Karikatür dergileri kapanırken, giderayak havadan sudan..

Dağarcık Türkiye yönetmeni Enis Musluoğlu’ndan 2017 Mayıs ayı başında 23. Ütopyalar Toplantısı için Konu Önerisi başlıklı bir ileti aldık. Şöyle deniyordu:

Büyük Felaketler Küçük Çözümler için gerekçe

  1. Konu başlıkları

  2. Çağrı taslağı

1- Gerekçe:

Matematiksel modelleme, geleceği öngörü yeteneğimiz ve risk analiz yöntemlerimiz geliştikçe yol açtığımız veya yol açabileceğimiz felaketlerin gerçekleşme olasılıklarını daha iyi hesaplayabilmeye, böylelikle onlardan daha çok korkmaya başladık. Ne var ki, bu felaketlere karşı çözüm üretmede çoğunlukla geç kaldığımız, artık yapılacak bir şey olmadığı veya toptan sistem değişikliği gerektiği öne sürülmektedir. Oysa, aynı modelleme ve çözümleme araçları kullanılarak bu büyük felaketlere karşı asgari veya küçük çözüm adımları tasarlama olanağımız da bulunmaktadır. Ancak, bugüne kadar bu felaketlere sürüklenişimizde varsayımlarımızın, kabullerimizin, dogmalarımızın ve diğer düşünsel kusurlarımızın payı büyük ve bunlardan kurtulabilmiş değiliz. Ütopyalar, içinde bulunduğumuz bu durumla birlikte önem kazanmakta. Ancak özgür ve eleştirel bir düşünüşle bizi bu noktaya sürükleyen düşünsel zaaflardan ve katılıklardan kurtulup bu büyük felaketlere karşı uygulanabilir ve küçük çözümlerin önünü açabiliriz. Ütopyanın, özgürce bir tasarım yetisinin gereği de işte bu noktada düğümlenmekte. Büyük felaketleri ufaltarak, parçalarına bölerek ve benzer diğer sorunlarla birlikte düşünerek içinde bulunduğumuz durumdan çıkışlar aramak için kafa kafaya vermekten başka çaremiz yok. Kafa kafaya vererek ve bu düşünsel karanlıktan birlikte kurtulmaya çalışmak için bir araya gelmeliyiz.

2- Amaç: Çağrı metnimizde ve gerekçemizde felaket olarak nitelediğimiz sorunları masaya yatırmak, birbirinden kopuk gördüğümüz felaket örneklerini birbirileri ile ilişkilendirmek ve mümkünse asgari enerji tasarrufuyla ve en asgari adımla uygulanabilecek küçük çözümler bulabilmek için toplanıyoruz. Dolayısıyla, sunumlarımızda, dinleyicileri işin içine katabilecek denli uygulanabilir ve asgari çözüm önerileri sunmayı amaçlıyoruz. Önerilerimizi ve çarelerimizi yalnızca tarihe, devlete, insanlığa değil, aynı zamanda ve en başta somut insanlara, dinleyicilere, konuşmacılara, dostlara sunmayı arzu ediyoruz.

3. Konu başlıkları:

a) Sağlığımıza dair felaketler, önleyici tıp ve modern yaşama uygun yaşam biçimleri

b) Kadim ikilemler: Güvenlik ve Özgürlük veya Savaş ve Barış

c) Gezegenimize ve doğaya yönelen tehditler ve ekolojik çözümler

ç) İnsanlığın dönüşümü ve insanı savunma: zombileşme, makinalaşma ve araçsallaşan insan

d) Modern korkular ve çözümleri: Umudu yeniden inşa etmek

4- Taslak Çağrı:

23. Ütopyalar Toplantısı

BÜYÜK FELAKETLER KÜÇÜK ÇÖZÜMLER

Sorunlarımız büyük. Korkularımız da.

Sonlarımızı ve korkularımızı düşündükçe ufalıyoruz. Belki de budur bizi ütopyasız bırakan.

Düşünsek de bir yere varamayacağımıza olan inancımız ve yürüyüp de aşındıramadığımız yollar bizi alıkoyuyor belki de.

Belki de küçük çözümler gerekiyordur büyük sorunlara. Büyük felaketlerin önüne küçük insanların tek tek yan yana gelerek ve adım adım gelmesiyle aydınlığa kavuşacağız belki de.

Büyük felaketler bekliyor bizi. Bazılarının olasılıkları bile belli. Küresel ısınma, büyük ekonomik krizler, yaklaşmakta olan üçüncü dünya savaşı, etnik boğazlaşmalar, ölçeği ve etkisi artan kitle imha silahları, terör, siber saldırılar, kanser, salgın hastalıklar, obezite, açlık ve susuzluk… Risk analizleri yapılan bu felaketler artık öyle çok da uzakta değil. İnsanlık felaketlerle arasındaki mesafeyi her geçen gün daha da kısaltmakta.

İnsanlıktan umudu kesmek de bu felaketler arasında. Umut kesildikçe, iple çekesi geliyor insanın bu felaket dolu geleceği. Boş umutlar ve hayal kırıklıkları birbirini besliyor günden güne. Umutlar büyüdükçe, seyre geçiyor insan: “Ne de olsa bir ben ne yaparım bu savaşta!”

İş başa düşmedikçe, umut yok küçük insandan. İzledikçe distopyaya dönüşüyor ufuk. İzledikçe hayal kırıklığı artıyor, felaketler yaklaşıyor bize.

Oysa küçük çözümler bizleri sahaya sokabilir. Küçük çözümlerle değişebiliriz, değiştirebiliriz kendimizi ve çevremizi. Bizleri un ufak eden küreselleşmeye karşı küçük ellerimizi birleştirerek yeni bir yol açabiliriz ufukta.

Ama önce ütopyası gerek bu yolculuğun.

Küçük çözümlerden bezeli devasa bir ütopya için küçük kırıntılar gerek bize dostlar.

Ütopyamızı kırıntılardan yeniden inşa etmek için toplanıyoruz.

Tarihe amigoluk yapmaya değil, tarihe katılmaya davet ediyoruz.

Konu başlıkları:

a) Sağlığımıza dair felaketler, önleyici tıp ve modern yaşama uygun yaşam biçimleri

b) Kadim ikilemler: Güvenlik ve Özgürlük veya Savaş ve Barış

c) Gezegenimize ve doğaya yönelen tehditler ve ekolojik çözümler

ç) İnsanlığın dönüşümü ve insanı savunma: zombileşme, makinalaşma ve araçsallaşan insan

d) Modern korkular ve çözümleri: Umudu yeniden inşa etmek

………………………………………………………………….

ÜTOPYALAR TOPLANTISI KONUŞMA METNİM

(Bu manifestodan bir şey anlamadım)


Evet, Enis’in bin bir emekle yazdığı adeta bir manifesto niteliğinde olan davet mektubundan sanki hiçbir şey anlamadım. Hemen yanıt verdim:

“Değerli Enis Musluoğlu ;

Ütopyalar toplantısının “Büyük Felaketler, Küçük Çözümler” konulu ön manifestosunu okudum. Yine bir şey anlamadım (Domuz gibi anladım da, işime böyle geldiği için zıpçıktılık yapıyom!)

Efendim, böyle zorlu insani ve küresel dertler konusunda biraz daha donanımlı olsaydım fırsatı kaçırmaz ve hemen sahneye hoppa fırlardım. Oysa; Toplantı serisinin son günü gerçekleşecek ve saygıdeğer eski kültür bakanımız Suat Çağlayan tarafından yönetilecek oturumda değerli konuşmacılar Cevat Erder ile Seyhan Livaneli arasında kapana sıkışıp ecel terleri dökeceğime kalıbımı basarım. Şimdiden afakan bastı bile.

Oysa bana bundan böyle “meddah, şaklaban, komedyen, sulu herif” filan ne derseniz deyin, hayata taa dibine kadar mizahi bakıyorum ve deryaya karşı bu lüks villamdan çok memnunum. Bu yüzden, 8 Temmuz programımı, apayrı bir saatte tek başıma sunulmak üzere, size şöyle teklif ediyorum ve ısrar etmekteyim:

ÖNERİ:

Yaşar Aksoy konuşması:

Karikatür dergileri ölürken, GİDERAYAK HAVADAN SUDAN..

Not: Sakın bu sunumumu küçümsemeyin efendim. Sunumumda mizahi bir üslupla, mevcut Diktatörlüğe çaktırmadan karşı çıkarken, manifestonuzun ana başlıklarına vurgu yaparak; anılar, değinmeler ve hiç söylenmemiş bilgilerle doyurucu bir konuşma yapacağıma inanıyorum. Tabii ki benim paradigmam, sizinkinin tam tersi olan, “Küçük felaketler, büyük çözümler” şeklinde olacak. O yüzden konuşmaya kapanan karikatür dergilerimizden (Gırgır ve Penguen) ile başlayacağım. Arz ederim efendim. Hayran-ı biraderiniz Yaşar Aksoy (3.6.2017 – Göztepe ayaktopu müsabakası arefesi)

Hamiş: Bu fevkal beşer mütalaamı, ceridenizde Temmuz makalesi de yaptım mı, yeme de yanında yat Enis baba.. Aylin Sultan ve Kraliçe Elizabeth kayınvalideye en deruni selam ve hürmetlerimle…”

Böylece Enis Musluoğlu’nu tasvibi ile böyle sulu bir konuda konuşmaya aday oldum.

Ama söze başlamadan önce geçenlerde kaybettiğimiz Mümtaz İdil Beyefendi ’den biraz söz edeceğim.

Efendim, önce Yusuf Savaş Emek’ i kaybettik. Büyük adamdı doğrusu.. Ütopyalar Toplantılarının kurucusu, gerçek devrimci, karıncaların komutanı bu güzelim sakallı insanın acısı hala içimizde. Sonra kütüphaneler dolusu bilgi sahibi karınca ezmez güzel insan Mümtaz İdil’ i kaybettik. Rahmetli ile ütopyalar toplantısında birlikte olurduk, sohbet ederdik. Onun hayran hayran anlattıklarını dinlerdim, pansiyonda odalarımız yan yana idi. Rahmetli, oda kapısını bir türlü açamazdı, sonra da kapatamazdı. Bu butik-mutik otel oda kapıları zaten alengirli ya, kütüphaneler dolusu bilgi yutmuş olan Mümtaz abimiz o postmodern oda kapısını bir türlü açamazdı ve kapatamazdı, biz onun hayranları kapısını açar kapatırdık. Üstelik sürekli anahtarlarını kaybederdi. Enis ile tarlada ya da tozlu topraklı yol başlarında Mümtaz abinin anahtarların arardık. Hey gidi hey, yerinde rahat uyusun inşallah.. Nasıl olsa gittiği yerde oda kapısı, anahtar filan yokmuş, dediklerine göre.


CİDDİ KONUŞMAYALIM ARTIK..


Gelelim 23.Ütopyalar Toplantımız’ daki konumuza, bendeniz büyük şeylerden (yani felaketlerden) hareketle küçük çözümlere gitmeyi hayatım boyunca bir türlü becermediğim için, tam tersine küçük şeylerden (yani felaketlerden) hareketle büyük çözümlere gitme taraftarıyım.


  1. KONUŞMAMDA İLK ADIM:


Toplantının amaçlarından biri, İnsanlığın dönüşümü ve insanı savunma: Zombileşme, makinalaşma ve araçsallaşan insan olarak tespit edilmişti değil mi?..

Başlayalım o zaman..

Bu yüzden ilk adımda mizah gibi küçük şeylerden başlayıp büyük çözümlere yani yani efendim ciddi çözümlere gitmeyi deneyeceğim.

Artık ciddi ciddi konuşmaktan nasılsa bıktım, nasıl olsa bir parıltılı akademik, siyasi veya toplumsal koltuklara ilelebet aday filan da değilim. Ondan böyle hep sulu konular seçeceğim. Geçmişte o kadar ciddi konuşuyordum ki bu ütopyalar toplantılarında Başbakana, vatana, millete, kuduruk turizme, azınlıklara, patrik Bartheleomos’a, Yunanistan’a ve Fetö’ye saygısızlık ettiğim için hep C.Savcılığına şikayet edildim. Hem de aramızda bu toplantılarda beni dinleyen bazı kişiler tarafından imzalı biçimde ihbar edildim. . Her seferinde ütopyaların başkumandanı rahmetli Yusuf Savaş Emek ile avukatım Hakan Bintepe yıl boyunca adliye koridorlarını aşındırıp benim aslında o fiili yapmadığımı, iyi bir çocuk olduğumu bin bir ter ve emekle karışık ispatlayıp beni hep adaletin elinden kurtardılar. Şahitlerim şair Namık kuyumcu, halen Karşıyaka Operası müdiresi Fatoş Tezcan ve rahmetli Yuuf Savaş Emek’e teşekkür ediyorum.

Ben sonra gelip bir sonraki ütopyalar toplantısında bu ihbarcıların elinden yıl boyu neler çektiğimi anlatırken hazır bulunan dostlar beni hep alkışladılar, bu alkışlar arasında aramızdaki ihbarcılara baktım onlarda avuçlarını patlatırcasına beni alkışlıyorlardı. Neden, çünkü burası Türkiye idi..

