Tehlikeli Bir Oyunun Tam Ortasındayız

Son dönemin en popüler konusu TL’nin önlenemeyen değer kaybı, borçlar ve gelir eşitsizliğindeki artış. Düne kadar her şeyin yolunda olduğunu söyleyen piyasacılar, düne kadar ekonomiyi çok mecbur kalmadıkça ağızlarına almayan, neo-liberal de-regülasyonlara yani yapısal reformlara tartışmasız destek veren/övgüler dizen, demokrasiyi etnik ve mezhepsel kimlik siyasetine indirgeyen muhalefet, ağız birliği yapmışçasına “kriz” uyarısı yapıyorlar. Krizin nedeni olarak ise 36 yıldır uygulanmakta olan dış kaynağa yani borçlanmaya, borçlanarak tüketmeye dayalı neo-liberal ekonomik politikaların yanlışlığından değil, “siyasi risklerden” bahsediyorlar.

Siyasi riskler” derken kastettikleri, düne kadar birlikte yol aldıkları AKP’nin, siyaseten kontrolden çıktığını düşünüyor olmaları. Böyle düşünüyor olmalarının gerekçesi, iktidarın, ekonomik krizin siyasi sorumluluğunu, düne kadar birlikte yol aldıkları küresel finans merkezleri ve hegemon güçlere atarak arkasında olduğunu düşündüğü toplumsal desteği korumak, iktidarını sürdürmek istemesi.

İkinci Dünya savaşı sonrası yapılmış olan ve geçmişi 70 yıla yaklaşan “centilmenlik antlaşmasın” bozulması ya da yeni koşullara bağlanması anlamına geldiği/geleceği açık olan bu tavrın, çok uzun yıllardır siyasi ve ekonomik her türlü tavizi, bizi borçlandırarak yani ekonomik olarak sıkıştırarak almaya, her dediklerini yaptırmaya alışmış uluslararası mali sermaye ve batının emperyalist güçlerini rahatsız ettiğini, bu durumu değiştirmek için her türlü yolu deneyeceklerini düşünmek mantıksız olmayacaktır.

Hegemon güçlerin bu tasavvurlarını gerçekleştirilebilir bir projeye dönüştüren ise bizatihi AKP’nin politikaları. AKP iktidarı, özellikle laiklik ve yaşam biçimi eksenindeki uygulamalarıyla rahatsız ettiği azımsanmayacak bir kesimi, AKP gitsin de kim gelirse gelsin çizgisine getirmiş bulunuyor. Benzer durum HDP’ye oy veren seçmen için de geçerli. HDP içerisinde, yakın geçmişte Irak’ta olduğu gibi, yeter ki mevcut yönetim gitsin, isterse ABD gelsin bizi yönetsin diyen oldukça geniş bir kesim söz konusu.

Gelinen noktada, ekonomik riskler ekonomik krize, siyasi riskler siyasi bir krize dönüşmüş durumda. İşin bu noktaya gelmesi, ülkenin geleceği ile doğrudan ya da dolaylı olarak ilgili tüm güçleri, tüm tarafları, toplumsal ve siyaset hayatında rol alma yönünde geleceğe dönük tasavvurları olan herkesi tarafını seçmeye zorluyor. Son günlerde çeşitli kişi ve kuruluşlardan peş peşe gelen Türkiye yön değiştirmemelidir açıklamalarının bu kapsamda değerlendirilmesi yanlış olmayacaktır.


Kılıçdaroğlu ve Böke’nin son günlerde sıklıkla duymaya başladığımız açıklamalarından anlaşıldığı kadarıyla CHP safını belli etmiş, Rönesans ve Aydınlanma Devriminin birikimini, neo-liberalizme kurban eden çizginin savunucusu bir pozisyonu benimsemiş görünüyor, Yunanistan’da Papandreu’nun, İngiltere’de Blair’in, Fransa’da Holland’ın yaptıklarını yapmaya, talip bir görüntü çiziyorlar.

AKP açısından ise durum henüz net değil. Mehmet Şimşek’in, Nihat Zeybekçi’nin Hilal Kaplan’ın da taraf olduğu faiz artırımı ve ertesinde AB ve olağan üstü hal polemikleriyle iyiden iyiye ortaya çıkan farklı bakış açılarından hangisinin baskın çıkacağını önümüzdeki günlerde göreceğiz. İktidara geldiği günden bu yana uyguladığı ekonomi politikalarıyla, bugün karşısına aldığı ülkelerden daha önce hiç olmadığı kadar borç almakta, ülkeyi bu ülkelere borçlu hale getirmekte sakınca görmeyen iktidarın bu karşı çıkışını sürdürüp sürdüremeyeceği, ya da ne kadar sürdürebileceği de ayrı bir tartışma konusu.

Esas sorun ise ortada duruyor. Bağımsız ekonomi olmadan bağımsız bir ülke olunamayacağı gerçeğine sahip çıkacak kimse yok hala ortada.

Bunları da sevebilirsiniz