Giden Gelmez Dağları – Kuma Davası – Gara Dayı

GİDEN GELMEZ DAĞLARI

Kaynak: Ömer Özen, Arife Özdemir, İbrahim Ünlü (Akseki, Antalya)

Doğadan, yaşamak için rızkını çıkartmak zorlu bir zanaattır. Hayatta kalmak ve soyunu sürdürmek mücadelesinde avcılık ve toplayıcılık insanların milyarlarca yıllık mesleğidir. Günümüzde bir spor haline gelse bile kıtlık olduğu zaman av, ailenin et ihtiyacını karşılar. Batı Toros’ların Giden Gelmez Dağları, en uzun boynuzlu ( 138 cm.) tekeleri, keçileri ve geyikleri ile bilinir. Akseki İlçesinin Cevizli, Değirmendere ve Ceceli köyleri bu dağlara yaslanır. Akseki, Değirmenlik ve Süleymaniye bölgesine içine alan bu yer Pek çok avcının gidip geri gelememesinin nedeni bu dağların “Mağaraları, kenarları bıçak gibi keskin kayaları, suyun battığı düdenleri ile adı gibi ürkütücü bir kayalar ormanı” olmasından ileri gelir. “Gidengelmez Dağları, Taşeli Platosu’nun en engebeli, aşılması en zor ama yüzey şekilleri bakımından en çarpıcı bölgesi”dir 1 . Öyleki bölgenin 1:25.000’lik Askeri haritalarında “piyade geçemez” ifadesinin yazılı olduğunu gezi yazarı M. Oktar Güloğlu görür 2 .

