Nihilist Diye Kartvizit Bastırılmaz

Ünlü Rus yazar İvan Turgenyev (d.1818-ö.1883), “Babalar ve Oğullar” romanında kendisinden sonraki kuşağı derinden etkileyecek bir tip yaratır: Bazarov.

Bazarov, nihilizmin (hiçlik) romanda ortaya çıkmış karakteridir.

Turgenyev, roman boyunca hiçbir yerde azarov’un nihilist olduğuna ilişkin bir tanımlama yapmaz, nihilist kelimesini kullamaz, ama kitabın sonuna geldiğinizde aklınıza bir “hiçlik” düşer, yani nihilistlik…

Turgenyev’in çağdaşı sayılan Danimarkalı filozof Soren Kierkegaard (d.1813-ö.1855) ile Alman filozof Friedrich Nietzsche (d.1844-ö.1900) ile birlikte iyica yoğrularak, geçen yüzyılın ikinci yarısına, yani 2. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkacak varoluşçuluk felsefesine kadar uzanacaktır.

Konunun bir ucundan tutan, ama nihilizmden salt Turgenyev nedeniyle kaçıp, düşüncesi daha çok mistik inanca bağlayan Fyodr Mihalyoviç Dostoyevski (d.1821-ö.1881) ise, bilinçaltı hiçliği gündeme getirecek, bir başka anlamda nihilizmi savunmaya kalkışacaktır.

Aslına bakılırsa, gerek Dostoyevski’nin gerekse Turgenyev’in “altını çizdiği” hiçlik kavramı her iki yazarı da geçen yüzyılın başlarında ortaya çıkacak bir toplumsal başkaldırıya doğru sürükleyecektir.

Dönem ve yaşananlar itibariyle bakıldığında, iki dünya savaşı yaşamış, arada da tüm dünyayı derinden etkileyen 1929 ekonomik krizini de geçirmiş bir dünyanın yalnız ve çaresiz insanları, sığınacak bir kavram peşinde koşmakta haksız sayılmazdı.

Bir yanda Karl Marks ve Frederic Engels’in yolundan giderek kurulmuş bir SSCB bulunmaktaydı, öte yanda ise bu sistemin faşist bir sistem olduğunu, kurtuluşun liberalizmde gerçekleşeceğini savunan bir başka cephe tüm gücüyle dünyayı ele geçirmeye çalışmaktaydı.

Bu ele geçirme yarışında elbette liberalizm, ustaca kılık değiştirerek neo-liberalizme geçiş yaptı ve yarışı önde götürdü. Hala da önde götürmekte… Sosyalizm ve komünizm yönetim biçimleri ise tarihin derinliklerine gömüldü.

Bu arada garip bir yönetim tarzıyla (Mao’yu da tamamen terk ederek) Çin devreye girdi. O sıralarda belki emekleme dönemindeydi, ama daha sonra dünyanın en büyük “kapitalist” ülkelerinden biri olmaya da adaydı. Keza Rusya, Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ardından girdiği yolda kapitalizme kapılarını sonuna kadar açmak zorunda kaldı.

Bu karmaşık ve bunalımlı dönemi atlatabilen yazar sayısı da çok fazla olmadı. Jean Paul Sartre (d.1905-ö.1980), Albert Camus (d.1913-ö.1960), Simone de Beavoir (d.1908-ö.1986) gibi Fransız yazarların başı çektiği ve nihilizmden güç aldığı varoluşçuluk ile ayaklarını yere basıp, bu dünyaya tutunmaya çalışan Maksim Gorki (d.1868-ö.1936), İlya Ehrenburg (d.1891-ö.1967), Mihail Şolohov (d.1905-ö.1984) gibi yazarların araksında iki kutuplu dünyanın çekişmeleri yaşandı.

Her iki kutup da bir noktada buluşmayı bekliyor ve umuyordu, ama olmadı. Neo-liberal dünyayda yaşayan yazarlar kendi konumlarındaki müthiş sömürüden ve vahşi kapitalizmden şikayet ediyordu, diğer uçta bulunan yazarlar da baskıdan ve faşizmden dem vuruyorlardı. Ortada, örneğin ‘sosyal demokrasi’ denen büyük bir aldatmaca felsefe-yönetim biçiminde buluşmaya çalışıyorlardı, ama nafile… Çünkü, sosyal demokrasi adı verilen yönetim biçimi kocaman bir aldatmacaydı ve iki taraf da bunun farkındaydı. Bu aldatmacanın arkasına sosyalizm veya komünizm, her ikisi de gizlenerek yeniden doğuş günlerini beklemeye başladılar, ama o doğum hala gerçekleşmedi. Dünyanın “nur topu” gibi bir neo-liberal yönetimi oldu.

Sosyal demokrasi palavrasını da en iyi şekilde siyasetçiler kullandılar ve hiçbir zaman hayata geçmemiş bir ideolojiyi kağıt üzerinde de olsa hayata geçirmeye çalıştılar. Bu şekilde sahiplenerek, vahşi kapitalizmin ya da olası bir komünizmin önüne geçebileceklerini sanıyorlardı. İdeolojilerinin teorik yapısını hem komünizmden hem de kapitalizmden aldıkları “seçme” kurallarla düzenliyorlardı.

Ama bu uyduruk felsefenin ve yönetim ütopyasının tutmayacağı gün gibi ortadaydı.

