Kent Hayatındaki Kadınların Suç Korkuları Üzerine

Öncelikli olarak, lisans tezimin de bu konuda olması sebebiyle, sizinle buluşacağımız ilk yazımda bu konunun üzerinde durmak istedim.

Suçun yüzyıllardır toplumlarda var olmasına rağmen suç korkularına ilişkin çalışmalar henüz yeni yeni ele alınmaya başlanmıştır ve bu çalışmalar yaygın olarak psikoloji biliminin konusu olmuştur. Fakat gözden atlanan bir mesele vardır; suç korkusu, bireysel patoloji gibi gösterilse de aslında sosyolojik bir olgudur.

Genellikle yapılan araştırmalarda kadınların, suç işleme durumlarının erkeklere oranla daha düşük olduğu istatistiksel olarak verilmiştir. Aslında hapishanelere de baktığımızda kadın mahpusların erkeklere oranla çok daha azınlıkta olduğunu görürüz. Adalet Bakanlığı’nın 2016 yılında yayınladığı verilere göre kadın hükümlü sayısı; 4.659 iken, erkek hükümlü sayısı; 123.987 ve kadın tutuklu sayısı; 3.235 iken, erkek tutuklu sayısı; 62.976’dır. Bunun bir sebebi olarak da gösterilen, kadınların suç işleme korkusunun erkeklere oranla çok daha yüksek olmasıdır.

Tarihsel bir sürece bakarsak; 19. yüzyıldan itibaren gerçekleşen sanayileşme hareketi ile yapılan yatırımlar, insanları kır ve köy hayatından, kent hayatına doğru göç etmeye zorlamıştır. Bununla birlikte kent hayatında yaşanan nüfus patlamaları beraberinde bir çok olumsuzluklar da getirmiştir. Bu yaşanan olumsuzluklar bireyin Marx’ın teorisine göre, kendine, çevresine yabancılaşması aslında kırsal hayattaki aile ve kültürel bağların kopuşunu da beraberinde getirmiştir. Bu yabancılaşma ve kopuş ile birlikte iş sektöründe olduğu kadar, sosyal hayatı da olumsuz şekilde etkilemiştir. Çünkü, kırda aile ve akrabalık ilişkilerinin yoğun olduğu gözlemlenirken, kent hayatında bu olumsuz durumlar ne yazık ki, bağların kopuşu ile birlikte bireyselliğin ön plana çıktığını da ortaya koyar.

Kent hayatında bireylerin farklı çevrelerden bir araya gelmesi, aslında beraberinde bir güvenlik endişesini ve sorununu da beraberinde getirmiştir. Bu güvenlik endişesi, şehirdeki iş olanaklarının farklılaşması, bireyin sosyal entegrasyon problemi ile birleşince suç oranları artış göstermiştir. Çünkü, kırdan kente iş bulma ümidi ile göç edenlerin, kente yerleşmeleri ile birlikte zamanla nüfus patlaması yaşanmış ve bu nüfus patlaması ile işsizlik artan bir seyir göstermiştir. Böylelikle bireyler farklı şekillerde hayatlarını ikame ettirmeye başlamışlardır. Sanayileşme hareketi, bireyleri bir rekabet ortamına sokmuş olsa da işçi sınıfının emeğinin çok daha fazla sömürülmesine yol açmıştır. İnsanlar, iş hayatlarında, sosyal hayatlarında adaletsizlik, sömürü gibi bir çok sorunla mücadele etmeye çalışırken aslında kendini suç işlerken de bulmuştur.

Böylelikle, kentlerdeki suç oranları yükselmiş ve bireyler bu toplumsal hareketliliklerle birlikte bir suçun mağduru, faili olmaktan ya da bir suça bulaşmaktan korkar hale gelmişlerdir. Bu durum da bireylerin toplumsal hayattaki konumlarını fazlasıyla etkilemiştir. Özellikle de kadınların…

Kültürel çerçevede bakarsak; özellikle ataerkil bir toplumda kadın; anne, aileyi çekip çeviren ve koruyucu bir role sahiptir. Bu koruyucu rolün, bir anda suçluya dönüşmesi elbette ki bireyi hem maddi hem manevi zarara uğratır. Bu sebeple de kadınların suç korkusu daha fazladır.

Ayrıca kadınların edilgen, pasif, bastırılmaya çalışılan bir konuma itilen bir toplumda yer alması, fiziksel ve psikolojik şiddete çok açık bir durumda olduğunu da gösterir. Kadınlar da ataerkil toplumlarda, dezavantajlı bir grup oluştururlar ve çoğu zaman erk’ek’ adalet sistemine göre suçlu olurlar.

Connel (1995)’e göre erkeklerle korkuyu ilişkilendiren faktörlerden en önemlileri arasında hegemonya ve marjinallik yer almaktadır. Hegemonya, cinsiyet araştırmalarına göre ataerkilliğin baskınlığı olarak açıklanırken, hegemonik maskülanite ise bu durumu meşrulaştırma ve kadınları ikinci plana atmak olarak açıklanmaktadır. Maskülen hegemonik erkekler ekonomik anlamda başarılı erkek bireyler olup kendilerinden yetersiz gördükleri erkekler ve kadınlar üzerinde baskı kurmakla beraber, genellikle sinirli bir yapı ve buna bağlı gelişen eylemler göstermektedirler. Bununla birlikte, korkusuzluk, risk almaya yatkınlık, duygusal ve fiziksel anlamda güçlülük sağlama yolları ile kimlik buldukları için bu davranışları sergileyememek maskülen hegemonik erkekler arasında feminenlikle ilişkili olarak görülmektedir(Brownlow, 2005).

Kentsel mekanlar yine ataerkilliğin meşrulaştırıldığı mekanlardır. Bu sebeple kadınların kentsel alanda kendilerini güvenli hissedemeyişi, kendilerini suça iten sebeplerin başında gelmektedir. Ayrıca kadınların kentsel hayatta yalnız sokakta değil, kamuda, kendi özel alanında (evinde) dahi bir çok saldırı ve ayrımcılığa maruz kalırken, bir suçun faili olma ihtimali de bir erkekten çok daha yüksektir.

Bütün bunlara bakıldığında bir kadının “suçlu” damgasını taşıması çoğu durumda devletin kadınlara yönelik politikalarının ve yargı mekanizmalarının yetersizliğinin ayrıca eşitsizliğinin ürünüdür.

O yüzden kadınların; eşitlikçi, ayrımcılığın ve damgalanmanın olmadığı, kadınlara atfedilen rollerin yok olduğu sistemlere ve alanlara ihtiyacı vardır. Ne diyordu bir şarkıda; “Zor be kadın, ama sen dur bakalım. Yakında yeni bir gezegen bulunur, nasıl olsa…”

Bunları da sevebilirsiniz

Bir cevap yazın