İşte, böyle ailesinin karnını doyurmak için 1941 yılında baba İsmail Özen 15 kişi olarak “keyik” 3 avına gider. Yaylacık mevkiinde 3 geyik görüyorlar. Ama hayvanlar bir mağaraya çığla düşüyor. Ertesi gün babası ava gitmek için hazırlanırken söylediklerini Ömer Özen’in kendi ağzından hazırlanmış belgeselden 4 ve konuşma dilinin imlası ile dinleyelim: “ ‘Ben bi rüya gördüm. Bir Arap’la bi güreş yaptım, ne o beni yenebildi, ne ben onu yendim. Bir dağdan aşağı yuvarlandık gittik.’ ‘Annem dedi ki ‘Sakın ha dedi. Benim rüyam senin rüyandan daha keskin. Evimizin düveri (çatısı) çöktü. Sakın ha dedi’. O sekiz yaşında ben Onar Ömer, ‘ben de rüya gördüm’ dedim. Ben demir parçaları topladım, ellerim donuyordu. Ne yaptıysam ısıtamadım ellerimi. Eğer bu soğukluksa sakın gitme baba; öksüz kalma, yetim bırakma bizi’ dedim. Vardıkları zaman kaya ayıcık mevkiinde, o üç köyüğün (geyik) düştüğü kovuğa bakıyorlar. Bakıyorlar ki iki katlı bir bina şeklinde yani 8m., 7m. Herkes takır tuku, 8 kişi atlıyor. Diyorlar ki ‘burada geyik yok ama ilerde bir mağara var oraya gitmiş. Oraya da inemeyiz çekin bizi.’ İneğken atlanığ ama çıkağken çıkılmaz. İple çıkılacak.” Kardeşi Arife Özdemir şöyle devam ediyor: “O gün babamı iple salmışlar, aşağıya. ‘Keyik yok’ deyi bağırmış. Bura karanlık, altından su akıyor’ demiş. ‘Buhardan beni çıkarın’ demiş.” Ömer alır sözü: “Altı kişi çıkıyor, iki kişi kalıyor. Ordaki Toroslardaki taşlar adeta bir jilet gibi, havallah düştüğü zaman bıçak gibi o kadar keser, keskin. Tecrübesizlik, deneyimsizlik bizi yetim bıraktı. Altı kişi çıkıyor, iki kişi kalıyor. Şaka yapıyorlar ‘Yok o, ben çıkacam, sen çıkacan’ diyorken babam ‘ben çıkayım’ diyor. Babam yine deneyimli, 38 yaşında. Fazla ipe güvenmiyor da taşları elle tutuyor. Bir arkadaşı son tutuğu, son tuttuğu elde kaldırıyor: ‘Amma korkuyorsun ha’ diyor. Çünkü o belki de onun birden öleceğini, başka mağaraya gideceğini düşünmedi. Çünkü sekiz kişi(yi) daha evvel atmıştı (almıştı), bir şey olmamıştı. Babam düşmesiyle, o geyiklerin gittiği yere gidiyor. Aşağıda kalan tutuverse tutacak. Ama kader ağlarını örüyor. Babam orada gidecek biz yetim kalacağız, rüyalarda yerini bulacak.” Arife alıyor sözü: “Biz böyle öksüz kaldık. Her arfe gün, bayram arifesinde bu dağın başına, 2 saatlik yola ziyarete çıkardık. Biz oraya, mağaranın ağzına yalandan bir kabir yapmışlar taşınan (taş ile). Mağaranın ağzına varır bağırırdık. Yirmi sekiz seneden keri (sonra) benim ağabeyim gitti adam buldu, onun kemiğini toplattı.” Ömer anlatmaya devam ediyor: “Ben orada takriben, şimdi hatırlayamadım 30-40 kişinen (kişi ile), sabaha iki saat kala, gece, kimsenin haberi yokkan, kimse ailesine haber vermeyecek; o dağa tırmandık.” İbrahim Ünlü devam ediyor: “27 sene sonra oğlu Ömer Özen çıkartmağ için bize geldiler. O kadar kalabalık gittik. Dereye ben el üstünde indim. Arkadaşlar da indiler.” Ömer: “Babamın el üstünde (iki eli bir şakağında) uyudu kaldığını görüyor, diyor ki. ‘Ben buldum’ diye ses geldi. Peki ses nasıl duyuruluyor 102 m. yukarıya? Kademelerde adamlar var ya, o ona söylüyor, onlar söylüyor, bize ses geliyor yukarıya.” İbrahim: “Önden ipi bağladım, saldım (Ömer’i) aşağıya. Elinde löküste yok, elektriklen. Sırtına bir tesaç, çuval bağladım. Kemiklerini, hatta kafası ilk düştüğü zaman (eliyle ceviz yüklüğünde yuvarlak göstererek) kafası şu kadar delinmiş” diyor. Ömer: “Demek ki düşmüş kan kaybından biraz aklı başına gelmiş. Ellerinin (başının altına koyup) üstünde yatmış, ama ölmüş, kalmış. Onu bulduğum dediği zaman dünyalar bizim oldu. Hem ağlıyorduk, hem gülüyorduk.” 1941’de hayatını kaybeden Ömer Usta oğlu İsmail Özen’in kemikleri, 7 Eylül 1969 yılında bulunduktan sonra şimdi şimdi köy mezarlığındaki kabrindedir.

Oğul Ömer Özen der ki:

Gidengelmez, karın kalkmaz başından

Kervan geçmez otlağından taşından

Haber gelmez geyiğinden kuşundan

Genç yaşında aldın benim babamı

Bu intikam üç öksüze revamı


İnsafın yok, insanlığa gelmezsin

Can almadan geyiğini vermezsin

Genç,  ihtiyar, körpe, gelin demezsin

Gidengelmez aldın benim babamı


Dünyamızı zindan etmek revamı

Ağlaşırız bulutlar çıkınca

Bacım sızlar baba aşkı yakınca

Ne kazandın boynumuzu bükünce

Gidengelmez güldürmedin anamı

Suçu neydi neden aldın babamı ,


Onbeş avcı ağlıyarak döndüler

Yalvardılar taşına yüz sürdüler

Zalimliğin gözleriyle gördüler

Gidengelmez neden aldın babamı

Ocak yanmaz duman tütmez revamı


Hepimizi melül melül ağlattın

Kader halkasıyla bizi bağlattın

Derdi bitmez seller gibi çağlattın

Gidengelmez aldın benim babamı

Çektiğimiz hak katında revamı


Yıllar geçti hem aç kaldık hem susuz

Baba aşkı ile geldim korkusuz

Döşeksiz katıksız uykusuz

Gidengelmez neden aldın babamı

Geçti yine bu halimden

Bu zalimlik reva mı? Ömer Özen (U-tube, https://www.youtube.com/watch?v=97G16wWV-CI )