Yine o kadar ciddi konularda konuşuyordum ki, tam ben konuşmaya başlayacağım sırada önemli konuklarımız, örneğin Babıali’nin ünlü yazarları filan beni dinlemeyip mayolarını giyip burada önümden geçiyorlar ve cumburlop denize giriyorlardı. Haklıydılar. Çok ciddi konuşuyordum, yüzüm hiç gülmüyordu.

Bende artık bıktım bu ciddiyetten. Enis’e bu kez söyledim.

Ben bu kez şaklabanlık yapacağım dedim.

Bundan böyle sulu şeyler anlatacağım sizlere.

Tamam dedi garibim, sen bilirsin dedi. Yuhalanırsan sen yuhalanacaksın, bana ne dedi?

Tabii madem komik şeyler anlatacağım. Bari internete girip gülme konusunda bilgimi görgümü artırayım dedim..

Gülme mevzuatı, Adem Babamızdan bu yana insanoğlunda nasıl başladı diye merak ettim, arama motoruna “gülme nasıl başladı, gülme tarihi, gülme nedir” diye yazdım.. Aaa bir baktım her seferinde tam tepede, tam sayfa, defalarca hep karşıma Fethullah Gülen çıkıyor.

Evet isterseniz siz de deneyin. Gülme deyin, gülüş deyin bu herif çıkıyor karşınıza. İnterneti öyle bir ayarlamışlar ki, karşınızda hep bu herif..

Deliricem yaa..

Lan, bu herifin bir kere güldüğünü görmedik ki.. Herif, yılışık yılışık ağlaşıyor her seferinde. Yuh diyom böyle internete.. Dedim ve geçtim..

KAÇAN DELİLER..


Efendim konumuza devam edelim. Olay gerçektir. Elazığ’da geçer.

1960’lı yıllar! Elazığ Akıl Hastahanesinden personelin bir ihmali sonucu bütün deliler kaçar, Elazığ’ın cadde ve sokaklarına dağılırlar. Toplam 423 deli kaçmıştır.

Mülki makamlar panikler, Başhekime koşup “Doktor bey ne yapalım?” diye sorarlar. O zamanın ünlü doktoru Mutemet Bey hastahanenin başhekimidir. Mutemet Bey : “Bana bir düdük verin ve arkama yapışarak gelin” der.

Doktor önde birkaç personeli arkasında Kara trencilik oynayarak bütün Elazığ’ı “çuf çuf” nidalarıyla dolaşırlar. Başhekimin tahmini tutmuştur, bütün deliler bu kuyruğa girer vagon olurlar. Lokomotif, yani başhekim Mutemet bey, yönünü hastahaneye çevirince tüm kaçan deliler hastahaneye geri dönmüş olurlar. Sorun çözüldüğü için Mülki makamlar ve doktorlar mutlu, trencilik oynayıp hastahaneye döndükleri için de deliler hallerinden çok memnundur.
Ancak esas sorun akşam yoklama yapıldığı zaman ortaya çıkar..

Tımarhaneden kaçan deli sayısı 423, tımarhaneye trencilik oynayarak gelenlerin sayısı ise 612 kişidir.

423 delinin ismi bellidir. Bunlar ayıklanır. Geriye kalan 211 kişinin isim tespiti yapılır. Ve kendilerine sorulur:

  • Niçin trencilik oynadınız?

Hepsinin yanıtı aşağı yukarı aynıdır.

  • Hayatımızda bir kere yeniden çocuk olmak, mutlu olmak istedik..

  • Ama böyle davranarak tımarhaneye geldiniz?

  • Doktor beyler, esas dışarısı tımarhane, haberiniz yok mudur?


MERSEDES KADİR’İN HİKAYESİ


Kişinin ismi Kadir.. Mersedes Kadir.. Akli dengesi yerinde değil ve bütün gün üstünde dolaştığı önünde Mercedes arması olan sopayı Mersedes’i zannederek yaşıyor.
Buraya kadar tamam. Anlatmaya bayıldığım kısmı bundan sonra başlıyor.. Koskoca bir şehir , Kadir’in Mersedes hayalini her şeyiyle sahiplenmiş durumda.. Kadir trafik ışıklarında duruyor, arabasını park ediyor, diğer arabalar trafikte ona yol veriyor, ona göre park ediyor. Bütün şehir, o “Mersedes”in farkında! Kadir sopasını Mercedes servisine götürüyor, ustalar bütün ciddiyetleriyle arızaları anlatıyor, bir usta sopaya teyp takıyor, diğeri aynasını, armasını yeniliyor..
Sıkı durun; trafik polisleri yanlış yere park ettiğinde ya da ‘çok hızlı gittiğinde’ Kadir’e ceza yazıyorlar, zamanı geldiğinde muayeneye gönderiyorlar! Bir koca şehir, Malatya, Kadir’in hikayesini onunla birlikte yaşıyor.
Bir ‘deli’nin sopasına göre yaşayan şehirlerin, sopayla, sapanla, satırla birbirlerini kovalayan şehirlere dönüşmesini gördükçe bu hikaye çok hoş gelir insanın kulağına.. Anlarsınız umarım..
Kadir’in başka bir hikayesi de hayli komiktir.
Kadir bir gün arabasını servise götürmüş ve sorunlarını söylemiş. Usta almış arabasını ve “İki gün sonra gel” demiş. Kadir iki gün sonra gelmiş. Usta arabanın daha olmadığını söylemiş. Kadir ertesi gün gitmiş. Usta yine olmadığını söylemiş. Kadir ertesi gün yine gitmiş. Usta arabanın hâlâ olmadığını söyleyince “Yeter artık ya verin arabamı ama ya, kaç gündür yürüyerek gidiyorum eve” demiş…


Çevremize, ülkemize, dünyaya, hele hele Ortadoğu’ya baktığımızda, acaba diyoruz, Elazığlı deliler haklı mı, Mersedes Kadir bize bir upucu vermeye mi çalışıyor?

Bilemiyoruz ama artık şüphe içindeyiz. Akıl, mantık kafadan uçtu gitti gari.


Söyleşimizin ana konusu karikatür idi. Bu bakımdan kapanan dergilerimize geçmeden önce Türkiye Karikatür Tarihi’ ne bir göz atmanın yararı olduğu apaçıktır.


TÜRKİYE KARİKATÜR TARİHİ

Değerli mizah araştırmacısı ve çizer Burak Ergin ’e göre Türkiye Karikatür Tarihi çeşitli dönemlerde özgün kimliklerle ortaya çıkar.

Genel kabule göre, Türkiye’de Dede Korkut ve Keloğlan masalları, karikatürü de etkileyen mizahın ilk örnekleridir. Nasreddin Hoca ise, Selçuklu Sarayı’nın yıkılıp Osmanlı Sarayı’nın kurulduğu dönemdeki Anadolu’nun büyük uyanışının bir ürünü olup karikatürü etkilemiştir. Karagöz’ü de bu çerçevede düşünebiliriz.

Karikatür Türkiye’ de de Batı’dakine benzer bir gelişme gös­terdi. Basımevinin kurulmasından bir süre sonra yayımlanmaya başlayan gazete ve dergiler zamanla örnek aldıkları Batı gazete ve dergileri gibi resimler bastılar. Fotoğrafın olmadığı dönemde bunlar elle yapılan çizimlerdi. Bu anlatım aracının kullanılmaya başlaması, onun doğal uzantısı olan karikatüre, yani çizgiyle mizaha yol açtı. Bir süre sonra da karikatürün toplumsal, özellikle de siyasal eleştiri amacıyla kullanılabilecek etkili bir araç olduğu görüldü.

Türk karikatürü dört dönemde incelenir:

1.DÖNEM (BAŞLANGIÇ DÖNEMİ)

İlk karikatür 1867’de İstanbul (önceki adı: Ayine-i Vatan) adlı dergide yayımlandı. 23 Aralık 1869’da Teodor Kasap’ın Diyojen adlı ilk mizah dergisiyle karikatür bağımsız bir yayın ortamına kavuştu.. Bir Türk tarafından çıkarılan ilk gülmece dergisi ise, kurucusu Çaylak Mehmet Tevfik (1843-1892) olan, “Çaylak” tır. Osmanlı-Rus savaşı başlamadan yayınlanan bu dergide savaş mizahının güzel örnekleri verilmiştir. Ali Fuat Bey, Çaylak Dergisinin tek karikatürcüsüydü (Kuramsal ve Uygulamalı Karikatür, 1998, Atila Özer). Bu dergileri başkaları izledi.

Bu dönemin karikatürcüleri arasında; Nişan Berberyan,Tınghır, Santr, Opçanadassis, Ali Fuat Bey gibi adlar vardı. Karikatürden bir anlatım aracı olarak yararlanıldığı bu ilk dönemin birinci bölümü oldukça kısa sürdü. 1878’de II. Abdülhamid meclisi kapatınca ülkede karikatür yayını da durdu. Abdülhamit karikatürden hoşlanmazdı. 1908’e değin süren bu duraklama döneminde karikatür İttihat ve Terakki muhalefetinin Avrupa’da II. Abdülhamid’e karşı mücadelesinin bir öğesi olmaktan öteye geçmedi. Karikatürler genellikle imzasız ya da takma adla yayınlanmış, konuları ise daha çok Abdülhamit ve yönetimi olmuştur .

Türk karikatürünün başlangıç döneminde­ki ikinci bölüm II. Meşrutiyet’le gelen özgürlük ortamına rastlar. Bu dönemde mizah dergilerinin sayıca çoğalması, karika­türün de öne çıkmasını sağladı; Sedat Nuri (İleri), Scarselli, A. Rigopulos, gibi karikatürcüler yetişti. Bu grubun yeni denemelerine karşı Mehmet Baha, Halit Naci, Münir Osman, Cevat Nuri gibi çizerler eski geleneği sürdürdü. Dönemin en önemli sanatçı­sı olan Cemil Cem (1882-1950) karikatürle Paris’teki eğitimi sırasında tanışmıştı; Cemil Cem portre karikatürcülüğündeki ustalığını, gerektiğinde hem iktidarı, hem de muhalefeti eleştiren siyasal tutumuyla birleştirmesiyle ünlendi. Cemil Cem, “ilk Türk esprisini batı sanatı anlayışı ile ifade eden karikatürcü…” olarak Türk Karikatüründe yeni bir devir yaratmış, Türk karikatürünün kurucusu olarak kabul edilmiştir. Yine ilk Türk karikatür albümünü1909’da Cemil Cem hazırlamıştır.

Türk karikatürünün bu ilk döne­minde çizimler gerçekçi resimler gibiydi. Mizah daha çok karikatürlerin altına konan yazılı anlatıma yükleniyordu. Abartıyı sağlamak için düzenleme ve çizim özelliklerine önem veriliyordu. Önce bir fıkra düşünülüyor, sonra o fıkraya uygun çizimler yapılıp yazı ekleniyordu. Altyazılarda açıklamalar, karşılıklı konuşmalar yer alıyor, çizimde gösterilen figürlerin üstüne de kim ya da ne oldukları yazılarak açıklanıyordu.

2. DÖNEM (KLASİK KARİKATÜR DÖNEMİ)

Atatürk Devrimleri ile birlikte, her alanda olduğu gibi Türk karikatüründe de büyük bir ilerleme görüldü. Cumhuriyet’in ilanıyla başlayan ikinci dö­nemin ilk yıllarında bir durgunluk görüldüyse de 1928’de yeni Türk alfabesinin benimsenmesiyle basının canlılık kazanması, okur-yazar sayısının artması karikatürü de olumlu yönde etkiledi. Türk karikatürünün en ünlü adları bu dönemde ortaya çıktı. Karikatürün gazetelere yerleş­mesi, ilk çizgi romanların yapılması, ilk karikatür albümlerinin yayımlanması, ilk karikatür sergilerinin açılması, ilk çizgi film denemeleri yaklaşık II. Dünya Savaşı’nın sonuna değin süren bu dönemde oldu.

Ramiz Gökçe, Ratip Tahir Burak, Kozma Togo, Salih Erimez, Orhan Ural, Münif Fehim Özarman,Necmi Rıza Ayça, Sedat Nuri İleri, Abidin Dino, Zahir Güvemli, Fikret Mualla, dönemin önde gelen karikatürcülerindendi. En önemli isim ise Cemal Nadir Güler’di (1902-1947). Cemal Nadir hem belirtilen “ilk” çalışmaları gerçekleştirdi, hem de mizah anlayışı ve insancıl yaklaşımıyla karikatürün sevilmesini, benimsenmesini sağladı. Ayrıca genç karikatürcülere yol gösterici olmasıyla da Türk karikatürüne önemli katkıda bulundu. Cemal Nadir, ilk Türk çizgi romanı sayılabilecek Amcabey’i yaratmış, Amcabey öykülerini çizgi film biçimine getirmeye çalışarak bu alanda ilk denemeleri yapmıştır.

