Sınırları Aşmak

Yaklaşık altı yıl önceki Bakü gezimi de katarsak, ikinci kez vize istemeyen bir ülkeye gittim. Bu sefer eşimle. 24-28 Ekim 2016 tarihlerinde Sırbistan’ın Belgrad kentinde vakit geçirme şansım oldu.

Her yolculuk belli bir ölçüde sınır aşmayı gerektirir. Biz de ülkemizin sınırlarını aşıp Sırbistan’a vardık. Katettiğimiz yolun ötesinde ve ondan çok daha derin bir yolculuk da söz konusuydu. Hem Türk dünyasının dışında hem de Batı dünyasındaki konumu tartışılır olan, yakın bir zamana kadar şeytanlaştırılan, canavarlaştırılan, adeta Nazileştirilen bir halkın topraklarına gidiyorduk. Üstelik okuduklarımızda oraya ait ne varsa çoktan buharlaştığı söylenen bir yere gidiyorduk. Birlikte yaşama kültürünü Tito’yla birlikte adım adım yitirmiş ve sonunda kardeş ve komşu halklarıyla boğazlaşmış, tüm dünya kamuoyunun gözlerinin önünde katliamlar yapmış, sonunda ülkesinin kalbi NATO uçaklarıyla yine herkesin gözleri önünde bombalanmış bir ülkeye gidiyorduk.

Tito’ya, bağlantısızlar hareketine dair yazılar ve belgesellerin dışında Sırbistan ve Yugoslavya bizim için karanlık imgeler taşıyordu. Öyle ya ülkemiz bölünmeye çalışılıyor yıllardır. İşte biz buna Yugoslavyalaştırma, Balkanlaştırma terimleriyle karşılık bulmuştuk. Kimi zamansa Sevr diyorduk.

Gittiğimiz ülkeyi spor müsabakalarından tanıyorduk bir de. Tüm o NBA yıldızlarıyla ABD basketbol takımı mağlup eden ülkeye gidiyorduk. Bu ülke bundan da ibaret değildi. Aynı ülkeyi cephe gerisinden ve fakat o ülkeye düşman olanların cephesinden saniye saniye izlemiştik Mithat Bereket’in programlarında: UÇK savaşıyordu, ülke olarak dualarımız (ve tabii ki paramız) UÇK ileydi.

Aynı ülkeyi başka bir seferinde İzzetbegoviç’in gözünden görmüştük.

Pek çok açıdan gördüğümüz ülkenin gördüğümüz cepheleri tahammülsüzlükle, katliamlarla ve acımasızlıkla bezenmişti.

Ne var ki Sırbistan bunlardan ibaret değildi. Hele biz Atatürk’ün çocukları için hiç… Atatürk, antiemperyalizm, ulusal bilinç, ülkemizin bağımsızlığı ve dünya halklarının kardeşliği kulağımıza başka şeyler de fısıldıyordu.

Öyle ya yolculuğumuz adını başkomutanımızdan alan Atatürk Havalimanından Belgrad Nikola Tesla Havaalanı’naydı. Tesla… Bu adı ilk ansiklopedi maddelerinde, sonra alternatif popüler bilim yazılarında duymuştum. Ama en net olarak Bilim ve Ütopya’nın “Nikola Tesla” sayısında önemini fark etmiştim. Tesla bizim kahramanımızdı. Edison ve Westinghouse’a karşı… Batı’ya karşı Batılı olamamış ama Doğu’da da kalamamış bir kahramandı bizim için. Mucitlerin en çılgınıydı. İstikbali o günden kuran yaratıcı bir beyindi bizim için. Ama o zaman düşünmemiştim Sırplar için kim olduğunu, kim olabileceğini.

Tesla adını başkentin uluslararası havaalanına vermişti. Bir de müzesi açılmıştı Belgrad’da. Onun dışında cepleri ve cüzdanları dolduruyordu. 100 Dinarlık banknotların üzerinde Tesla’nın fotoğrafı ve adı yer alıyordu. Parayı elime ilk aldığımda, o kağıt üzerindekinde yazılı değerden daha değerli olmuştu. Su alırken parayı güçlükle verebildim tezgahtara.