Doğası, havası, çiçekleri, karı, karlıkları, içinden akan dereleri, dağ keçileri ve aslan gibi geyikleriyle güzel mi güzel; bir o kadar da ava gideni avlayan Giden Gelmez Dağlarının asıl sahibinin keçilerin ve geyiklerdir. Çünkü o vahşi doğaya en iyi uyum sağlayacak şekilde bedensel ve nüfusça evrim geçirenin insanlar değil, o canlıların olduğu meydandadır. Ne yazık ki, bu dağlar uluslararası av turizmine açıktır ve yaşlı tekeler binlerce dolar karşılığında Amerikalı ve Avrupalı zenginlerin hedef tahtasıdır.

KUMA KAVGASI

Kaynak Gülay Sarıtaş Diri 5 , 6 (Çukurviran, İbradı, Antalya)

Antalya sırtlarına Batı Toroslar denir ve burası on üçüncü yy.da Selçuklular zamanında Teke ve Oğuz boylarının yerleştirildiği yerlerdir. Orada bulunan iki ilçeden biri Akseki olup, Konya Antalya yolu üzerindedir. Diğeri ise İbradı’dır ve ana yoldan 7 km içeridedir. Giden Gelmez Dağları ise Akseki’nin kuzey köylerini bağrına basar. Parmak parmak yalçın kayalardan ve kuyu misali uçurumlardan meydana gelen dağ silsilesinde keçiler ve başat koçlar, teke’ler yaşar. Rehbersiz girmek tehlikelidir. Tek giren kimi avcıların ya derin obruklara 7 düşerek ya da girintili çıkıntılı bu yerde yollarını kaybederek yaşamları son bulur. Kireç taşından bir yapıya sahip bu arazi, aldığı yağışlar ve eriyen karların sularını hem yüzeyden hem de yeraltından kıyıya ulaştırır. En önemli iki su siteminden birisi yüzeyden akan Manavgat Çayı, diğeri ise dolma, taşma ve süzülme yoluyla kademe kademe denize doğru alçalan Beyşehir Gölü, Gembos, Söbüce ve Eynif Ovaları, Ürünlü Köyünde, 1195’ten beri Milli Park olan Altın Beşik Mağarasıdır. Her Nisan ayında mağaranın dolup büyük bir tazyikle “suyun patlaması” ile aşağıdaki İbradı Üzümdere kavşut’undaki 8 Manavgata çağlaması ve oradan Akdenize ulaşan su sistemidir.