Türk karikatürü bu dönemde kendine özgü bir üslup yarattı. Çizimler oranlarıyla ve uyandırdıkları derinlik duygusuyla resmi andırmaktan çıktı; insanların yanı sıra hay­vanlar, bitkiler ve nesneler de karikatürize edilmeye başladı, örneğin İstanbul evleri devriliverecekmiş gibi öne eğik yapılır oldu. İlk döneme göre çizgi yalınlaştı. Gene de karikatürler, mizahın dayandığı olayın anlatılmasına katkısı olmayan ayrıntılarla doluydu. Mizah çoğu kez yazılı anlatıma dayanıyor, ama yazıda da bir yalınlaşma görülüyordu. Olayın geçtiği yeri ya da olaya karışan kişileri anlatan sözcükler ortadan kalktı; çizimin açıkça gösterdiği şeyler yazıda yinelenmez oldu. Karikatürde yalınlaşmaya gidilmesinin önemli bir nedeni de karikatürlerin günlük olarak üretilmeye başlamasıdır. Bu durum çizerlerin ayrıntılardan uzaklaşarak yalın bir anlatıma başvurmalarını zorunlu kılmıştır. Buna karşın, espriyi, düşünceyi ileten halen yazıdır. İlk yazısız karikatür denemelerini yapan da, yine dönemin en önemli sanatçısı Cemal Nadir’dir.

Bu dönemde karikatür diline bazı simgeler de katıldı. Örneğin dünya bir koca kafa gibi çiziliyor, ülkeler hayvanlar ya da klişe tiplerle anlatılıyor, miğferli bir Eski Yunan askeri savaşı, ağzında zeytin dalı tutan güvercin barışı temsil ediyor, şaşıran ada­mın şapkası uçuyor, uçuşan yıldızlar can yanmasını belirtiyordu. Bir bölümü yabancı karikatürlerden alınmış olsa da bunlar, Türk karikatürcülerinin kullandığı, Türk izleyicisinin anladığı ortak dilin öğeleri oldu. Bu dönemin önemli gelişmeleri arasında, Sedat Simavi tarafından 1922’ de “Güleryüz” adlı mizah dergisinin çıkarılması da vardır. 1921 de ise Refik Halit (Karay) Aydede mizah dergisini yayınlamaya başlamıştır. Bu dergide Ratip Tahir, Münif Fehim, Salih ve Yusuf Ziya gibi imzalar yeralmıştır .

Cemal Nadir’den sonra dönemin diğer önemli ismi, Ramiz Gökçe (1900-1953)’dir. 1922’den 1977’e kadar süren, en uzun soluklu dergi olan “Akbaba” Cemal Nadir’in yönetiminde, Yusuf Ziya Ortaç tarafından yayınlanırken, Akbaba’ya rakip bir dergi olan “Karikatür” ise Sedat Simavi tarafından, Ramiz Gökçe’nin yönetiminde yayınlanmış ve her iki dergi de gençler için okul niteliğinde olmuştur . Akbaba’da, Ramiz Gökçe, Necmi Rıza Ayça ve Kozma Togo’nun karikatürleri görülmektedir. Bu dönemde Cemal Nadir’in çıkardığı “Amcabey” ve Ramiz Gökçe’nin çıkardığı “Mizah” adlı dergiler de önemlidir.

1938 yılında Atatürk’ün ölümüyle CHP ve İnönü dönemi başlar. Bu dönemde karikatürcüler politik konuları iyice bırakırlar. Daha çok belediye hizmetleri ile ilgili karikatürler görülür. İkinci dünya savaşı sırasında Türkiye savaşa girmediği halde karikatürcüler ilgi çekici savaş karikatürleri çizmişlerdir. Artık Türk basınında savaş, barış, azrail, Hitler, Mussolini, Nazi askerleri, top, tüfek, bomba konulu pek çok karikatür görülmeye başlamıştır.

3.DÖNEM (ÇAĞDAŞ KARİKATÜR DÖNEMİ) 1950-1970

Türk karikatürünün üçüncü dönemi, yaratıcılarının bir bölümünün 1940’ların ortasın­da, hatta başında karikatüre yönelmesine karşın 1950’de başladı. Türkiye’nin II. Dünya Savaşı’ndan sonra yeniden dışa açılması, siyasal ve ekonomik açıdan liberalleşmesi, 1946’da çok partili siyasal yaşamı ve yeni ekonomik politikaları benimsemesiyle birlikte basın yayın alanında da bir canlanma ve çeşitlenme görüldü. Yeni gazete ve dergilerin çıkması, eskilerin kendini yenilemeye çalışması, bunların Batı, özellikle de Amerikan örnekleri göz önüne alınarak yapılması, Türk çizerlerine karikatür, re­simleme, çizgi roman gibi konularda yeni çalışma alanları açtı. Örneğin, Sabahattin Ali ve Aziz Nesin’in yönetiminde, özgürlükçü ve demokrasi yanlısı “Marko Paşa” dergisi çıkmış ve o zamana kadar hiçbir derginin ulaşamadığı bir tiraja ulaşmıştır. Beş yıl yayınlanan Marko Paşa tek parti dönemine karşı tutumuyla halkın ve özellikle aydın kesimin sevgisini kazanmıştır. Karikatürcü Mim Uykusuz ile Marko Paşa tirajını 60 000 gibi o günlerde inanılmaz bir sayıya ulaştırmayı başarmıştır .. Bu dönemde Türk karikatürü yenilenip çağdaşlaşmaya başlamış, çalışmalarını uluslararası düzeyde kabul ettiren sanatçılar yetişmiştir. Karikatürcü sayısında da büyük artış gözlenmiştir;

Turhan Selçuk, Ferruh Doğan, Ali Ulvi Ersoy, Nehar Tüblek, Semih Balcıoğlu, Altan Erbulak, Eflatun Nuri Erkoç, Mustafa Eremektar (Mıstık), Oğuz Aral, Selma Emiroğlu, Güngör Kabakçıoğlu, Bedri Koraman, Şadi Dinççağ, Nihat Bali, bu dönemle özdeşleşti. Onları daha genç kuşak olan Yalçın Çetin, Tonguç Yaşar, Erdoğan Bozok, Tan Oral, Nezih Danyal, Ferit Öngören, Tekin Aral izledi.

Cemal Nadir’in öğrencisi olan Selma Emiroğlu ilk kadın karikatürcüydü. Sinan Bıçakçıoğlu, Orhan Enez gibi bazı başarılı çizerler daha sonra bu alandan çekildi; Suat Yalaz çizgi romana yöneldi. Bedri Koraman magazin karikatürleriyle adını duyurdu. Eflatun Nuri Erkoç, Mustafa (Mim) Uykusuz, Şadi Dinççağ eski anlayıştan yeniye geçerken Necmi Rıza Ayça, Sururi Gümen ve Hüseyin Mumcu eski çizgiyi sürdürdü.

Bu dönemin bazı önde gelen temsilcileri günümüzde de yapıt vermeyi sürdürmekte, ayrıca pek çok genç karikatürcü günümüzde de bu dönemin ustalarının ilkelerini uygulayan yapıtlar vermektedir. Bu dönemdeki en büyük değişiklik biçimsel alanda görüldü; dünyada yaşanan yazısız karikatür akımının Türkiye’yi de etkilemesiyle 1950 yılında, o günün genç Türk karikatüristleri, bu ekolden etkilenerek, “Çizgide Mizah” veya “Grafik Mizah” akımını yaygınlaştırmak için biraraya gelmişlerdir.

.Ferruh Doğan, Ali Ulvi Ersoy, Bedri Koraman, Eflatun Nuri, Orhan Büyükdoğan, Mıstık, Oğuz Aral, Yalçın Çetin, Tonguç Yaşar, Nihat Bali, Turhan Selçuk ve Tan Oral çizgi film konusunda başarılı yapımlar gerçekleştirdi.

Bu dönemin önemli olayları arasında, 1969’da Karikatürcüler Derneği’nin kurulması vardır. Böylece yeni karikatüristler yetişmiş, karikatür etkinlikleri arttırılmış, Türk karikatürü uluslararası arenada daha güçlü, daha örgütlü şekilde yerini almıştır.

4.DÖNEM (YENİ KARİKATÜR DÖNEMİ)

1970 sonrasını kapsar. Bu dönemde karikatürün gördüğü ilgi gittikçe arttı; bir anlatım, bir dışavurum aracı olarak kullanılması beklenmedik boyutlara vardı. Karikatür bu ivmeyi Oğuz Aral yönetiminde yayımlanan Gırgır’la kazandı. Bir mizah dergisi olmanın dışında da önem taşıyan Gırgır l980’lerin sonunda 500 bini geçen tirajıyla, gelmiş geçmiş en başarılı yayınlardan biri, ABD’de çıkan MAD ve SSCB’de çıkan Krokodil’ den sonra dünyanın en çok okunan üçüncü mizah dergisi durumuna geldi. Aynı zamanda bir okul işlevi görerek okuyucular arasın­dan çıkan genç yeteneklere ortam sağladı. Gırgır soyut ve dolaylı anlatım yerine, çizgi romana özgü anlatım tekniklerini getirerek bu dönemi biçimlendirdi. Oğuz Aral yetiştirdiği genç karikatürcülerle söze, sözcük oyunlarına dayanan çarpık kentleşmenin yarattığı arabesk tiplerin, okul yaşamının, TV dizilerinin, reklam kampanyalarının, sporun, sinemanın, (çoğunlukla çizgiroman biçimiyle) alayından türetilen güncel bir mizah yarattı. Gırgır mizahı; toplu olarak hazırlanan mizah gazeteciliğinin örneğidir (F. Doğan, 1984).

Özden Ögrük, Latif Demirci, Hasan Kaçan, Behiç Pek derginin önde gelen adlarından oldu.

Engin Ergönültaş, Can Barslan, Mehmet Çağçağ, Tuncay Akgün aynı anlayışı daha sonra Mikrop, Fırt, Çarşaf, 1990 lı yıllarda Limon (sonradan Leman), Pişmiş Kelle, Deli, Avni, Dıgıl, Hıbır (sonra H B R Maymun), Ustura, Şebek gibi dergiler de sürdürdü. Usta portre karikatürcülüğüyle öne çıkan Tekin Aral, 1950 kuşağı karikatürcülerinden sayılmasına karşın yeni akıma kendini uydurmuş ve Türkiye’nin o yıllarda büyük gülmece dergilerinden olan Fırt’ı yönetmiştir.

Kemal Aratan, Serhat Gürpınar, Yavuz Taran ise bir sonraki çizer kuşağının temsilcileridir. Bu dönemde kadın çizerlerin de sayısı çoğalmıştır. En başarılı olanlarından biri Çılgın Bediş adlı çizgi romanın yaratıcısı Özden Ögrük’tür. Ayrıca karikatüristliğin yanı sıra mizah yazarlığı yapan isimler de görülmüştür: Cihan Demirci, Aziz Yavuzdoğan, Gani Müjde, Metin Üstündağ gibi isimler hem çizer hem de yazar olarak tanınmıştır. Bu dönemin en belirgin özelliği sözlü-yazılı mizah geleneğinin çizgiye uyarlanması, başka bir deyişle yazının karikatüre geri getirilmesiydi. Ama bu yapılırken resimlendirilmiş fıkralara ya da gülünç olduğu sanılan altyazılı çizimlere dönülmedi. Oğuz Aral ve Tekin Aral gibi çizgi roman deneyimi olan çizerler öncülüğünde yazı, konuşma balonları içine alındı; çizgi romana özgü bu yöntemle hem karikatüre yeni bir devingenlik kazandırıldı, hem de resimle yazı arasında yeni bir bütünleşme sağlandı. Mizah anlayışında da gelişme görüldü. Daha önceki dönemlere özgü kime yöneltildiği belli olmayan ince iğnelemeler yerini, hızlı kentleşmenin doğurduğu çelişkileri, davranış bozukluklarını, doğrudan sokaktaki Türk insanını konu alan bir mizaha bıraktı. Bir değerlendirmeye göre, Gırgır bir bakıma Aziz Nesin’ın mizah edebiyatında yaptığını karikatür ve çizgi romanda gerçekleştirdi. Bu karikatür anlayışı 1988′ de yayımlanmaya başlayan Hıbır ile Oğuz Aral’ın Gırgır’ın el değiştirmesi üzerine çıkarmaya başladığı Avni’de de (1989) sürdürüldü. Son dönemde ortaya çıkan bir başka gelişme de, Dıgıl (1989) ve Joker (1992) gibi çizgi roman ağırlıklı dergilerin yayımlanması oldu.

Bu dönemde soyut, yalnız çizgili (sanatsal) anlatım kullanan karikatürcüler de çalışmalarını sürdürdü. Yeni adlardan Selçuk Demirel gerek çizgi, gerek mizah açısından başarılı yapıtlar verdi. Gazetelerde eski ustaların siyaset ağırlıklı karikatürleri yayımlandı. Ayrıca yapıtlarını yayımlama olanağı bulamayan amatör çizerlerin de sayısı çok arttı.