Belgrad ilk andan itibaren şaşırttı bizi. Evet, fiziki sınırları aşmış, yolculuğu tamamlamıştık. Ama yıllar yılı beynimize kazınmış yargıların sınırlarını yeni yeni aşmaya başlıyorduk. Güler yüzlü polisler, yolcular, emekçiler karşıladı bizi. Bütün bir şehir gülümsüyordu. Havaalanından İstanbul’dakine benzer, hatta neredeyse aynı otobüslerden biriyle vardık şehir merkezine: Trg Slavija’daydık. Sağımızda Havana Club adlı, ne yazık ki, bir kumar salonu; solumuzdaysa koca bir McDonald’s vardı. Meydan bu ikisiyle sarılmıştı adeta. Yol boyu gördüğümüz McDonald’s şubeleri canımızı sıkmıyor değildi, evet NATO bombaları girdikleri çukurda yeşermiş, boy vermişti. Meydanı çepeçevre sarmasa da manzaramızın yarısı kararmıştı çoktan.

Ne var ki, çok geçmeden otelimize doğru yola koyulduğumuzda manzara değişmeye başladı. Baştan aşağı Yugoslavya yaşıyordu sanki, görkemi ve çöküntüsüyle canlıydı sanki hala. Kararmış apartmanların oyuklarında tek bir çentik atılmadan dururken renksizleşmiş, binalar sanki birbiriyle birleşmişti. Sanki bütün bir cadde tek bir kayanın oyulmasıyla oluşmuştu. Gördüklerimiz Sovyetik bir tarzda oyulmuş tek bir Urartu kalesiydi sanki. Arada levhalar beliriyordu, her bir sokak başında başka bir müze, başka bir park, başka bir tarihi mekan işaret ediliyordu. Bu sefer, gerçek anlamda kararmış arkaplan yüzümüzü aydınlattı ve sersemletti. Kararmış binaları görünce yüzü asık, öfkeli kalabalığın apartmanlardan sokaklara aktığı, liberalleşme, serbest pazar, Coca Cola, McDonald’s, Bluejean talepleriyle meydanlara döküldüğü görüntüler oluştu kafamda. Fakat, birden apartmanlardan çıkanlar gözüme ilişti. Gayet düzgün giyimli, gösterişli değil ama tertemiz, ütülü elbiseleri ve güleryüzlü Sırplar omuzlarında, ellerinde çocuklarıyla yahut pusetlerinde uykuyla karışık gülümseyen çocuklarıyla yanımızdan geçmeye başladılar. Sık ve devasa denmese de Türkiye’deki minyatürlerin yanında geniş alanlı parklarda insanlar aileleriyle vakit geçiriyorlar, kitap okuyorlar, taş masalar üstünde satranç oynuyorlardı. Karanlık ile aydınlık arasında geçiş o denli hızlıydı ki adeta sersemlemiştik.

Kiril alfabesinden çözebildiğimiz kadarıyla yer adlarını, afişleri, duvar yazılarını ve ilanları okumaya çalıştık. Evet, yanından geçtiğimiz opera ve tiyatro binasıydı. In your face tarzı sert İngiliz oyunlarının Sırplara özgü yorumları, klasik opera ve bale gösterileri ilan edilmişti. Bir baktık ki Fransız sokağındayız, pardon: İlije Francuska. Otelimizin bulunduğu sokak, Trg Republika’nın yakınında yer alıyor. Trg Republika, yani Cumhuriyet Meydanı. Meydanın hemen yanı başında Narodni Müzesi, yani Ulusal Müze binası. Olanca görkemiyle dikilmiş, önündeki eylemcilere ve sağlık festivaline evsahipliği yapıyordu. Eylemcileri gördüğümüzde gözlerimize inanamadık. Sanki bizim için bir karşılama düzenlenmişti. Rus yanlısı ve ABD karşıtı bir grup ellerinde Rus bayrakları, Putin tişörtleriyle hoparlörden gelen ve etraftaki herkesi saran müziğe eşlik ediyor, tempo tutuyorlardı. Meydanla otelimiz arasında yürürken, Çevirmenler ve Edebiyatçılar Derneği’nin lokalini gördük, Belgrad’ın edebiyatçı çevresi burada takılıyormuş, ne var ki onlardan herhangi birini görsek de tanıyamayacak kadar cahildik, daha hala sınırlarımızı aşamamıştık. Eylemcilerin etrafını saran grubu ve eylemi izleyen köşedekilerden birinin elindeki derginin (INFORMER) manşetinde şu yazıyordu: “NATO Sırbistan’ı işgal etmeyi planlıyor”