Tarih Birinci Dünya Paylaşım Savaşı yıllarıdır. Osmanlı İmparatorluğu, Alman İmparatorluğu yanında savaşa girer; Rusya, İngiltere, Fransa ve İtalya aralarında gizli bir anlaşma ile Osmanlı topraklarını kağıt üzerinde paylaşır. Doğu’dan Çar kuvvetleri saldırır, iç cephedeki müttefikleri Ermeniler isyan çıkartır hem kapı komşularına, hem de Ruslarla savaşan Osmanlı Ordusuna arkadan saldırır. Yurtta seferberlik ilan edilir. Sonuç yenilgidir ama hemen ardından Mustafa Kemal’in önderliğinde Kurtuluş Savaşı başlar. O zamanlar Konya Vilayetine bağlı olduğu için Antalya Sancağına “Konya altı” 9 denir. Bir yakası denize inerken, diğer yakası dağlara uzanan yörenin göçebe erkekleri de askere çağrılır. Onlardan bir tanesi de İbradı yaylalarından koyun çobanı Yörük 10 Hasan’dır. Evi-barkı olmayıp; tol’larının 11 tavanı gök, tabanı topraktır. Koyunlarının karnı doymalıdır ki kendi karınları doysun. Çoluk çocuk, sürüleriyle otlaktan otlağa, meradan ovaya, oradan yaylaya göç eder dururlar. Aynı yerde en uzun konaklama süreleri 2-3 ayı geçmez, bazen bir-iki hafta içinde de bile yer değiştirdikleri olur. Yörük Hasan savaşa gidince karısı Happa Ananın üstüne kalır bütün sorumluluk. Bir süre sonra kocası cepheden geri döner ama yaralıdır. Aradan zaman geçer, Hasan iyileşmiştir artık. Ancak ikinci kez ihtiyati olarak askere çağrılır. Karısı ve çocukları yine onun yolunu beklerler. Neyse bir süre sonra ikinci kez terhis edilir. Anasının köyde yanında kaldığı büyük ağabeyi ölünce dönerken onlara uğrar. Anası Yörük Hasan’ı karşısına oturtur. Derki “Oğlum Hasan, abinin karısı Güldane, beş kızı ve bir oğluyla dul kaldı. En büyükleri artık gelinlik çağına geldi ama kendisi bile hala pek taze. Bilirsin bize geldiğinde on dört yaşında ve abinden oldukça küçüktü. Ben gocadım gari. Sen onlara göz kulak olmalı, korumalısın. Gel sen onları da yanında götür. Namusumuza halel gelmemesi içinde geline bir imam nikâhı kıyarsın olur biter” der. Aynı akşam iki şahit bulunur ve köyün imamı nikâhlarını kıyar. Kendilerinden evvel tez elden bu haber Manavgat’taki nikâhlı karısı Happa’ya ve kulübede onu bekleyen üç çoğuna ulaşır. Başta Yörük Hasan, yükü ve altı çocuğuyla Güldane gelir ve biraz ilerdeki ağıldan bozma kulübeye de onlar yerleşir. Happa hem dizini döver hem söylenir: “ Bir kişi gönderdim askere, sekiz boğaz geri geldi!”, “Bir kişi gönderdim askere, sekiz…!”, “Bir kişi gönderdim…!” Sorumluluğu artmış, on beş boğazı doyuracak kadar koyun yapmak, yanı sayılarını arttırmak gerekmiştir. Bütün zorluklarına rağmen Happa âdete karşı koymaz, kumasıyla geçinir. Toplam on bir çocuğun ardından Güldane’den olan kız da onlara eklenir.

Koyun çobanlığının yanı sıra ailenin bir diğer geçim kaynağı arıcılıktır. Bahar aylarında Toroslarda bin bir bitki çiçek açar. Bunların kimi bütün Türkiye’de bulunur kimi ise bölgeye has bitki ve kardelen, sıklamen gibi çiçeklerdir. Kış aylarında, kadınlar kıl eğirir, sonra onlardan gözenekli çul dokurlar. Bu çullar ağaç kütüklerinin içine oyulmuş kovanların ağzının kapatılması için gereklidir. Kovanları sonbahar da tekrar atlara katırlara sararak Manavgat’a getirir ve her kış bir sonraki mevsim için kuru bir yerde saklarlar. Bu iş bir yıl Happa’nın, bir yıl da Güldane’nin görevidir. Yine o Mayıs kovanları hayvanlara yükleme ve yaylaya götürme zamanı gelir. Kuma geleli on iki yıl olmuştur. Yörük Hasan Happa ’ya “Hanım arı çullarını hazır et bu gece arı götüreceğiz” der. “Ben de torba yok avradındadır” der karısı. Hasan “Öyleyse çocuk yolla da Güldane’e sorsun gelsin” der. Happa küçük oğlu Ahmet’i gönderir kumasına hemen. Analık çocuğa “Ben de torba morba yok, anan iyi baksın” der. Happa oğlunu tekrar geri gönderir “Ben de yok, onda” diyerek. Çocuk birkaç kez ikisi arasında gidip gelir. Sonunda Güldane Ahmet’e hakaret eder, oğlan ağlayarak geri döner. Happa’nın öyle bir tepesi atar ki ahıra koşup eline birkaç at yuları geçirir. Onları kıvırır iki ucunu eline alıp, şangur şungur kumasının kapısına dikilir: “Beri bak sefil kadın, buraya gel der”. Güldane gelir. Happa “Sen, sen ne hakla oğluma hakaret edersin?” diye sorduktan sonra o mavi gözlü, gukgumak (beyaz tenli) kadının kadının ak yeri kalmaz. Güldane içeri girip onun evini arar ve arı çullarını sakladığı torbaları bulur. Hasan olayı duyar ve Güldane’nin amacının Happa’yı kendisine dövdürmek olduğunu anlar. Aynı gece başka bir olaya gebedir. Annesinin düşkünlüğünden yararlanan en büyük kızı Enşe kocaya kaçar. Üvey babasının kendisini telli duvaklı gelin edeceği yoktur çünkü. Damat adayı uzaktan akrabaları olan Garadayı’nın oğlu İsmail’dir. Bu olayda tuz biber eker Hasan ile Güldane’nin ilişkisine. Onca sene annesinin hatırını kıramayıp, ağabeyinin yetimlerine babalık yaptıktan sonra bir daha ne onun dulunun ne de çocuklarının geçimiyle ilgilenir Hasan. Zaten Güldane’den olan kızı kendisinin ve Happa’nın üzerine kayıtlıdır ve onların yanında kalmaktadır.