Bugün Türkiye’de karikatür pek çok izleyicisi ve uygulayıcısıyla gerçek anlamda gözde bir sanat durumundadır. Günümüzde karikatür, teknolojideki gelişmelerden de hayli etkilenmektedir. İnternetin ve sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla, dünya çapında sanatçılar hem birbirlerini ve eserlerini daha yakından tanıma, hem de daha çok sayıda sanat severe ulaşma imkanı bulmuşlardır. Diğer yandan bu gelişmeler, nitelikli sanat eserlerinin ağlardaki imge kalabalığı arasında boğulmasına, diğer şeylerle birlikte, onlar gibi hızla tüketilebileceği algısının oluşmasına yol açabilir. Bilgisayar teknolojilerinin gelişmesi, bir çok yeni yazılımın piyasaya sürülmesi, karikatürün geleneksel yöntemler dışında, dijital ortamda da üretilmeye başlamasına olanak vermiştir. Kimi çizerler geleneksel yöntemleri kullanmayı tercih ederken, kimileri ise yaratıcılıklarını tatmin etmeye daha çok hizmet edeceğini düşündükleri teknolojilere de başvurmayı uygun bulmaktadır (Burak Ergin).



KAPANAN KARİKATÜR DERGİLERİMİZ


Türkiye’de kapanan karikatür dergileri, ne anlama gelmekte, bunu bir düşünelim.

Mizah dediğimiz zaman üstün körü aklımıza hemen gelenler nedir?… Eski karikatürde Cemal Nadir ve Ramiz, edebiyatta Rifat Ilgaz, Aziz Nesin ve Muzaffer İzgü, sinemada Cilalı İbo, Kemal Sunal, Hababam Sınıfı, sahne sanatlarında Nejat Uygur, Levent Kırca, falan filan değil mi?..

Peki ya karikatür dergilerimiz, yani günümüzdeki oksijen ve azot karışımı havadar besinlerimiz, onlar nedir?

Dört tanesi hep aklımda idi yıllardır, her Perşembe bayiden alıp hafta boyunca okuduğum en yakın arkadaşlarım.

Gırgır, Penguen, Leman ve Uykusuz olarak tarihe geçtiler.

Ne yazık ki Gırgır kapatıldı.

Penguen kapandı.

Leman küçülüp peçete büyüklüğüne geldi, şimdi yeniden eski durumuna geldi gibi ama her an güme gidebilir.

Uykusuz şimdilik yoluna ağır aksak devam edebiliyor.

Türkiye’deki mevcut sistem artık karikatür dergilerine, karikatürlere tahammül edemiyor, dava üstüne dava açıp bu kağıttan kahraman kaleleri göçürtmeye çalışıyorlar.

Üzüntümüz ve korkumuz sonsuz.

Biz karikatür dergimiz olmadan ne yaparız?

Yaşayamayız ki..


Gırgır kapatıldı..

Anıl Gürak’ın klasik edebiyattan esinlenen çizgilerini artık göremeyeceğim, Erdem Barış’ın garip bir fantastik alemden gelen esprilerini, İzmirli Alper Ocak’ın Sit Alanı isimli köşesindeki belden aşağı kışkırtıcı buluşlarını, Seyfi Şahin’in Keriz Masası’nı, Hamdi Abi’nin hikayelerini, Alper Günel’i, Deniz Kestane’yi artık ancak rüyalarımıza girerlerse izleyebileceğiz..


Penguen de kapandı

Serkan Altuniğne’nin espirileri olmadan nasıl gülemseyebilirim ben?.. İlker Altıngök, Bobo, Sönmez Karakurt’un süper espirili ve yaman çizgili Ortam’ı, Erdil Yaşaroğlu’nun Komikaze’si çıktı mı artık hayatımdan ebediyen?.. Valla isyan ediyom, valla billa..


Bir ülke karikatürleriyle, alaya alınan yöneticileriyle, yöneticiyi yerin dibine batıran karikatüristleriyle, yerin dibine batırılan yöneticinin alaya alındığı için gülümseyip aferin kerata çocuklara demesiyle gurur duymalı. Gerçek ülke, gerçek yönetici, gerçek sistem budur.


Karikatür dergileri kapanan bir ülkede artık her yer zindandır, zindan!

Hakikaten öyle, di mi?..


Acaba bizim gülmemize de karşı mı bunlar?

Gülmemizi istemiyorlar mı?

Yoksa gülmenin tehlikeli hatta ölümcül olduğuna mı inanıyorlar?

Haydi bunu tartışalım.


A SLINDA BİZE “GÜLMEYİN, ÖLÜRSÜNÜZ” DİYORLAR

Rus düşünür A. I. Herzen, “Gülmenin tarihini yazmak çok ilginç olurdu” der. Zira gülme anlıktır. Barry Sanders bundan yola çıkarak gülmenin tarihinin yazılamayacağını ancak gülmeye dair tutumların yazılabileceğini söyler. Bundan etkilenerek biz de gülmeye dair tutumlardan biri olan ‘ölme’yi; ‘gülmekten ölenler’in, ‘ölerek gülenler’in, ‘ölüme gülerek gidenler’in kısa tarihini yazmak; bugün sıkça kullandığımız ‘gül gül öldüm’ ya da ‘duyduğumda neredeyse gülmekten ölüyordum’ tabirinin somut örnekleriyle yüzleşmek istedik.

Örneğin Philemon, “Son şakasını yaptı”, iyi de acaba nasıl yaptı dersiniz?

Milattan önce 362 ve 262 yılları arasında yaşayan Yunanlı şair ve komedi yazarı Philemon yine bir gün kendi yazdığı şakaları okur. Okurken bir tanesinde takılır kalır. Şakayı o kadar komik bulur ki kahkahanın koltuğunda gömülür kalır ve sonunda kendi kahkahasında boğularak ölür. Aynen gerçektir.

Alma mazlumun ahını: Zeuxis

Yunan ressam Zeuxis, Milattan önce 5. Yüzyılda Tanrıça Afroditmişçesine poz veren yaşlı bir kadının portresini çiziyordu. Kadını o kadar kötücül ve zalim biri gibi resmetti ki, bunu çok komik buldu kendi yaptığı portreye ve kadının haline o kadar çok güldü ki sonunda dayanamayıp güle güle geberdi, hayatını kaybetti.

Çok yiyen mi, yoksa çok gülen mi daha çabuk ölür?

Aragon Kralı Martin, 1410 yılında bir gün bütün bir kazı tek başına yedikten sonra bu onun için sıradan bir şeydi ama kaz onunla aynı fikirde değildi demek ki, mide hazımsızlığı baş gösterdi. Sıkıntı içinde odasına çekildi ve Borra adındaki en sevdiği saray soytarısını kendisinin neşesini yerine getirmesi için çağırdı.

Borra gelince ona nerede olduğu sordu Borra da yandaki bağların birinde incirleri çaldığı için ayaklarından ağaca asılarak cezalandırılan genç bir geyik gördüğünü söyledi. Martin bu şakayı o kadar komik buldu ki aralıksız üç saat güldü sonunda yatağından düştü yere çarptığında çoooktan ölmüştü. Martin’in bu ölümü akıllarda soru işareti bırakmıştı. Bütün bir kazı yediği için mi, yoksa çok güldüğü için mi ölmüştü? Kim bilir…Ne yazık ki bilinmiyor..

İlahi Azrail sen adamı öldürürsün: Pierto Arentiono

İtalyan yazar Arentiono, 1556 yılında kız kardeşinin anlattığı bir hikayeyi dinlerken bir yeri o kadar komik buldu ki gülerken sandalyesinden düştü ve beyin kanamasından öldü. Kız kardeşinin onu öldürecek kadar ne anlattığı ise bilinmiyor.

Gülmek için mutlu olmayı beklemeyiniz, belki gülmeden ölebilirsiniz”, ya da gül-mekten: Thomas Urquhart

İskoçyalı yazar ve çevirmen olan Uquart’ın en bilindik çevirisi Rabelais’tir. 1660 yılında İkinci Charles’ın tahta geçtiğini öğrenince o kadar çok güldü ki sonunda öldü.

Wesley Parsons neden öldü?

Hindistanlı bir çiftçi olan Wesley Parsons, 1893 yılında arkadaşlarıyla soytarılık edip şakalar yaparken arkadaşlarının yaptığı bir şakaya o kadar çok güldü ki sonunda kahkahaları hıçkırığa dönüştü. Gülmesi başladıktan iki saat sonra hayatını kaybetti.

Osmanlı’nın tokadı mı, yoksa şakaları mı daha ağırdı?

“Osmanlı’da Gülmek mi?” makalesinde Francis Georgeon “Tarihi esas olarak dramlarla dolu bir imparatorlukTa gülmeden nasıl söz edilir?” itirazını şu sözlerle ortadan kaldırır: “Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihi, karanlıkla eş anlamlı değildir; gölgelerden olduğu kadar ışıklardan da oluşmaktadır. Gülme insana ne kadar özgü ise, homo ottamanicus’a da o kadar özgüdür.”

16 Şevval 1265(4 Eylül 1849)

Maraş’ta Yusuf ve Ahmed adlı şahıslar gülüp şakalaşırken Yusuf’un tabancasından çıkan mermiyle Ahmed vefat eder.

14 Muharrem 1309(20 Ağustos 1891)

Galata’da cinayet sonucu vefat eden Faik Bey’in bir alüfte ile kahkahalarla şakalaşırken alüftenin attığı bıçakla kan kaybından öldüğü tespit edilmiştir.

21 Cemaziye’l-ahir(1 Ağustos 1907)

Drama’da Kör Ali Paşa’nın oğlu Nazmi adlı çocuk ile Bıçakçı Nebi Usta’nın oğlu Mehmed’in kahkahalarla gülüp şakalaşırken Nazmi’nin yaralanması ve bir ay sonra da ölmesi üzerine Mehmed adliyeye sevk edilmiştir.

4 Rabiu’l-ahir 1329(4 Nisan 1911)

Galata Yüksekkaldırım’da Hayrullah Efendi ile Berber Hacı Mehmed’in gülerek karşılıklı şakalaşmaları sonucu Hacı Mehmed kazara ölüvermiştir.

16 Zilhicce 1337(12 Eylül 1919)

Giresun kazasına bağlı Ebül-hayr Ali Bey karyesinde Tombalacıoğlu Osman’ın ambarlarına fındık koyarken arkadaşlarıyla şakalaşmaları esnasında kahkaha ile gülerken bıçakla yere düşerek yaralanmış sonra da vefat etmiştir.

“Şaka çok ciddi bir sanattır.”

1674 yılında Louis XIV’ün Clermont’ta bir okula yaptığı ziyarette Francis Seldon adında on altı yaşındaki bir çocuk Kralı görüne kahkahalarla gülmeye başlar. Cizvit öğretmen Kral Louis’nin kelliği ile çocuğun Kralın en hassas mevzusu olan kelliğiyle dalga geçtiğini düşünerek, Seldon’u Bastille hapishanesine gönderir. Francis Seldon 69 yıl boyunca hapishanede kalır.

Suç ile şaka kol kola gezer

Jake Fen isimli Macar adam, eşini korkutmak için kendini asmış pozu verir. Eve gelen eş kocasını o halde görünce bayılır. Kapıyı açık gören komşu kadın içeri girince iki cesetle karşılaştığını sanıp kahkahalar içinde evi soyar. Topladıkları ile çıkarken Jake kadına bir tekme atar. Cesedin canlandığını sanan kadın korkudan öldü. Jake ise beraat eder.

GÜLMEYİ BİLEMEMENİN GÜLÜNÇLÜĞÜ

Tam burada, Prof.Ahmet İnam ’a kulak verelim:

“Neden gülüyoruz?”un teorisi yok. Olmayacak da. Bu gülünç değil. “Neden gülmüyoruz?” teorisi var mı? Bu gülünç. İnsanı anlamak istiyoruz. Herşeyini anlamadan, gülmesini anlamak istiyoruz. İnsanı çepeçevre, belli bir açıdan görebilen teori gülmeyi anlayabilir. Böyle teori denemeleri çok az. İnsan gülmesine gülmeyi bilmediği için, henüz doyurucu bir gülme teorisi geliştirememiş.

Bu yazının sınırları içinde, yazıp bitirdikten sonra epey güldüğüm bir teori denemesi yapacağım. Ayrıntıdan, temellendirmeden biraz yoksun teori olacak. Gülme teorisi gülünç olabilir. Olabilir mi? Gülmek çok ciddî bir insan etkinliğidir. Anlaşılması, ona karşı takınılacak tavrın uygunluğuna bağlıdır.

İnsan neyiyle güler? “Neden gülüyoruz”un yanıtına ilk adım bu soruyla atılabilir. İnsan bedeniyle  güler. Bedeni güler insanın. Ağzı açılır, yüzünde gülmeye uygun çizgiler oluşur. Kasları harekete geçer. Gülmenin elektriği titretir bedeni. Her türlü gülmeye beden katılır. Bedenin katılmadığı gülme olamaz.