Demek Yugoslavya’nın dağılma süreci yetmemişti. Sırbistan’da gördüğümüz güler yüz ve Sırbistan’ı çevreleyen ve içeriden tehdit eden tehlike; binaların kararmış yüzleri ve binaların yıllara direnen azmi, yekpareliği, pürüzsüzlüğü; kısacası, Aydınlık ve Karanlık arasındaki mücadele devam ediyordu. Yugoslavya gözümüzde silik bir şekilde de olsa ayaktaydı sanki. Belki de kafamızdaki hayaller, takıntılar ve travmalar peşimizi bırakmıyordu. İnanmak istemiyoruz Tito’nun öldüğüne, bu güzel ülkenin bölündüğüne.

Derken meydanı geçip Knez Mihailova’ya geçtik. Eşimle düşünmeye başladık. İstiklal Caddesi mi yoksa Bahariye mi daha çok benziyordu buraya. Yoksa, ikimizi de büyütmüş Eskişehir’in Hamamyolu’na mı daha çok benziyordu acaba. Karar veremedik. Binalar sanki İstiklal, insanların uygar duruşu Bahariye’ye, tenhalığı ise hiçbirine… Tramvay sokağın ırzına geçmediğinden bu iki adayın şansı azalıyordu. Ne var ki Eskişehir kadar yeni de değildi. Binalar basbayağı İstiklal Caddesi’ydi. Ne var ki, ne o kadar gürültülü, ne o kadar renkli, ne o kadar ucubeydi bu cadde. Güzel ve tarihi binaların dışında, Cervantes Enstitüsü, Goethe Enstitüsü ve Fransız Kültür yine de İstiklal’i çağrıştırdı zihnimizde. Adım başı kitapçılarda durup vitrinlere bakıyorduk, öyle ya, kitaplara vurgunduk. Dilini anlamasak da ortak kitapları arıyorduk. Orhan Pamuk’u gördük derken. Elbette İvo Andriç’i arıyorduk ve nihayet onu da gördük. İçini açıp Türkçe adları aradık. Sınırları aşmaya başlamış gibi hissediyordum kendimi. Derken felsefe kitapları… Keşke, evet keşke Sırpça bilseydim. Gazeteleri teker teker açıp okurdum ya da kafede oturan güleç insanlara musallat olup onları soru yağmuruna tutardım. İngilizce de olurdu ama aramızda yeterince sınır var, onca katliam, göz yaşı var. Araya bir perde daha çekip gölge oyunu oynamak çekici gelmiyordu. Ne de olsa konferansta İngilizce anlaşacaktık. Fakat bu kez de ne biz tam Türk olacaktık ne onlar tam Sırp, tam Arnavut veya tam her ne iseler, kendilerine ne diyorlarsa hiç çekinmeden.

Cevapcici’yi tattık. Bu güzel köfte bizdekine çok benzese de, burada bolca servis ediyorlar ve sanki eti daha bol. Tıka basa doymuş halde Knez Mihailova’dan devam ettik. Sonunda Kalemegdan’a vardık, nam-ı diğer Kale Meydan. Sava Nehriyle Tuna Nehri’nin kesiştiği, daha doğrusu Sava Nehri’nin Tuna’ya karıştığı kıyının oluşturduğu köşenin neredeyse tamamına oturan bu güzel kalenin etrafı kocaman bir parkla çevrelenmiş. Gençler ve sevgililer kalenin surlarından ayaklarını sarkıtıp Tuna ve Sava’yı ve ikisinin birleştiği yerdeki Büyük Savaş Adası’nı, günbatımını izliyorlardı. Elbette çoğunun elinde alkol de vardı. Ne var ki İngiltere ve Fransa’da görebileceğiniz taşkınlıklara hiç rastlamadık. Alkollü içeceklerin bu denli ucuz olduğu, havanın ve ortamın uygun olduğu ve özellikle Slavların yoğun olduğu bu kentte taşkınlık olmaması adeta bir mucize gibi göründü bize.

