Geleceği değiştirmek elimizde!

Yıl 1985. Aylardan kasım… “Randevuya sakın geç kalmayın. Genç hanımlar benim gibi ihtiyarları bekletmemeli…”
Marmara Etap Oteli’ndeki basın toplantısından bu sözlerle ayrıldığımda, bulutların üzerinde uçuyordum!
Nasıl uçmam ki! Henüz 40’ına varmamış gazeteci, “Genç hanım” ben, özel röportaj randevusu koparmıştım benim ve dünyanın hayran olduğu “ihtiyar”dan. O “ihtiyar” (o sırada 52 yaşındaydı) koca Rus şair Yevgeni Yevtuşenko’ydu… 4. TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı için İstanbul’a gelmişti.
(Sevgili okurlar, referandum kumpasına hazırlanırken, 84 yaşındaki Yevtuşenko bu dünyadan ayrıldı. Bu yazı içimde kaldı… Kaldığı yerden devam ediyorum…)
Hiç bekletmedim. Çoktan okumuş olduğum “Babi Yar” (Türkçesi: Ülkü Tamer) , “Yaşantım” (Tektaş Ağaoğlu) ve “Zima Kavşağı” (Özdemir İnce) kitaplarının sağladığı donanımla vardım randevuya: Savaşa ve diktatörlüğe direniş, cesaret, dayanışma, sokaktaki adamın dili olma, geleneğe bağlılık ve yeniye uzanış, aşk… Onunki uzun soluklu bir şiirdi…
Boğaz’da bir masanın iki yanına o ve ben, öteki yanlarına, Sibirya’da İrkuksk stepleri, onu büyüten “Babuşka”sı, hayran olduğu Nâzım Hikmet ve Mayakovski yerleştik. Ama bu kadarla kalmadı. Saatler geçtikçe Walt Whitman ve Yasenin, Dostoyevski, derken, Victor de Sica, Fellini , Mozart’tan Edith Piaf’a müzik dünyasının ünlüleri, hepsi gelip paylaştı sofrayı.
O sıralar Gorbaçov-Reagan görüşmeleri var. “Elbet bunlar çok olumlu girişimler ama bundan bir sonuç çıkmaz” deyip onları çabuk yolladı masadan…
Kâh çok özel bir şey söylermiş, bir gizi açıklarmış gibi fısıldıyor, kâh meydanlarda, sahnede binlerce kişiye seslenir gibi… Öyle ya da böyle sesiyle, hali tavrı, edası, beden diliyle de hep teatral. O masadan kalktığımızda aradan dört saat geçmişti. İşte unutamadığım o buluşmadan kimi satır başları…
 
Genç bir ozanken
“Genç bir ozanken önümde yüksek engeller vardı. Ben bir sıçrayışta atladım. İlk sıçrayışta 2.20’lik engeli aştım. Sonra çıta 3 metreye çıktı. Yine atladım. Şimdi seyirci, 6 metreyi atla haydi diye haykırıyor… Oysa çıtayı belki 3 metre değil, bir iki milimetre yükseltebilirsin… Gel de bunu okura anlat…”
Hüzünlüydü bunu anlatırken… Batı dünyası “Babi Yar”ı göklere çıkarmıştı. Oysa kendisi o dönem değil sonra yazdığı şiirleri çok daha iyi buluyordu.
“Yazar beklentileri karşılamaktansa kendine kulak vermeli. Okur dalgalanmalarına aldırmamalı.”
“Amacım yazmayanların, yazamayanların yazarı olmak. Sıradan insanın sıradan olmadığını kanıtlamaya çalışıyorum.”
 
Hocalar ve aşk
“Benim hocalarım Yasenin ve Mayakovski. En etkilendiğim yazar Dostoyevski. Tek başucu kitabım olsa, Dostoyevski’nin ‘Ecinniler’ olurdu.”
“Benim kuşak Sovyet yazarları, biz sinemayla eğitildik. 2. Dünya Savaşı öncesi ve sırasında Sovyet sineması çok güçlüydü. Ne çok sinemaya giderdim. Onlarla büyüdüm. İlk şiirlerim yayımlandığında 15-16 yaşındaydım.”
Oynadığı ve yönettiği filmleri en ayrıntılı sahnelerine dek anlatıyor, anlatırken oyunculuğunu da sergiliyordu. Bayılıyordun oyunculuğa. Passolini İsa rolünü ona teklif etmişti ama Sovyet makamları izin vermemişti.
Hocaların hocası Aşk’tan da söz ettik: “Zima Kavşağı”nda “Küllendi sana olan aşkım” dese de kimi aşkların hiç küllenmediğini anlattı. “Aşk paylaşılmadı mı sonsuz acı veriyor. Ama bu acıyı çekmeyi bu duyguyu tatmamaya yeğlerim. Benim için sevilmek değil, sevmek önemli.”
Röportaj boyunca Nâzım’a sevgisini hayranlığını anlata anlata bitiremiyordu.
 
Ölüm ve enerji
“Yalnız aptallar ve kötüler, ölümü ve intiharı düşünmez” diye başladığı tiradını “Ömrü boyunca yaptığı gibi/ Mayakovski çağırıyor bizi/ Savaşmak için/ yaşamaya” dizeleriyle bitirdi.
“Yarın ölecekmiş gibi ne yapabilirsen yapmak, hiç ölmeyecekmiş gibi hep doğruyu arayarak yaşamak… Doğduğumuz an ölüme yaklaşıyoruz. Ölünce içimizdeki olumlu, olumsuz tüm enerjiyi yeryüzüne bırakıyoruz. Bunlar yüz yıl sonra bile çoğalmayı sürdürüyor. Bugün her kötülükte, her yalanda, bir kelebek öldürdüğünde dahi yarının güzelliğinden aydınlığından bir şeyler öldürüyorsun… Yani geleceği değiştirmek elimizde…” (Başlık referandumla ilgili değil yani, buradan geldi!)
“Kin, nefret, düşmanlık tohumları yerine sevgi, dostluk, barış tohumları ekmek hepimizin işi. Yalnız ozanların değil.”
Işıklar içinde uyu koca şair. Canevimde yerin var.
Tam yazımı bitirdim ki usta sanatçı, saygılı dost, efendi adam, güzel insan Bülent Kayabaş’ı yitirdiğimizi öğrendim. Ah! Tüm sevenlerine ve ülkemin güler yüzlü insanlarına sabırlar diliyorum…

Bunları da sevebilirsiniz