Beden kendi kendine gülebilir. Kimi ruhsal bozukluklarda, gülme krizine yakalanabilir beden. Duyguları, aklı, çevreyle olan ilişkisini unutarak gülebilir beden kendi kendine. Bedenimizle gülme, bu yalıtılmış hâliyle, gıdıklamada da kendini gerçekleştirebilir. Beden kendi kendine güler gıdıklamada. Bir anlamda “histerik krizler”de de kendi kendine güler. “Ben gülmüyorum, bedenim gülüyor” demeyiz pek günlük yaşamımızda, ama beden güler. “Ben gülmüyorum, göbeğim gülüyor!” “Ben gülmüyorum, kıçım gülüyor!” Beden bu, kendine göre bir düzeni, bir mantığı vardır; güler güler kim ne karışır. Yine de aklımızla, toplumsal çevreyle çatışabilir, beden gülmesi! Bundan sonra, gülerken dikkat etmeli: Neyimiz gülüyor? Bedenimiz mi? Bedenimizin hangi parçası? Bedenimiz elbette her türlü gülmeye katılır, yalnız mı gülüyor, kendi kendine mi gülüyor, bunu sormalıyız. (Bedenimizin katılmadığı gülme var mıdır? “İçimden güldüm” diyebilir miyiz? Kimi zaman bedenimizin gülmesini gizlediğimiz  durumlar olabilir. “İçimden güldüm”, bedenin katkısının gizlendiği gülmedir.

Duygularımızla  da güleriz. Küçümseyici gülmelerin, kızgınlık, öfke sonucu “gergin” gülmelerin bir ucu duygularımıza uzanır. Bedenimiz gibi duygularımız da, bütünselliği dört dörtlük gülmeler de hep bulunur. Duyguların yer almadığı “soğuk” gülmeler de söz konusu olabilir. Bedenin kendi kendine güldüğü durumlarda, duygunun olmadığını söyleyebiliriz. Belki akılla güldüğümüz kimi durumlarda da duyguların gülmede etkin olmayışını gözlemleyebiliriz.

Gülmenin hası, aklın  katkısının olduğu, aklın yargıladığı  gülmelerdir. “Dünyaya baktım da güldüm aklımla.” Gülmek, akılla ilgili noetik bir davranış olarak, aklın bir olanağıdır. Akıl, gülmeyle görür , düşünür. “Düşündüm, düşündükçe anlamaya başladım, anladıkça gülmekten kendimi alamadım.” Gülmek, akla, aklın serüvenine duygu ve bedenin katılmasıyla gerçekleşiyor. Bu anlamda, bir bütünleyici rolü var gülmenin; gülmenin gücüyle donanmış bir düşünme süreci, elbette mizah duygusuna  sahip insanların bir başarısıdır. Anlamlı gülmeler, keskin  düşünme başarılarının, duyarlılıklarının ardından gelir. Burada başarı, başarısızlığı farketme anlamına da gelebilir.

Bedenimizle, duygularımızla, aklımızla güleriz. Unutmayalım bir de çevremizle  güleriz. (Çevremize güldüğümüz de doğrudur!) Çevremiz doğal, tarihsel, toplumsal, siyasal, ekonomik… boyutlardan oluşur. Bundan dolayı, gülünç  olan, çağdan çağa, toplumdan topluma değişir. Gülme, bir yanıyla içinde bulunulan ortam  tarafından öğretilir. Büyüklerime baka baka öğrenirim, nelere, nasıl gülüneceğini. Örneğin küçümseyici gülme, toplumsal etkileşimler sonucunda, bireyin duygusal-bedensel bir tepkisi olarak öğrenilir, aklın yargısı da vardır bu gülmede, karşımdakinin beş para etmeyen biri olduğunu düşünürüm belki de.

Peki neye güleriz? Gülünç olana. Nedir gülünç olan? Gülünç olana güldüğümüz doğru mudur? Her gülme, gülünç olana gülme midir? Örneğin, bedenin gülmesi, rahatlamak için gülme, gülünç olana gülmek midir? Elbette değil. Gülünç olan “kavramsal” olarak belirlenebilecekse, daha çok “aklın”, aklın da katılmasıyla çevremizin, duygu ve bedenimizin gülmesiyle ilgilidir. Bedenin gülünç bulduğunu aklımızın anlaması zor olabilir. (Gıdıklanınca neden gülüyoruz? Neden kimi zamanlar “gülme nöbeti” tutuyor bizi? Keyiflendiğimiz zaman neden olur olmaz yere gülüyoruz?) Kimi zaman bir çevrenin gülünç bulduğunu, “aklımız” gülünç bulmayabilir. “Neden gülüyor bunlar yahu” diyebiliriz.

(İnsanı bu dört boyutuyla ele alıyor oluşum, onu parçaladığım anlamına gelmemeli. İnsan bu dört ögesiyle bir bütün. Ayrımı, yalnızca çözümleme amacıyla yapıyorum.) Bedenin “gülünç”ü, duygunun “gülünç”ü, aklın “gülünç”ü kimi zaman birbirinden ayrılabilir. (Çevrenin “gülünç’ü de!) Ben, akıl yoğun “gülünç”ü temel alan, insanı insan yapan dört ögenin katılımıyla dört dörtlük  bir gülmenin “gülünç”ünü arıyorum.

Dört dörtlük gülme, gülmelerin hasıdır. Bizi biz yapan dört ögenin, bedenin, duyguların, aklın ve çevrenin zenginliği, coşkusu, bütünlüğü ile gülebilmek, bir gönül  işidir; insan gibi insan olmak başarısıdır. Yalnız çevreyle gülmek, çevreye gülmek, bir bülümüyle alışkanlıklarla, taklitle gerçekleştirilebilen gülmedir. Örneğin, toplumun bir kesiminin kendiliğinden gülünç olduğunu düşünerek (örneğin Karadenizli’ler ya da İrlandalılar gibi…) gülmek. Bence eksik gülmedir. Bedenle gülmek de eksiktir. Duyguların, salt duyguların ateşiyle gülmek, aklın ve kültürün katılmadığı, bana tam olgunlaşmamış bir gülme gibi gelir. Yalnızca aklın gülmesi ise kuru olabilir.

Gülünç olanı, bedeni, duygusu, aklı, çevresiyle bir bütün olarak yaşayabilmek, işte asıl gülebilmek bu.

Nedir gülünç olan? Bir bütün olarak yaşanan gülünç nedir?

Gülünç, bir ilişki  sonucunda algılanır. Her gülme, bir gülme durumu nda gerçekleşir. Gülme durumu, iki ayrı dünya  arasında sürekli kıvılcımlarla yaşanır. Bu dünyalardan birisi olağan  dünya, diğeri olağan dışı  dünyadır. Gülünç, bu iki dünya arasındaki ark tan oluşur. Ark sözlükte “elektrikte birbirine yakın zıt yüklü iki elektrot arasındaki boşlukta, bir elektrottan ötekine akım geçerken oluşan kıvılcım demeti ya da ışık”diye geçiyor. Burada elektrotlar, olağan olağan dışı  dünyalardır. Olağan dünyada gülme yoktur. Hayvan olağan dünyada yaşar. Çevresinin içinde kalır, onu dönüştüremez. Oysa insan olağan dünyadan olağan dışı dünyaya sıçrayabilen, iki dünya arasında kıvılcım ark yapabilen  varlıktır. İnsan neden şiir yazıyor, felsefe bilim yapıyorsa,ondan dolayı da gülüyor! İnsanın gülmesinin ardında ark yapması  yatıyorsa, bu olağan dünyadan, ona verilmiş olandan çıkabildiği içindir. Olağan dünyada gülünç yoktur. Bir fıkraya, bir insana gülüşümüzde (dört dörtlük gülmelerin çoğunda!) bu dünya ile bir başka dünyayı mukayese etmemiz yatar. Kürsüden olanca ciddiyetiyle vaaz veren rahibi çırılçıplak düşünmem beni güldürür; bu dünyadan, olağandan olağan dışına (çıplak rahip!) çıkmam, gülünçlüğü oluşturmuştur. İki dünya arasındaki kıvılcım akışı, ark, bende gülmeyi yaratmıştır. İnsan olağanın ötesine geçebilen bir varlık: Bunun için gülüyor . Bunun için sanatı, bunun için bilimi, bunun için inançları, umutları var. Gülebilmemiz ve kültür yaratmamız, bilim, sanat, din, felsefe aynı kökenli!  Gülünç değil mi? Gülmesek insan olmayacaktık, kültürü yaratamayacaktık!

Gülünç olan önümüzdedir, görebilirsek. Her şeye gülünebilir. Belli bir gülme yakınlığı  (gülme uzaklığı da!), gülme açısı ve gülme hâli içinde isek. O zaman gülme arkı  çalışır, olağan dünya, başka bir dünya ile bağlantıya geçer, iki dünya arasında gidiş gelişler başlar, kıvılcım çakar. Hayatımızın tekdüzeliği, ciddiliği, sıkıcılığı içinden gülme arkıyla sıçrar, dışarıdan bir noktadan  hayatımıza bakabiliriz. Bir gülme kulesinden  örneğin. Gülme arkı, böyle bir kuleden baktırabilir bizi, işte o zaman gülebiliriz ağlanacak hâlimize.

Olağan dışı dünyaya geçişlerle, arklarla gerçekleştirilen gülme, olağan dünyayı daha yaşanır kılıyor, çirkinlikleri, haksızlıkları, zulmü ortadan kaldırıyorsa anlamlıdır! Güle güle battığımız gaflet bataklığı, dört dörtlük gülmelerin bir sonucu olamaz. Gaflet, bütünleşememiş gülmelerin, yalnızca beden, yalnızca duygu, yalnızca akıl, yalnızca çevre ile ortaya çıkan gülmelerin sonucu olabilir ya da bunların başarısız bireşimlerinin. Gülüyorum: Çünkü sorumluyum.

Gülüyorum çünkü özgürüm. Özgürlüğü gerçekleştirecek özgürlüğüm var. Gülebiliyorsam,bu, hâlâ umutlarımın var olduğunu, hâlâ kendimi aşma gücümü taşıdığımı gösterir.

Deli deli gülmeler, kıkırdamalar, bir top ateşi gibi kahkahalar… Gülme, insan olmanın çekirdeğinde. Onu da yozlaştırmışız. Herşeyi yozlaştırıp, kokuşturduğumuz gibi.

Hâlâ insan olmak için gülmeyi bilmiyoruz, ne gülünç değil mi?

  1. İKİNCİ ADIM

Ütopyalar Toplantımızın amaçlarından diğer ikisi ise şöyle idi:

Kadim ikilemler: Güvenlik ve Özgürlük veya Savaş ve Barış

Gezegenimize ve doğaya yönelen tehditler ve ekolojik çözümler

Şimdi bu iki konuyu açmak için dünyayı yeniden yaratmaya gerek yok. Prof. Yuval Noah Harari’ ye kulak verelim şimdilik bu bize yeter. Kimdir bu adam?.. Onu anlatmak için biraz dolambaçlı gideceğim.

Bir yeğenim var, haylaz ve epey kabadayı. Lisede okuyor.. Başı hep belada, disiplinde filan, geçende çete savaşında birini dövüyor, dayak yiyen Avrupa’nın en ünlü uyuşturucu çetesinin başı olan Mafya babasının torunu çıkıyor, hakkında infaz kararı çıkıyor çocuklar arasında, haydaa barışı sağlamak için anam ağladı, çalmadığım Mafya babasının kapısı kalmadı. Neyse hallettik. Bizimki, 16.5 yaşında.. İlk rakıyı benden içsin istedim. Alaçatı’da bir mekanda epey sulandırıp yarım duble rakıyı koydum önüne. Dubleyi bitirdi, “Amcam ben büyüyünce ne olacağıma artık karar verdim” dedi. Ne olucan lan, dedim. Ciddi ciddi “Sedat Peker olucam amca!” dedi. “Bayılıyom şu oğlana” demez mi?

Dondum kaldım.

İşte bu benim canımın ciğeri haylaz yeğenim geçende benden kendisine kitap almamı istedi. Ne alayım, dedim. Elindeki küçük kağıda baktı ve “Tutunamayanlar” ile “Homo Sapiens” i istedi.

Hayda Oğuz Atay nire, bizim torun nire?

Homo Sapiens nire, bizim Sedat Peker nire?

Meğerse son zamanlar bir kolejli Ermeni kızla mercimeği fırına vermiş. Kız ufak tefek, cır cır böceği gibi konuşan, cin gibi bir kız.. Çok ünlü bir Ermeni televizyon şovmeninin de yeğeni. Meğerse kız çantasında bu kitapları taşıyor, bunları okuyor ve arada okuduklarından bahis açıyormuş, doğal ki bizim Sedat Peker apışıp kalıyor ve aval aval bakıyor sevdalısına..

Aldık kitapları bir Di-en-Ar’dan, çağırıp verdim.. “Oku len bunları ama..” dedim.