İlk günümüzde şaşırdığımız diğer bir konu da Sırbistan’ın sigarayla imtihanıydı. Neredeyse her yerde sigara içiliyordu. Kafelerin, restoranların içinde, bazı otel odalarında sigara içiliyordu. O kadar çok insan içiyordu ki… Belki bu farklılık olmasa, AB üyesi ülkelerle ayırt edilmesi pek zor olurdu, elbette bir de Avro yerine Dinar olmasaydı.

Eski Belgrad’ı oluşturan bu bölgedeki kiliselerden rastladıklarımızı ziyaret edip gözlemlemeye çalıştık. Ortodoks kiliselerinin tarihleri çok eskilere gitmiyordu. Sonradan öğrendiğimize göre bu kiliselerin pek çoğu Yugoslavya’nın dağılması sırasında ve sonrasında yapılmaya başlanmıştı.

Ertesi gün müze ziyaretlerimizi yapmak için çok geç olmadan odamızdan ayrıldık. Sırbistan’ın Milli Meclisi, Eski Saray, ahşap malzemenin yoğun olarak kullanıldığı Aziz Marka Kilisesi ve bu kilisenin hemen arkasında uzun bir yol boyunca uzanan Taşmeydan gezimizin ilk saatlerinde odaklandığımız mekanlardı. Özellikle Aziz Marka Kilisesi son derece ilginçti. Ahşap malzemenin binanın dış cephesinde kullanıldığı, bu boyutta ve bu denli genç bir kiliseyi ilk defa görüyorduk. Binanın hemen ardında, Ekim Devrimi’nden sonra Sırbistan’a gelen Rusların kullandığı küçük bir başka kiliseyi de gördük. İnsanlarla ağzına kadar dolu ve tütsü kokusuna bulanmış bu yerde çok duramadık. Taşmeydan’ın içinden yolumuza devam ettik. İstikamet Tesla Müzesi, sonra Trg Slavija ve oradan da Sava Kilisesi’ydi.

Tesla Müzesi’ne vardık. Çocukluk kahramanımın patentlerinin kopyalarını görmek ve ailesi, yaşamı hakkında bol görselli bilgi almak benim için harikaydı. Tesla’nın deneylerinde ve şovlarında kullandığı kimi aletlerin kopyalarıyla yapılan küçük şova katılmak ve izlemek ayrıca keyifliydi. Müzede bir köşede aydınlatılmış bir alanda, küre şeklinde bir urna içinde Tesla’nın külleri saklanıyordu. Tesla’nın bedeninin atomlarıyla aynı mekanda bulunduğunun farkında olmak ilginç bir duyduydu benim için. Ne var ki, bu denli büyük bir deha için bu tanıtım faaliyeti ve bu müze yeterli değildi.

Sava Kilisesi’ne vardığımız buranın yeni yeni kazandığı politik önemin bilincinde değildik. Sonradan öğrendiğimize göre burası adım adım genişletilen ve Sırbistan’ın laik temellerinin altının oyulmasında politik bir mekan olarak kullanılan ve Sırp ulusal kimliğinin yeniden inşa edilmesinde önemli işleve sahip bir projeymiş. Kilisenin inşasından önceki milli kütüphane şimdilerde sönük kalmış, mimari açıdan adeta gölgede bırakılmış. Ne var ki, o bina da hala faal, hala insanları çekmeye devam ediyor. Sava Kilisesi’ne bedava sunularak genişletilen arazi, görünen o ki daha çok kavgaya yol açacak.