GARA DAYI

Kaynak: Gülay Sarıtaş Diri (Çukurviran, İbradı, Antalya)



Enşe kaçar kaçmasına ama iş-güçten, dirlik yüzü görmez. Koyun-kuzu, sap-saman, küçük görümce ve kayın biraderlerinin bakımı, kaynana dırdırı derken yerinden memnun değildir. Bir de kayınpederi vardır ki Garadayı derler; herkes bıyık altından ona güler, fısıldaşır, hakkındaki hikâye ve dedikodular hiç eksik olmazmış. İster istemez Enşe’de anlatılanları işitirmiş. Boş kaldıkça yün eğirir, çuval dokur, örgü örerken gelip geçenlere kayınpederini anlatır, onları güldürürmüş. Bu onun başlıca eğlencesi olmuş. Atın geme itaat etmemesinden meydana gelmiş bir tabir vardır Gembos diye. İşte Beyşehir gölünden İbradı’ya uzanan ince uzun ovanın da adıdır Gembos. Beyşehir gölü dolup taşınca yer altına süzülen su, ondan daha alçakta bulunan Gembos Ovasındaki obruklardan yükselir ve ovayı basar. Sonra aynı obruklardan girdaplar halinde çekilir. Ekin ondan sonra başlar.

Aralarında Garadayı’nın da bulunduğu İbradı’lı komşu çiftçiler Gembos’ta ekin biçmeye gider. Mahmut Çavuş, Nuhoğlu Hüsnü, mavi gözlü olduğu için Çondur Ahmet dahil, 8-10 kişi varlarmış. İşte böyle bir gün; her biri, bir çulun üstüne başak (buğday), arpa, darı kellesi ve bir pişirimlik nohut çıkartır koyar kapçığından. Akşama bulgurla pişirilecektir. Lakin Garadayı varyemezdir. Dağarcığına hiç el atmaz. Dağarcık mı nedir? Yeni doğmuş kuzu veya oğlak derisinden yapılmış bir torbadır. Oğlak derisinin tüyleri ateşte ütülür. Bu işlem kuzu derisine gerekmez. Sonra o torba, ayaklarından bağlanarak sırt çantası yapılır. Ondan sonra azık o dağarcık torbasına konur. İşte Garadayı hiç dağarcığını açmaz “ortadan” otlanırmış. Gönlü bol Nuhoğlu kendi ekmeğinden verirmiş Garadayı’ya ama aç kalma korkusu olan Çondur, “Ona vereceğine köpeğe ver” diyerek, ekmeği Garadayı’nın önünden aldığı gibi itlere atarmış kızıp. Gece olunca sabaha kadar ateş yakılır, her çiftçi bir kenara kıvrılır uyurmuş. İşte yine öyle bir akşam, su içinde nohutu akşam ocağa koymuşlar pişsin de sabah yiyelim diye. Garadayı kurnazlık yapmış. Kalkıp, kalkıp nohutu aşırıp yermiş. Sabah olunca da “ben yemeyeceğim, ben bulgur nohutunu ağzıma komam” demiş. Meğer bütün gece Çondur onu gözetlemiş. Gün ağarınca “Sabaha dek ne senin gözüne, ne de benim gözüme uyku girdi. Sen zıkkımın pekini ye” demiş.