On gün sonra anasına, babasına telefon açtım. Okuyor mu dedim, “Yanında gezdiriyor ama kapağını bile açmadı” dediler.

Sonra ben de o kitapları okumaya karar verdim. “Tutunamayanları” gençliğimizde defalarca bizde yanımızda gezdirip okuyor pozuna yatmıştık 1970’lerde.. Nişantaşı caddesinde filan .. Zaten şu yıllarda bunalımdayım yine, geçmişe dönüp tam akut bunalım takılmaya asla razı olamazdım. “Tutunamayanları” almadım.

“Homo Sapiens”

Yazarı bir İsrailli..

Tam o senada Nina Bencuya’ nın bu yazar hakkında sosyal medyada önemli bir analizini de okudum. Nina deyip geçmeyin, şu Ege çukurunda kafası çalışan bayanların önde gidenidir, 68 kuşağı filan yani. Doğu Perinçek’in ilk çekirdek ekibi filan yani..

Gelelim İsrailli yazara…

Prof. Yuval Noah Harari , İsrail İbrani Üniversitesi’nde Dünya Tarihi dersi veren birakademisyen. Şöhretini, 2014 yılında raflarda yerini alan Sapiens (Hayvanlardan Tanrılara İnsan Türünün Kısa Bir Tarihi) ve 2016’da yayımlanan Homo Deus (Yarının Kısa Bir Tarihi ) başlıklı büyük bir iştahla okunan kitaplarına borçlu..

Harari geleneksel ‘Tarihçi Akademisyen’ ezberimizi alabildiğine detaylı, tutarlı ve kışkırtıcı yöntemlerle bozarak ilk kitabı Sapiens’ta (sandığımızdan çok uzun bir maziye sahip) Dünya gezegenindeki yaşam savaşında Homo Sapiens olarak adlandırılan türümüzün bütün acizliğine rağmen nasıl galip geldiğine bakıyor.

Bencilce bir hırs ve iştahla kazanılıp, teknolojiyle perçinlenen bu galibiyetin ardından gelen (ve gelecek) süreç ise Homo Deus (Tanrı İnsan) kitabının konusu. Homo Deus, teknolojinin en büyük meyvesi olarak kabul edilen yapay zeka ile donanacak sistemlerle insanın (ve ikisinin birleşiminden doğacak olası yeni bir ırkın) ilişkilerine göz atıyor.

SÖYLEŞİ:

Tarih insanın Tanrı’yı icat etmesiyle başladı ve Tanrı’ya dönüşmesiyle son bulacak. (Y. N. Harari)

Aşağıda izleyeceğiniz söyleşi, Harari’nin 25 Ocak 2017 tarihinde İstanbul’dakibir konuşmasınınertesi günügerçekleştirildi.

Yuval Noah Harari , ateşin keşfinden bu yana yeryüzünün ehlileştiriş sürecini devrim niteliğindeki dönemeçlere bağlıyor. Harari’ye göre yaklaşık 70 bin yıl önceki bilişsel, 11 bin yıl önceki tarımsal, 500 yıl önceki bilimsel ve yakın zamanlı bio-teknolojik devrimler bu serüvenin köşe başları…

Yıllardır yazılan bir konuyu, insanlık tarihini yazıp milyonlarca sattınız. Son zamanların yayıncılıktaki en büyük sürprizlerinden biri sizsiniz. Sizin için de sürpriz oldu mu bu?

– Hem de büyük sürpriz oldu. Yazdığımda sadece üniversite öğrencileri okur sanmıştım. Ev kadınlarından emeklilere herkesin bu kadar ilgilendiğini görmek heyecan verdi.

Neden ilgilendiler dersiniz?

– Birçok insan bana ‘Sapiens’ten önce tarihten nefret ettiklerini söyledi. Ölmüş kralların, çoktan unutulmuş savaşların sıkıcı bir kataloğu olarak görüyorlarmış tarihi. Kitapla birlikte tarih ve kendi hayatları arasındaki bağı keşfettiler.

Nasıl bir bağ bu?

Gündelik ilişkiler mesela. İnsan topluluklarında aslında fiziki kuvvet ve sosyal güç arasında bir bağ yoktur. Örneğin altmışlarındaki insanlar yirmilerindekilere göre daha iyi yerdedir. Katolik Kilisesi’ni düşünün. Nasıl Papa seçilirsiniz? Bütün diğer rahipleri döverek değil elbette; bunun yerine sizi destekleyenlerden bir koalisyon kurarsınız. Şempanzelerde bile dominant erkek, dişiler ve diğer erkekler arasında bir koalisyon kurar, kaba kuvvete başvurmaz. Yani hem şempanzelerde hem insanlarda güç, sosyal yeteneklere bağlıdır, fiziki kapasiteye değil.

Issız bir adaya düşse, şempanzenin hayatta kalma şansı Homo Sapiens’ten daha fazla diyorsunuz. Halen öyle mi? On binlerce yıl geçti; halen şempanze ayakta kalma konusunda bizi yener mi?

– Değişir. Bizi şempanzelerden üstün kılan sadece beynimiz değil, birçok beyni bir araya getirebilme becerimiz. Biz sayısız yabancıyla işbirliği yapabilen tek memeliyiz. Tek bir Sapiens’i bir şempanzenin karşısına çıkarsak ya da on şempanzeyi on insanla eşlesek şempanzeler kazanır. Ama bine binde zafer Sapiens’in olur. 

Çünkü bin şempanze asla etkin işbirliği yapamaz. 100 bin şempanzeyi Wall Street’e ya da Tiananmen Meydanı’na koyun, kaos yaşanır. Ama aynı yerlere 100 bin Sapiens koyun; iş ağları kurulur, siyasi gösteriler düzenlenir, spor müsabakaları yapılır. İşte bu yüzden Sapiens dünyayı ele geçirdi; şempanzeler de hayvanat bahçeleri ve araştırma laboratuvarlarına tıkıldı.

Bu kadar etkin işbirliği yapmayı nasıl öğrendik biz?

  Hayal gücüyle. İşbirliği yapabiliyoruz çünkü sadece hayal gücümüzde var olan şeyler hakkında hikâye uydurma yeteneğine sahibiz. Buna ister ilahlar deyin, ister para, uluslar, insan hakları… Uyduruyoruz ve uydurduklarımızı milyonlarca başka insana yayıyoruz. Milyonlarca insan aynı hikâyeye inanınca, aynı kanunlara da uyar. Şempanzeler yapamıyor bunu. 


Yaklaşık 50 bin yıl önce, dünyada altı ayrı tür insan yaşadığını şu an biliyoruz. Ama çok büyük ihtimalle, bu rakamın iki katı insan türü mevcuttu. Bu bazılarımıza ilginç gelebilir; çünkü biz tek insanın ‘biz’ olduğuna inanıyoruz. Nasıl birçok ayı türü varsa, birçok insan türü de vardı; Neandertaller ya da omo Denisova gibi.


Bu sene yeni kitabınız yabancı dillere çevriliyor; o ne hakkında?

– İnsanlığın geleceği hakkında ama kâhinlik yaptığımı düşünmeyin. Böyle bir şey mümkün değil.

Ne anlatıyorsunuz peki?

– Birtakım ihtimallerin, imkânların ve tehditlerin izini sürüyorum. Genetik mühendisliği ve yapay zekâ gibi konulara giriyorum.

Ne tür ihtimaller görüyorsunuz?

– Tarihten bugüne çok devrim oldu ama tek bir şey sabit kaldı: İnsanın kendisi. Osmanlı İmparatorluğu ya da Antik Mısır’da yaşayan insanlarla halen aynı beden ve zihne sahibiz. Ama gelecek yıllarda, tarihte ilk defa, insanın kendisi radikal bir değişime girecek. Sadece toplum ve ekonomi değil; bedenlerimiz ve zihinlerimiz de değişecek.  

Nasıl yaşanacak bu değişim?

– Genetik mühendisliği, nanoteknoloji ve beyin-bilgisayar arayüzleri vasıtasıyla. 21’inci yüzyılın ana ürünleri zihinler ve bedenler olacak. Gelecekten bahsederken, bizden sonraki insanları bizimle aynılarmış, sadece teknolojileri daha iyiymiş gibi düşünüyoruz. Lazer silahları, zeki robotlar ya da ışık hızıyla seyahat gibi… Ama gelecekteki teknolojiler Homo Sapiens’in kendisini değiştirecek. Geleceğin en heyecan verici şeyi uzay gemisi falan değil, onu kimin uçurduğu…

Peki gelecekte bugünden daha iyi, daha rahat yaşayabilecek miyiz?

Bu, “Biz’ derken kimi kastettiğinize bağlı. 21’inci yüzyılda, insanoğlu muhtemelen teknolojik devrimlerden ne kadar yararlandığına göre kastlara ayrılacak. Kimisi epey çıkar sağlayacak, kimisi eziyet görecek çünkü. Geçen yüzyılın tüm hikâyesine ırklar, cinsiyetler, sınıflar ve etnik gruplar arasında eşitsizliğe son verme mücadelesi olarak bakabilirsiniz. Özellikle Soğuk Savaş’tan sonra, herkes bu konuda daha da iyimser olmuştu; küreselleşmenin tüm dünyaya kademe kademe ekonomik refah ve demokrasi getireceğini düşündüler. Tüm insanlar eşit hak ve imkânlara sahip olacaktı.

Ama böyle olmadı…

Bu vaat bir yalandı belli ki. Küreselleşme büyük toplulukların işine yaradı ama eşitsizlik de çok arttı. Dünyanın en zengin 60 insanı, insanlığının yarısından, yani 3.5 milyar kişinin toplamından daha zengin. Yapay zekâ bu problemi artıracak; birkaç on yıl içinde birçok insan ‘işe yaramaz’ hale gelecek. 

Ne demek işe yaramamak?

– Geliştirdiğimiz yazılımlarla beraber yapay zeka çok fazla işi bizden daha iyi yapmaya başladı. Daha iyi araba kullanıyorlar; hastalıkları daha iyi teşhis ediyorlar. 20-30 yıl içinde tüm işlerin yüzde ellisi bilgisayar tarafından yapılacak.

Hiç yeni iş çıkmayacak mı?

– Yeni işler de çıkacaktır ama bu sorunu çözmez ki. İnsanlarda temel olarak iki yetenek vardır: Fiziki yetenek ve bilişsel yetenek. Robotların zaten iki alanda da bizi geçtiğini düşünürseniz; yeni işlerde de bizi geçeceklerini anlarsınız. 

Ekonomik açıdan işe yaramaz milyarlarca insan ne yapacak peki?

  Şu an bu soruna göz atan hiçbir ekonomik model yok. 21’nci yüzyılın en büyük ekonomik ve siyasi sorusu budur. Yapay zekâ insanları işlerden attıkça, zenginlik ve güç, her şeye hükmeden bilgisayar programlarını kontrol eden çok dar bir elit çevrenin eline geçecek.

Yani eşitsizlik daha da artacak…

– Bir örnek vereyim; bugün taksi, otobüs ve kamyon kullanan milyonlarca şoför var. Kendi kendini idare eden arabalar sonrası onlara ihtiyaç kalmayacak; bugün milyonlarca insanın para kazandığı ulaştırma sektörü sadece birkaç şirketin eline kalacak.

Kaos çıkmaz mı bu yüzden?

Yapay zekânın yükselmesiyle kitleler büyük ihtimalle ekonomik güçlerini kaybedecek; bu yüzden siyasi güçlerini de kaybedecekler. Yeni teknolojilerle beraber hükümetler de artık zayıflıyor. Mevcut siyasi modellerimiz, Endüstri Devrimi, 19 ve 20’nci yüzyıllara uygun şekillendi; 21’inci yüzyılın siyasi gerçeklerine uymuyorlar. 

Ne olacak yeni yüzyılda?

Şirketler daha çok güç kazanacak ama en nihayetinde güç, insanlardan algoritmalara kayacak. Akıllı telefonumuz bizi bizden daha iyi bildiğinde, bizim açımızdan hayati kararları bilgisayar algoritmaları alacak.

Bildiğimiz dünyanın sonuna geldik o halde…

İnsan yaşadıkça kurgu önemini koruyacak çünkü insan işbirliğiyle ayakta kalıyor ve bunun yolu da ilahlar ve milletler gibi kurgulardan geçiyor. Geleneksel dinler ve ideolojiler yok olabilir ama yerlerine yenileri çıkacaktır. Geleceğin dinleri Ortadoğu’dan değil Silikon Vadisi’nden doğacak.

Ne tür inanışlardan bahsediyorsunuz?

Tekno-dinler olacak; teknolojiden beslenen, onunla şekillenen dinler. Mutluluk, barış, refah ve sonsuz yaşam gibi tüm vaatler onlarda da olacak. Ama öte dünyada ya da ölümden sonra değil, bu dünya için vaat edecekler bunu. İlahi güçlerin değil teknolojinin yardımından bahsedecekler. 