Sava Kilisesi’nden sonra artık Üçüncü Dünya’nın kahramanının ebedi istirahatgahına gitme vaktiydi. Sava Kilisesi’nden yaklaşık iki buçuk kilometre yürüyerek Çiçekler Evi’ne (House of Flowers) giderken Partizan futbol takımını destekleyen bir bando takımının çalışmasına rastladık. Balkan ezgileri onların üflemelilerinde yeni bir hal almıştı. Uzaktan onlara yaklaştıkça heyecanlandık. Rastladığımızda kısa bir dinletiyle soluklanmış olduk. Tito’ya varmamıza az kalmıştı ki İran Büyükelçiliği’ni gördük. Bu şehirde bir şeyler vardı. İran Büyükelçiliği, Suriye Büyükelçiliği, Türkiye Büyükelçiliği vb. şehrin güzel konumlarına yerleşmişti. Üçüncü Dünya burada sanki kral koltuğuna oturmuştu. İran Büyükelçiliği’nden karşıya geçince Tito’ya daha da yaklaştık, Yugoslav Tarihi Müzesi, Eski Müze ve Tito’nun mezarının da bulunduğu son evini görebilecektik artık. Gayet zarif bir biçimde düzenlenmiş ve heykellerle dolu bahçenin içinden geçip Tito’nun mezarına vardığımızda yüreğimiz daha da hızlı çarpmaya başlamıştı. Tito oradaydı. Fotoğrafları, eşyaları, hayatının çeşitli dönemlerini sergileyen nesneler ve Tito hakkında diğer devlet adamlarının yazdıkları… Evet, bizden de birileri vardı: Bülent Ecevit’in yazdıklarını gördük. Ne yazık ki, pek çok yer gibi İngilizce bilgiler pek az yer aldığından Ecevit’in mesajını anlayamadık.

Yugoslav Tarihi Müzesi’nde Tito’nun video görüntülerini izledik. Dünya halklarının Tito’nun karşısında kameralara yansıyan gülüşleri, ona karşı sıcaklıkları ve coşkuları duygulandırdı bizleri. Bu talihsiz ülke bizim gibi çok da şanslıydı bir yandan. Ulusların kahramanların yarıştırmak hoş olmayacağından bir kıyasa gitmeden söyleyelim. Bu mücadeleci ulusun onlara yaraşır bir önderi olmuştu. Güney Slavlarını birleştiren ama öncesinde Birinci Dünya Savaşı’nda Ekim Devrimi’nin akabinde Rus iç savaşında çarpışan, ardından İkinci Dünya Savaşı’nda anavatanını savunan Partizanlara önderlik eden, ömrü savaşlarla geçmiş Tito, Yugoslavya’nın kardeş halklarını birarada tutan bir harçtı adeta. Tito’nun insanlığı terk etmesiyle birlikte Yugoslavya da evlatlarının elinde paramparça oldu. Bu güzel insanlar, gözlerini kırpmadan birbirlerine kıydılar. Tesla’dan Tito’ya kahramanlar yetiştiren topraklar ekinlerini biçer gibi biçtiler kardeşlerini. Tito’nun mezarı başında ağlayanlar her geçen gün artsa da daha hala bölünüyorlar. Şimdi sıra Kosova’da…

Tito’nun yanından buruk ayrıldık. Yol boyu, Balkan halklarını, Ortadoğu halklarını, ülkemizi, halkımızı düşündük. Yol boyu, bizi biz yapan şeylerin nasıl değiştiğini, Yerli Malı haftasını, andımızı, okul önlüklerimizi, İstiklal Marşı’nı, edebiyatımızı, topraklarımızı ve toprağımız uğruna canlarını veren şehitlerimizi, bir parçasını savaşta bırakan gazilerimizi ve onların yasını tutan acısını paylaşan canlarımızı düşündüm. Ve ihaneti elbette. Her gün vatanın bağrına saplanan hançeri. Aydınlığın önüne çekilen perdeleri… İşin oyunu yoktu, karanlığın bu kadarı ortada gölge de bırakmazdı. Halkların birbirine, insanın kendine ettiğini kimse edemez. Hatanın birazı da, hatta çoğu da bizdeydi. Akrep gibiydik, öyle değil mi? Hala değil miyiz?