Ama onlar, en azından bir süre toplumun oyalanacağını düşündüler belki ve haklı da çıktılar. Toplumlar, hiç yaşamadıkları bu sosyal demokrasi düzenini çok benimsediler ve Thomas Moore’un ütopyasından bu yana yaratılan en büyük ütopyaya dört elle sarıldılar. Zira kapitalizmde yılmışlardı, zira komünizmden korkuyorlardı. Ekisin de reddeden böyle bir sistem, küçük burjuva ideolojisi için en akla uygun sistemdi. Akla uygundu, ama pratiğe uyup uymayacağı hiç düşünülmemişti.

Turgenyev’e dönersek, Turgenyev ve o dönem Rus yazarlarının arasındaki sanatsal çatışmanın özünde de aslında bu sorun yatıyordu.

Bir yanda Lenin’in daha sonradan Mayakovski’ye bile tercih ettiğini söylediği Nikolay Çernişevski’nin (d.1828-ö.1889) toplumsal önerileri, Vissarion Belinski’nin (d.1811-ö.1848) ayağı yere basan somut eleştirileri ile bezenen bir Rus edebiyatı tüm devrimci kesimleri etkilerken, diğer yanda insanın karanlık içyüzünü gözler önüne seren Kierkegaaard, Dostoyevski, Nietzche gibi bencilliği, ben merkezciliği ve insanın güvenilmezliğini öne süren yazarlar arasındaki kavga hiç eksilmeden sürdü gitti.

Aslında bu kavga, öyle birdenbire 19. yüzyılın ortasında çıkmadı elbette. Dha önceki edebiyat dünyasının dev yazarları arasında da benzer biçimde kavgalar sürmekteydi.

Toplumsal olayların tam ortasında yaşayan ve çağını yansıtmaktan kaçamayan tüm bu yazarların ortak tek bir noktası vardı: Kendilerine bir sıfat yakıştırmamak. Bunu romanlarında veya diğer eserlerinde de görmek mümkün olmadı. Ne Victor Hugo (d.1802-ö.1885), ne Honore de Balzac (d.1799-ö.1850) ne Dostoyevski ne de adını sanını bile bizim pek duymadığımız ama Rus edebiyatının en büyüklerinden biri kabul edilen Nikolay Karamzin (d.1766-ö.1826) kendisi için bir tanımlamada bulunmamış, kendini bir yerlere adamamıştır.

Sartre’ın eserlerinde onun Marksist felsefeyle boğuştuğu, ona eklemlemeler yaptığı ve bunu yirminci yüzyılın bunalım edebiyatına uydurmaya çalıştığı bilinir. Ama Sartre’ın hiçbir eserinde kendisini troçkist olarak nitelediği görülmemiştir (sıkı bir Trokçki yanlısıdır aslında). Oysa bir anlamda Sartre’ın yaptığı, Troçki’nin siyasette yapmak istediğiyle örtüşmekteydi. Edebiyattaki kalıpların artık bırakılması gerektiğini söylemenin ötesinde Sartre, sürekli bir devinimden, hareketten söz etmekteydi.

Ama kendini bir isim koymadı, yakıştırmadı…

Ne o, ne Cumus ne de Beauvoir…

Oysa bir akım yaratmışlardı: Varoluşçuluk…

Biz de onları böyle anmaya başladık.

Maksim Gorki’yi marksist yaptık, Samuel Becket’i (d.1906-ö.1989) de bunalım edebiyatının kralı ilan ettik.

Ta uzaklardan, ABD’den William Faulkner (d.1897-ö.1962) ağırlığını edebiyat dünyasında hissettirince de, Şolohov’un nehir romanları tartışılır olmaya başlandı.

Sonra Aleksandr Soljenitsin (d.1918-ö.2008) çıkıp, İvan Denisoviç’in Bir Günü’nü yazdı. Tüm edebiyat dünyası geriye doğru şöyle bir bakıp, Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar adlı kısa romanını yeniden irdelemeye başladı.

Tüm zamanların en karanlık, karamsar yazarlarından biri olan Dostoyevski’nin haklı olup olmadığı tartışmaya açıldı. Kadın düşmanı olarak bilinen (ki öyle değildir bence, kadını önemsediği söylenebilir ancak, Dostoyevski gibi örneğin) Nietzsche yeniden gündeme geldi ve Dostoyevski ile aralarındaki garip benzerlikler tartışıldı.

Edebiyat dünyası bu tartışmalarla uğraşırken, Ehrenburg yeniden ve yeniden yargılanırken (edebi anlamda), Paris Düşerken romanını satır aralarındaki karşı devrimcilik çözülürken… Bizler 12 Eylül faşist darbesiyle bir yandan öteki yana kurumuş söğüt yaprakları gibi dağıldık gittik. 12 Eylül öncesinin Marksist yazarları, düşünürleri köşe kapmaca oynamaya başladığında, sandık ki dünya değişiyor ve yönetimler yerini yeni sistemlere bırakıyor.

Oysa ilk başta öğrendiğimiz şeyi en son hatırlama alışkanlığımızı, refleksimizi unuttuk: Sanatçılar çağını yansıtır ilkesini…

Bir yığın “öykünme” roman ve hikayelerle avutulduk. Örnekleri çok…

Kartvizitine “şair”, “roman yazarı”, “edebiyat eleştirmeni” yazdırarak kimsenin yazar sıfatını elde edemeyeceğini benimsememize rağmen, kartvizitine veya “alnına” sosyal demokrat, marksist, ulusalcı, ülkücü yazanların hepsine inandık, benimsedik.

Turgenyev’in kartvizitinde olmadığı gibi, yaşam öyküsünde de “hiçlik” yoktur. Bazarov tarihin ilk ve en ünlü nihilisti olmasına ve Turgenyev’in onu yaratmasına rağmen.

Bilmem ne demek istediğim anlaşıldı mı?




Bunları da sevebilirsiniz