** Gelecek konusunda iyimser de kötümser de olmak için neden yok. Realist olmak gerekiyor. Bilimkurguya değil bilime ihtiyaç var. Şöyle diyeyim, IŞİD, Ukrayna’daki durum ya da küresel ekonomik kriz gibi en önemli mevcut sorunlar, insanın gelişiminden doğan sorular karşısında devede kulak kalacak. ** Bilimsel devrim hakkındaki bölüm benim için de ilham vericiydi. Bilimin, aslında ne kadar cahil olduğumuzu kabul etmesi hoşuma gidiyor. Tarihteki en büyük keşif cehaletin keşfi. ** Çiftlik hayvanlarına yaklaşımımız tarihimizin en kötü yönü. Onlara acı ve stres hissedebilen canlılar olarak değil bir makine gibi yaklaşıyoruz. Halbuki bilim tersini çok önce ortaya koydu. Örneğin bütün bir süt endüstrisi anne ve yavrusunun arasındaki ilişkiyi kesme üzerine kurulu. Bir inek, buzağısını beslemek için süt üretir. Ama insanlar yavruyu alıp kesiyor, sütü de kendileri için sağıyor. Modern çiftlik besiciliği bence insanlık tarihinin en büyük suçlarından biri. 


En son Altay Dağları’nda Denisova isimli farklı bir insan türü bulunmuştu. Bir başka insan türünün daha ortaya çıkmasını beklemeli miyiz?

– Evet, daha da fazlası çıkacaktır. Yaklaşık 50 bin yıl önce, dünyada altı ayrı tür insan yaşadığını biliyoruz. Çok büyük ihtimalle, bu rakamın iki katı mevcuttu. Bu bazı insanlara ilginç gelebilir; çünkü biz tek insanın ‘biz’ olduğuna inanıyoruz.

Değil miyiz?

– Nasıl birçok ayı türü varsa, birçok insan türü de vardı; Neandertaller ya da Homo Denisova gibi.  Türümüz Homo Sapiens Afrika’dan dünyaya yayıldığında, tüm diğer insan türlerinin de sona ermesine neden oldu. İnsanlık tarihinin en eski ve kapsamlı soykırımı budur.

Neandertaller aramızda olsa nasıl bir dünyada yaşardık?

Bir düşünün, nasıl dinler çıkardı? İncil neye benzerdi? Yaradılış Kitabı’na göre Neandertal de Âdem ile Havva’dan mı türemiş olurdu? İyi Neandertaller ölünce cennete mi giderdi? Dünyadaki dertlere bir de böyle bir çatışma hattı eklendiğini düşünün. Hıristiyanlar ve Müslümanlar, Amerikalılar ve Ruslar, zengin ve fakir derken, bir de Sapiens ve Neandertaller… 

** Yuval Noah Harari, Kudüs İbrani Üniversitesi’nde çalışan bir tarihçi. Uzmanlık alanı Ortaçağ askeri tarihi. Dünyayı sallayan, Türkiye’de de Kolektif Yayınevi’nden 13 baskı yapan ‘Sapiens’i biraz tesadüf eseri yazdı.

** Daha kıdemli akademisyenlerin vermekten kaçtığı ‘dünya tarihine giriş’ dersi Harari’nin üzerine kalmıştı. Genç tarihçi, dersi verirken bu alanda akıcı bir dille anlatılan bir kitap olmadığını fark etti; ders notlarına dayanarak ‘Sapiens’i kaleme aldı.

** Kitap, İsrail’de hemen her yayınevinden ret cevabı aldı; nihayet yayımlandığındaysa patladı. Derken 20 dile çevrildi. Batı dünyasında hızla bir bestseller haline geldi.

** Esas sükse, Facebook’un kurucusu Mark Zuckerberg’in ‘Sapiens’i kitap kulübüne seçerek 38 milyon takipçisine tavsiye etmesiyle geldi.

Terör sizce nedir? (TEK BU YORUMU OKUYUN YETER)

Terör işte böyle, büyük bir zücaciye dükkanını dağıtmaya niyetli bir sineğe benzer. Sinekler zayıftır, tek başlarına bir fincan bile hareket ettiremez. Bu yüzden kendilerine bir boğa bulur, kulağına girer ve vızıldamaya başlarlar. Boğa korku ve öfkeyle çıldırır ve dükkanı talan eder. Geçtiğimiz on yılda Orta Doğu’nun başına gelen de bundan ibarettir. Radikal İslamcıların Saddam Hüseyin’i alt etmesi mümkün değildi. 11 Eylül saldırılarıyla ABD’yi kışkırttılar ki, ABD onların yerine Orta Doğu dükkanını dağıtsın. Şimdi de enkazın içinden yeşeriyorlar.

  1. ÜÇÜNCÜ ADIM

İsrailli profesörü okuduk.. Ütopyalar Toplantımızın son amacı neydi?

Modern korkular ve çözümleri: Umudu yeniden inşa etmek

Gelelim bu konuya, yine küçük şeylerden hareketle büyük çözümlere doğru fikir üretme yanlısıyız. Ne demiştik, havadan sudan söz ederek ilerleyeceğiz?..

1- Bir araştırma şirketinin çalışmasına göre, Türkiye’de krize girme ihtimali çok zayıf olan sektörler şöyle açıklandı.

– pahalı cep telefonu satıcılığı,
– sarı saç boyası satıcılığı,
– bilindik yabancı marka sigara satıcılığı,
– pahalı tesettür giyim satıcılığı,
– pahalı özel eğitim kurumu işletmeciliği,
– kahvehane (okey oynanılan) işletmeciliği,
– Futbolla ilgili herşey (altyapıdan iyi futbolcu yetiştiriciliği hariç)
– siyasi miting organizasyon işleri
– evlilik ve bu tür yarışma programları,
– antidepresan imalat ve satıcılığı.



Bunlara benim de ekleyeceklerim var.

– Sahte din hocalarının cinsel korulardaki cehennemlik vaazları. Örneğin Cübbeli Ahmet Hoca’nın küçük çocuklarla cinsel ilişkinin İslamda “bademleme” olarak adlandırıldığını ve şeriatta mübah olarak görüldüğünü iddia eden beyanları, ya da Adnan Hocanın, ya da bilmem ne hocanın söylemleri… Neymiş efendim, “Kedicik” denilen kavaşelerin dini sohbet ve ilahi ortamlarında boy göstermeleri.. Bu manzaralara da, Bodrum’u, Datça’yı, Kuzguncuk’u, Cihangir’i, Gökçeada’yı, yogayı, Yunanca öğrenmeyi, sanat fuarlarını, ayşe kulin’i, elif şafak’ı, seramik çalışmalarını meslek edinen entelektüel marksist feministlerimizin hiç ses çıkarmayışlarını ekliyorum.. Bu sektör de ülkemizde hiçbir zaman sona ermeyecek gibi.

Bütün bunlara bir de muazzam uyuşturucu ve fuhuş sektörünü ekliyorum. Var mı itirazı olan?..

Bakın tüm bunlar küçük şeyler, buradan büyük çözümlere nasıl gidilecek?.. Bunu soruyor Enis abimiz, değil mi?

Devam edelim öyle ise..

Umudu yeniden inşa etmekti amacımız.. Madde madde gidelim.

Havadan sudan gideceğiz yalnız, söz verdiğimiz gibi..

2- İstanbul’da yaşadığım semtte, büyük bir Avm var.. Evime yakın olduğu için oraya gidip gazetemi alıyor ve üst katındaki büyük kafede oturup tam 50 yıldır yaptığım gibi yanımda getirdiğim minik okul makasıyla ilgimi çeken makaleleri ve haberleri kesip sadece onları yanıma alıp, orada öğle yemeğimi yiyip çıkıp gidiyorum. Çantamı, iki anahtar destemi, iki cep telefonumu kapıda güvenlike gösterip içeri girerim. Yine geçende güvenlikten içeri girerken üzerimdeki her şeyi hatta bozuk paraları bile kutuya koymama rağmen yine her zaman olduğu gibi alarm zili bangır bangır öttü, yeni olduğunu sandığım güvenlikçiye kemerimin madeni tokasını gösterip, bu ötüyor dedim. Ama adam ısrarla üzerimi başımı aradı ve küçük okul makasını buldu. Alın bunu rehine çıkışta alayım, dedim. Kabul etmedi ve beni Avm’ye almadı. Mevzuat böyle, dedi. İnanır mısınız, Avm’nin içindeki dev kırtasiyecide kolumun yarısı kadar çeşitli makaslarla, benim pençem kadar kesici pikaj keskileri, yine içerdeki bahçe aksesuarı satan bölümde bacağım kadar bağ-bahçe makasları satılmaktadır. Yani her türlü teröre uygun, her şey içerde var, elini kolunu sallayarak içeri giren oradan satın alacağı aletlerle her şeyi yapabilir. Ama benim minik okul makasım sakıncalı. Neden?.. Mevzuat böyle. Küçük şeyler ama, büyük terörü engellemeye hiç mi hiç yönelik değil! Yani hiç umudum yok. Gidemiyoruz büyük çözüme.

  1. Gelelim Bylock denilen melun şeye.. Yahu ne şeytani, ne kahpece, ne iblisçe bir şey.. Gizli bir sanal haberleşme ile devleti darbeyle ele geçirip, bir Amerikancı hocaefendinin diktasını kurma planının can damarı.. Sonra enselenince biz hiçbir şey yapmadık, darbeyle ilgimiz yok teranesi. Yahu, burada size, gerçek bir darbeciden 1963 darbelerinin önderi Albay Talat Aydemir’den örnek vereceğim, yaptığı darbeyi idama gideceğini bile bile mahkemede nasıl üstlendiğini ve erkekçe darbeden sonra neler yapacağına anlatan ve ipe giden bu adamın hikayesini ütopyalar toplantısında ayrıntılı anlatacağım, burada yazmayacağım.

  2. Gelelim Mustafa Armağan’ a.. Yok Gazi Paşa çevresini cariye olarak kullanmış en başta Afet İnan varmış. Gazi’nin anası Zübeyde Selanik genelevinde sermaye imiş. Yakıştı mı Mustafa?.. Hani sen, biz Kemalistlere göremediğimiz yanlışlarımızı, bizi usul usul ikna ederek anlatacaktın, bizim Kemalist denilen şeyimizin aslında pek matah bir şey olmadığını, açığını, gediğini bize ifşa edecektin, sonra bir orta yolda buluşup bu cumhuriyetin temellerini hep birlikte daha da sağlamlaştıracaktık. Ya ne yaptın, küfrettin, hakaret ettin, iftira ettin, çamur attın. Bizi gerdin, artık cumhuriyetçi ile İslamcının vatan meselesinde yan yana gelebileceğinin asgari müşterekleri ortadan kalktı . Oldu mu Mustafa?.. Yazıklar olsun.

  3. Gelelim Alaçatı’ ya.. Dağarcık Türkiye sitesindeki Haziran yazımı okuyun lütfen. Güzelim Alaçatı’mızı nasıl mahvettiler?.. Vahşi kapitalizm bir yandan CHP’li sahte sosyal demokrasi nasıl kemirdi, iliğini kanını içip soyup soğana çevirdi Alaçatı’yı, okuyun lütfen. Biz orda yaşıyoruz. Okuyun anlayın dönen dolabı.. Umut diye hiçbir şey bırakmadılar bizde..

6- Gelelim Halikarnas Balıkçısı’ na.. Yeni Asır’a girdim ilk yıl. 1983.. Ağustos ayında işe başladım. Ekim ayında ölüm yıldönümü geleceği için Halikarnas Balıkçısı sayfasını yapacağım için çok heyecanlıyım, o günü bekliyorum. Her yıl bu gazetede bu değerli yazarımızın güzel fotoğraflarının yayınlandığını da biliyorum. Öğle saatlerinde Halikarnas Balıkçısı’nı anacağım sayfamın yazılarını bitirdim, sayfaya monte ettim. Fotoğraflar için yer bıraktım, altlarında da resimaltları için iki üç satırlık yer rezervi yaptım. Öğleden sonra arşive girdim. Ve Balıkçı’nın fotoğraflarını aramaya başladım. Önce H harfine baktım yok, sonra B harfine baktım yok. Yüzlerce fotoğraf elimin altından akıp geçmekte. Sonra Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın, C harfine baktım yok, Ş harfine baktım yok, K harfine baktım yok. İnanılmaz bir şey oralarda bir yerde olduğunu bildiğim fotoğraflar yok. Saat geldi dayandı akşama, saat 12.00’de sayfayı montaj ve film çekişine teslim etmem gerek. Tamam dedim. Bodrum zarflarına bakayım. Yüzlerce Bodrum zarfı elimden geçti. Tek tek. Yok yok. Saat 12.00’ye 10 dakika var. Halikarnas Balıkçısı’nın fotoğraflarını buldum. Nerde?.. Balıkçılar zarfında.. İyi mi?.. Bana kültürden, sanattan, edebiyattan, umuttan filan bahsetmeyin. Hiç kulak vermem.