Dedim ya sınırları aşıyoruz ama sınırlar kurulmaya devam ediyor. Sonunda buradaki camiyi de bulduk. Trg Studentski’den (Öğrenci Meydanı) biraz inip sabırla arayınca Bayraklı Camii’ni de bulduk. Bulduğumuz anda da ezan başladı. Yine aynı döngü, tanıdık ve yabancı. Ezan ama bu kez farklı bir ton ve ezgiyle. Küçük bir topluluk namaza durmuştu, diğerleri de yavaş yavaş katılıyordu.

Sırp, Arnavut, Rus, Amerikalı, Macar ve Türk akademisyenlerin katıldığı konferansta da gördük yine aynı sınırları ve sınırsızlığı. Sınırlar belli, hep aynı şeyler. Ne var ki, bizden çok daha açık fikirli ve toleranslı bir şekilde tartışıyorlardı. Öyle ya, onlar için sadece bir laf değildi federasyon ya da bölünme. Bölünmüşlerdi, bölünmüşlerdi, bölünmüşlerdi. Hem de öyle ortadan ikiye ayırır gibi, tırnakları sökülür gibi teker teker eziyetle ve kıyımla. Bu acıdan olsa gerek, daha bir akılla konuşuyorlardı, duygular sadece kederde renk veriyordu. Hep aynı hayıflanma: “Ah Yugoslavya! Bizler kardeştik, kardeşiz!”

Sınırları aşıyorduk, sınırları aşıyoruz. Düşünce sınırlarımızı aşıyoruz. Belgrad’ı ve bitmeyen döngüyü tanıyoruz. Sırbistan, Miloşeviç, Srebrenitsa, Mladiç, Karadziç ve İvan ve Mehmet ve Arnavut ve Boşnak ve Sırp ve Hırvat ve Türk ve Müslüman ve Hristiyan… Bir yanda tüm bunlar, tüm bu korkunç gerçekler. Bir yandaysa İnsan, Sırp, Arnavut, Boşnak, Hırvat ve Yugoslav ve İnsanlık.

İnsanlık konuşuyor bazen, mesela genç Rus araştırmacı Denis, Tiran’da komşuluk’u çalışıyor… Dilimizi gördükçe, duydukça kıvanıyoruz. Yüzümüz ısınıyor. Vitrindeki “yorgan”, “yastık” sözcükleri, sokakta rastladığımız ve gözlerimize inanamadığımız Halkbank şubesi, “Taşmeydan”, “Kalemeydan”, “Rakiye”, “Türk kahvesi”… Tüm bunlar hasretin ardından yarin eli gibi ısıtıyor kulaklarımızı. Tito’nun yüzü, Sırp çocukların coşkusu, usluluğu, Yugoslavya fotoğrafları yüzümüzü ısıtıyor; 1930’ların Ankarası’ndan fotoğraflar gibi; aynı özlemle ve kararlılıkla göklere dikilen bakışlar gibi umutla dolduruyor. Fakat, McDonald’s, Gazprom, Huawei, Samsung, Fiat, Renault, vb. levhalar yine tokat gibi vuruyor acı gerçeği yüzümüze. Önünden geçtiğimiz o güzelim meclis binasının neyi örttüğünü hatırlatıyor insana. Nikola Tesla Havalimanına giderken tekrar düşünüyorum sınırları gerçekten aşıyor muyuz? Sınırları aştık mı bilmiyorum. Kafamdaki Sırbistan ve Yugoslavya artık aynı değil, ben de değilim. Sınırlar yalnızca toprakları değil yargıları da ayırıyor ve kalktıklarında ayrım yok olmuyor yeni sınırlar kuruluyor. Yeni sınırlara ve onları aşmaya gidiyoruz. Yeni halimizi keşfetmeye gidiyoruz.

Bunları da sevebilirsiniz