Ertesi sene yine Garadayı sofraya en önde sokulmuş. Çoğunun kaşığı yokken, onun sapı yanık kara kaşığı varmış. Garadayı gene davranmış. Diğerleri ya bandıkları ekmekle, ya da külah yaptıkları yufka ekmeği ile yemeği kaşıklarmış. Çondur dönüp fısıldamış Ali Ağaya fısıldamış, ben yarın sofradaki kaşıkları atıcam” demiş. “Olur, bizim oğlan” demiş beriki. Sonraki gün yemek vakti gelince herkes ekmeğini ıslatmış, bir yandan da Çondur’u gözlüyorlarmış. O, hışımla kaşığı olan birkaç kişinin elindekileri alıp, atmış. Garadayı’nınkini ise en uzağa fırlatmış. Garadayı şaşırmış. Kekeme de olduğu için ‘r’ harfi yerine ‘l’ ünsüzünü koyarmış: “Hele bu gara gücükten ciğelim yandı” demiş.

Aynı komşular başka bir kez Manavgat’a arıya giderler. Öleni kalanı ayıklayacaklardır. Herkes arısını gördükten sonra bal varsa ortaya koyup yemek adettenmiş. O gece Garadayı’nın balını Çavuş-Çondur kardeşler gizlice almış. Olup bitenin farkında olmayan Garadayı “Ben de bal yok” der. Ortaya onun balı konduktan sonra Garadayı ‘r’leri söyleyemediği için: “Bu tat bizim a(r)yılarda yok” der. Onlarda “Ye garadayı ye, malın gibi ye” derlermiş.

Bir Deli Hasan varmış. On altı yaşında yaramaz; ipsiz illetsiz bir çocukmuş. Manavgat’a yine arı getirmeye gideceklermiş. Deli Hasan’ın çamış 12 bir eşeği varmış, at sineğinden çok korkar sırtındakini atarmış. Yolda Deli Hasan, Garadayı’ya “Sen yaşlısın, gel benim eşeğe sen bin “demiş. Deli Hasan başka bir eşeğin arka ayağının koltuk altından bir avuç üvez yani at sineği alıp Garadayı’yı bindirdiği eşeğinin ayaklarına atmış. Eşek, onu sırtından atıncaya kadar hoplar, zıplar. Deli Hasan hem güler hem de “Çoğu gitti azı kaldı, yol uzun düzü kaldı” dermiş. Sonunda kendini yerde bulan Garadayı: “Bunda bir fi yeniği olduğunu bilmem lazım idi, değil mi ki deli demişler” demiş.

Enşe sadece Garadayı’yı anlatmakla kalmaz benzer başka olayları da anlatırmış. Adı Masalcı Enşe olmuş çıkmış: “Çiftçinin birisi sabanı boyundurağı bir kenara koyup, dinlensin diye öküzleri salmış. Ama ne yazık ki gayışı 13 boyunduruktan almayı unutmuş. Gece kayış köpekler ve kurtlar tarafından yenmiş. Kemerini çıkartıp denemiş, olmamış. Başından sarığını çıkartıp, koşum yapmış ama o da kopmuş. Demişki:

“Akıl olmayınca ne eylesin sakal” , “Gayışı dağlara götüren çakal”,

“Gör! Canına okuduğumun sarığı”, Kayış ne çeker!”



1  http://ekonomi.dunyabulteni.net/haftasonu-eki/84664/giden-gelmez-daglari-efsanesi

3  geyik

5  Ergenekon, B., Batı Torosların Sesi Gülay Diri, Bambu Tiyatro, Kültür Sanat Dergisi, 2013, Sayı 2, s. 38-40

6  Ergenekon, B., 2016, Gülay Diri: Türkü ve Fado, http://dagarcikturkiye.com/gulay-diri-br-turku-fado-yd-1640.html

7  Su tarafından oyulmuş çok derin çukurlar

8  İki dağın arasındaki geçit, vadi tabanı

9  Antalya’nın batı ucunda yer alan sahil ve semtin adı ( https://tr.wikipedia.org/wiki/Konyaalt%C4%B1 )

Osmanlı Konya Vilayeti ve sancakları (https://tr.wikipedia.org/wiki/Konya_Vilayeti)

10  Göçebe Türk

11  Göçerler tarafından ağaç dallarından çatılan sığınak

12  Hassas, huylanan, gıdıklanan

13  kayışı

Bunları da sevebilirsiniz