7- Gelelim benim kediye .. Kedi evde doğurdu. Aslında benim kedi değil. Sokak kedisi. Önüne gelenle yatmış. Benim evin arka oda açık penceresindeki tel örgüyü parçalayıp içeri dalmış ve bir köşede üç yavru doğurmuş. Benim haberim yok. Bir gece arka odada kıyamet koptu. Koştum baktım. Bir erkek kediyle ana kedi kanlı bıçaklı savaşmakta. İkisini de kovdum. Bir de baktım yerde üç yavru. Miyav ederler.. Meğer erkek kedi yavruları yemeye gelmiş. Tıpkı Amerika’nın Ortadoğu’da yaptığı gibi. Sonra ana kedi ile yavrularını buluşturdum. Evin köşesinde onlara evcik yaptım. Bir ay ben yemedim onlara yedirdim, gözüm gibi kaktım. Bayağı alıştım onlara, çok sevdim. Bir gün bir baktım hiçbiri yok. Yarıya kadar açık pencereden ana kedi üç yavrusunu da enselerinden ağzıyla tutup bir yerlere kaçırmış. Dondum aldım. Terk edildim yani. Artık umut mumut yok.

  1. Gelelim ahlaki çöküşe .. Enis pansiyonda kalacaksın dedi. Hemen sordum, tek mi yatıcam, dedim. Belli olmaz demez mi?… Dünyada olmaz, dedim. Bir anda çeşitli Senfoni Orkestraları ile aylar süren Uzakdoğu turnelerimizi düşündüm. Orada tek olduğum için beni iki kişilik odalarda trt muhabiri veya sanatçı insanlarla yatırmak zorunda kaldılar, neler çektim neler?… Toplumumuzun feci ahlaki çöküşünün somut göstergelerini ilk kez o turnelerde yaşadım, hem de aydın çevrelerde güya.. Allaaaah, anlatması uzun sürer, hemen bu konuyu geçelim.. Bu yüzden Enis’e kimseyle yan yana yatmam diye direttim. Hiç tanımadığım bir adamla yan yana yatabileceğime hiç umudum yok artık.

  2. Gelelim Rady Fish’ e… Nazım Hikmet’in sekreterine.. Türkologdu, ana dili gibi Türkçe konuşurdu. Can dostumuzdu. Karaburun’u çok sever ve Şeyh Bedrettin üzerine yazdığı roman için benim mihmandarlığımda Karaburun’a ve köylerine gelirdi. Neler anlattı bana neler?.. Hadi anlatalım. Burada yazması uzun sürer. Hadi Ütopyalar Toplantısına gelin. Orada beni dinleyin.

  3. Gelelim Gökmen Ulu’ ya.. Ne yaptı bu çocuk?.. Hiçbir şey yapmadı, sadece gazetecilik yaptı. Onu çıkarsınlar beni içeri alsınlar, razıyım. Gökmen Ulu Fetö darbecisi ise Yahya Kemal de darbecidir. Yahya Kemal’e yapılan darbecilik suçlamasını bileniniz var mı? Haydi anlatalım.

Bu konuyla ilgili ders verici nitelikte olabilecek ilginç bir hatırat biliyorum. Yakup Kadri Karaosmanoğlu ’nun “Gençlik ve Edebiyat Hatıraları” kitabını okudunuz mu? (Bilgi Yayınevi, 1969). Bu kitabında usta yazar, Mehmet Rauf, Şahabettin Süleyman, Refik Halid Karay, Ahmet Haşim, Yahya Kemal, Cenap Şahabettin, Süleyman Nazif, Abdülhak Hamid, Tevfik Fikret, Abdülhak Şinasi Hisar, Halide Edip Adıvar gibi edebiyatçılarla ilgili enteresan hatıralarını nakleder.

Yakup Kadri’nin, Yahya Kemal ile ilgili olarak kitabında yazdığı bir olayı inceleyelim. Yakup Kadri, diktacı İttihat ve Terakki Partisi’nin iktidarda olduğu Birinci Dünya Savaşı esnasında patronu durumunda bulunan İkdam gazetesinin başında iken, başyazarın hastalanması üzerine telaşa düşer. Başmakaleyi kim yazacaktır?.. Üstelik kendisinin başmakale yazacak imkanı yoktur, çünkü masasının üzeri gazetenin diğer sayfalarında yazacağı birçok yazıların müsveddeleri ile doludur. Tam o esnada dostu şair Yahya Kemal gazeteye gelir, o koca gövdesi ile karşısındaki koltuğa çöreklenip cigarasını tüttürmeye, kahvesini şapırdatmaya başlar.

Yakup Kadri, sevgili arkadaşına binbir rica ederek başmakale yazması için ikna eder, masa başına oturtur, önüne hokka, kalem ve kağıtlar koyar. Yahya Kemal, engin edebiyat, tarih bilgisi ve üstün şairlik vasıflarına rağmen, miskin ve tembel biridir. Uzun süre önündeki kağıtlara bakıp patlar:

Yahu ne yazayım?.. Bana hiç değilse bir mevzu ver..

Yakup Kadri’nin gözü telaşla, önündeki müsveddelere takılır, Viyana’da çıkan bir gazeteden tercümanın çevirdiği ve başlığı “Boğazlar Meselesi ” olan bir yazı ilgisini çeker ve ağzından “Haydi üstadım, bir ‘Boğazlar Meselesi’ yazısı yazıver” diye buyurur.

Yahya Kemal, ıkınır, sıkınır, elindeki kalemle oynar, sonra kağıtların kalitesini beğenmeyip daha kaliteli kağıtlar getirtir, kalemi beğenmez, mürekkebi değiştirtir, ama saatler sonunda nefis bir tarih-dış politika karışımı bir başmakale doğurur. Yakup Kadri yazıyı hemen dizgiciye gönderir

Haydi gerisini Yakup Kadri Karaosmanoğlu’ndan dinleyelim:

“Bu hikayenin komik tarafı. Ertesi günü, İkdam gaze-tesinin “Boğazlar Meselesi” başlıklı yazısı, ülkeyi dikta ile yöneten hükümet çevrelerinde pek vahim bir hadise olarak telakki edilmişti. Matbuat Umum Müdürü Hikmet Bey (Nazım Hikmet’in babası), beni telefonla makamına çağır-mış, bu yazının kimin tarafından yazıldığını öğrenmek istemiş ve benim Yahya Kemal’i ele vermemem üzerine hakkımızda tahkikat açılmıştı.

Bereket versin ki, devrin Dahiliye Nazırı olan Talat Paşa, Yahya Kemal’i tanıyordu. Yahya Kemal de onun özel kalem müdürünün samimi dostuydu. Yahya Kemal, henüz hadiseden haberi yokken o gün Babıali’de bu dostunun yanında bulunuyormuş ve onu pek büyük bir telaş içinde görünce “Ne var? Ne oluyor?” diye sormuş. Özel kalem müdürü de “Sorma birader”, demiş. “Bugün İkdam gazete-sinde imzasız bir başmakale çıktı. Nazır Beyefendi bunu yazanın ortaya çıkarılmasını istiyor. Gazetenin heyeti tahririyle müdürü Yakup Kadri Bey’den bu hususta bir malumat alınamamış. Matbaada yapılan tahkikat da bellibaşlı bir netice vermedi. Gerçi elde yazının müsved-deleri var ama, bundaki yazı ne İkdam başmuharriri Aptullah Zühdi’nin, ne Yakup Kadri’nin, ne de öbür muharrirlerin el yazısına benziyor”

Bu sözler üzerine zavallı Yahya Kemal’in yüreği ağzına gelmiş, ama boynunu büküp “O makaleyi ben yaz-dım” deyivermiş. Dahiliye Nazırı Talat Paşa’nın hususi kalem müdürü ise önce buna inanmak istememiş, sonra dudaklarından hafif bir gülümsemeyle:

İlahi Kemal, öyle ise biz boşuna telaşa düşmüşüz” demiştir.

Konuyu hemen Talat Paşa’ya ilettiğinde, Paşa kahka-halara boğulmuş:

Hangi Yahya Kemal?. Şu bizim şair Kemal mi?. Bırakın yakasını Allahaşkına, o adam hükümet darbesi işleri ile uğraşmaz, şiir yazar ancak, demiş ve mesele kapanmıştır.”

Gerçekte o zamanki hükümet, bu işte bir “hükümet darbesi” arama gayretinde idi. Çünkü o sırada İngilizlerle hükümetten gizli özel bir barış yapmak için hükümet darbesi teşebbüsüne girişen ve bu yüzden kurşuna dizilen Binbaşı Yakup Cemil ile İkdam başyazısını yazan kişi arasında bir gizli ilişki olacağından şüphe edilmişti. Çünkü Yahya Kemal, bu yazısında İngiltere’nin Boğazları hiçbir vakit Rusya’ya terk etmek istemediğini ve daima Türkiye’ nin elinde bırakmayı tercih ettiği tezini ileri sürerek ve hiç bilmeden Yakup Cemil’in gizli diplomatik ilişkilerini aklamak isteyen bir görüş ileri sürüyordu. Yazısından bu anlam çıkıyordu.

Oysa, şairimizin Yakup Cemil gibi eli tabancalı bir darbeci ile hiçbir teması olamazdı, asla siyasi komplolara yardakçılık edemeyecek kadar pinpirikli ve korkak bir kişiliği vardı. Yazısını sadece engin klasik tarihi bilgilerine dayanarak yazmıştı.

Yani sözün kısası, hem İkdam gazetesi, hem Yakup Kadri, hem de Yahya Kemal, Birinci Dünya Savaşı esnasında “darbeci” diye güme gideceklerdi. Bekirağa bölüğünde falakaya çekilip, Sinop cezaevinde yıllarca çile çekeceklerdi bigünah.

Yahu, geçmiş, günümüze ne kadar benziyor!..

Ben günümüzde, gerçekten suçlu olanlar bir yana, ama haksız yere darbecilik suçlaması ile Ergenekon ve Balyoz kumpaslarında çile çeken suçsuz gazeteci, masum vatansever subay, Atatürkçü bilim adamlarımızın, hepsinin birer “Yahya Kemal ” olduğuna inanıyorum. Şimdi de Gökmen Ulu gibi kefil olduğum gazetecilere yapılan fetöcü darbecilik suçlamasının da aynen iftira olduğuna yürekten inanıyorum.

Alın size, kitaplardan, hatıratlardan, edebiyat tarihimizden veya siyaset geçmişimizden süzülüp günümüze kadar uzanan ders verici bir gerçek olay.. İşte kitapların gücü budur. Kitaplar derslerle doludur.

Ama kitaplardan ders almayan, tarihten ders almayan egemenlerin inanılmaz yanlış uygulamaları karşısında haklı olarak umutsuzluğa da düşüyorum.

  1. Gelelim İş Bankası’ na.. Ve sonunda küçük şeylerden büyük çözümlere giderek umudun yeşermesini sağlayacağız demiştik.. Anlatayım. İş Bankası Kristoff Golfard isimli astro fizikçinin “Evrenin Avucunda ” isimli kitabını 1 milyon bastırıp şubelerden halkımıza bedavadan dağıtıyor şu anda. Sizde gidip isteyin bir şubeden.

Ben Etiler İş Bankası şubeden alıp, doğru Akmerkez’e gittim. Avm içindeki sinemada “Karayip Korsanları – Salazar’ın İntikamı” filminin saatini beklerken Mado’ya gidip bir kahve söyledim kendime ve kitabı karıştırmaya başladım. Kahveci çocuk masanın çevresinde fazla dolanıp elimdeki kitapla ilgilenmeye başladı. Kitabı masaya koydum, oğlan hemen kaptı. Oğlum sen ne anlarsın o konulardan, dedim. Biz anlarız dedi kısaca. Şaştım kaldım. Abi bu kitap bende kalabilir mi, demez, mi?.. Kahveci oğlan yani. Al oğlum, ben bankadan yine alırım, dedim. Sonra, neden ilgileniyorsun uzayla? dedim. Ben uzayla değil, kuvantum ile ilgileniyorum demez mi?. Kahveci oğlan. Nasıl yani, dedim. Aynan vallahi billahi cebinden bir şiir çıkardı bana verdi, sende kalabilir abi dedi.

KUVANTUM MEKANİĞİ

Nötronlarım, 

Protonlarım,

Elektronlarım… 

Kâh orada, kâh buradasınız. 

Bugün bende, yarın başka yerdesiniz.

Kim bilir daha kimlerin koynuna girersiniz?

Ne utanmaz şeylersiniz…

Siz valla, orospu gibisiniz!..

 

Şiiri yazan: Prof. Tolga Yarman, 1976

 Modern atom kuramına göre, madde “dalgasal” özelliğe sahiptir.

Öyleyse,  belli bir yerde olmaz! Ancak, bir yerlerde bulunabilir. (Sayı 45- Ocak 2015 Eğitişim Dergisi.)


Evet dostlarım, küçük şeylerden büyük çözümlere giderken, bu kahveci oğlan ve bu şiirden sonra benim içimde umut doğdu.

Ne dersiniz?..

Saygılarımla..

Bunları da sevebilirsiniz