doktor, matematik öğretmeni, hâkim olması mümkün oldu.
8 yıllık kesintisiz temel eğitim, 4+4+4 diye garip bir sisteme dönüştürüldü. “Temel eğitim 12 yıla çıktı, arttırdık” diyenler, ilkokuldan sonra öğrencilerin sosyalleşmeden, okul görmeden “okuyabilmesini” yani diploma alabilmesini mümkün kıldı. 4+4+4 sistemi, yalnızca bir “niceliği arttırıp niteliği düşürme” örneği olmakla kalmadı zaten kızlarını okula göndermek istemeyen feodal kesimin işine yaradı ve kız çocukları evlerine hapsedildi. Tüm bunlar yapılırken, eğitim piyasalaşması adına adımlar atılmaktan da geri durulmadı. Tüm okullar, bakanı akılsız yapan akıllı tahtalarla ve öğrencilerin çantaları tabletlerle dolduruldu. Kara kışta yırtık çorap üstüne terlikle okula giden öğrencilerin tabletleri, birilerinin yüreğini dağlarken; birilerinin gözünü boyadı.
Önce tüm liseler, Anadolu Lisesi yapıldı ve tarihi boyunca başarılı öğrenciler yetiştirmiş, bazıları dünya standartlarında yabancı dil eğitimi veren Anadolu Liseleri işlevsizleştirildi. Yetmedi, ülke çapındaki liselerin büyük bir kısmı İmam Hatip Lisesi yapıldı. Bu sırada öğrencilerin, deneyimsiz öğretmenlerin karın tokluğuna, bazen haftada yedi gün çalıştırıldığı özel okullara gitmesi için devlet teşviki verildi. Türkiye’de köklü geçmişe sahip Kadıköy Anadolu Lisesi, Kabataş Lisesi gibi, öğrencilerinin çoğu ülkenin en iyi üniversitelerine giden, geleneği olan ve parasız okunabilen liselere operasyon düzenlendi. Bu gibi okulların hocaları sürgün edildi, yerlerine hükümetin hocaları getirilmeye çalışıldı. Özetle, hükümet, daha çok kendisine oy veren görece yoksul kesimin eğitimini, siyasal iktidarının çıkarları ve “halkın talepleri” doğrultusunda tekeline alırken; çocuklarına dincileşmiş eğitim aldırmak istemeyen kesimleri özel okullara mecbur bıraktı. Yani bir yandan kendi oy depolarını, diğer yandan birilerinin ceplerini doldurdu.
Ama yetmiyordu. Yetmiyordu. Türk öğrenciler PISA’da daha da başarısız olmalı, üniversite giriş sınavlarında daha çok öğrenci sıfır çekmeliydi. Yeterince memnun etmeyen müfredatlar, daha az bilimsel bilgi, daha çok dogma ile doldurulmalıydı. Bu konudaki çalışmalar hala devam etmekte…
Tüm eğitim, sistemsizleştirilirken üniversitelere dokunmadan olmazdı. Bu nedenle önce, her ile bir üniversite kampanyası başlatıldı. Bu aslında, kadrolaşma için bulunmaz bir fırsat oldu. Anadolu’nun küçük kentlerine üniversiteler açılırken, bu üniversitelerin çoğu, hem de hileyi önlemek için yapılan hile hurdalar ile o dönemin yandaşı akademisyenlerle dolduruldu. Halk, daha çok öğrencinin üniversite mezunu olacağına sevindi. Oysa bu, yalnızca daha çok üniversiteli işsiz demekti. Sonra, zaman geçti, üniversitelerin bu zamanın yandaşları ile doldurulması zorunluluğu çıktı. Kuru yaş demeden, üniversitelerin içleri boşaltıldı. Türkiye’nin aydın birikiminin önemli bir çoğunluğunun yerini, yandaş sığlığı aldı.
Tüm bunlar olurken, vakıf üniversitelerinin pıtrak gibi çoğalması sağlandı. Türkiye’de her ile bir üniversite kampanyası, İstanbul’da her mahalleye bir bina üniversitesi kampanyasına dönüştü. Tıp fakülteleri, mühendislik fakülteleri, hukuk fakülteleri olan bu üniversitelerde, akademisyenlere devletteki meslektaşlarının yarısı ücrete, günde kimi zaman 10-12 saat, haftada 6 gün ders verdirtilip, onlardan en iyi uluslararası dergilerde yayın bekleniyor. Öğrenciler, çoğu zaman yalnızca üç hocadan ders alarak mezun ediliyor. Birkaç tane istisna dışında, eğitimin piyasalaşmasının uç noktasını temsil eden İstanbul vakıf üniversitesi piyasasında, öğrenci kapmak için kıran kırana mücadele yürütülüyor. İstanbul’da her bilbordda bir mahalle üniversitesinin reklamı var. “Bizi ilk bilmemkaçıncı tercihine yazana %73.8 burs imkanı”, “yalnızca diploma vermiyoruz bir de evlendiriyoruz”, “biz laboratuvarımızın üstüne kat çıktık” benzeri ilanlar, eğitimin geldiği vahim noktayı özetlemekte yeterli.
Düşman: Gericilik ve Piyasalaşma
Türkiye’de eleştirmeyecek bir konu bulmak zaten zordu. Giderek daha da zorlaşıyor. Bozulma ve kokuşma hem toplumun, hem sistemin her yanına sirayet etmiş durumda. Eğitim ise, bu kokuşmanın gelecek nesillere miras bırakılması anlamına geliyor. Bu güne küçük küçük adımlarla gelindi. Pek çoğunuzun masum gördüğü, sessiz kaldığı o minik adımlar bizi bugüne getirdi. Tüm bu gidişattan rahatsız olan nitelikli ve azımsanmayacak çoklukta bir kesimin olması ise bu sürecin sevindirici tek tarafı. Bu durumu tersine çevirebilecek olan yalnızca bizleriz. Bizler, eğitimin sistemsizleştirilmesini yalnızca bir gericilik meselesi olarak görmemeliyiz. Bu sürecin, eğitimin piyasalaştırılması ile mümkün olabildiğini unutmamalı, dolayısıyla, eğitimde gericileşme kadar piyasalaşmaya da karşı durmalıyız. Kaçmamalı mücadele etmeliyiz. Farklı mücadele alanlarını kullanmalı, örneğin bilginin ucuzlamasından, yararlanmalı, farklı kanallarla bilimin, aklın egemenliğini yaymalıyız. Unutmayın, güneş bizden yana. Güneş, balçıkla sıvanmaz!