Cemaat Darbesi Kimleri Sahne Dışına İtti

Bir…

Etkileri uzun yıllar sürecek olsa da yüzlerce güya liberal aydın ve Fetö cemaati ‘mahkûm’ edilip gömüldü.

Bu rezilliğin, ihanetin utancıyla bakalım alnına silah çekme onurunu gösterecek kaç kişi çıkacak?

Kaçmakta olan cemaat üyeleri ve güya liberallerin gidecekleri tek delik kaldı Amerika… Amerika’ya sığınacaklar ya da Amerika’dan yardım ve destek isteyerek geri kalan ömürlerini tamamlayacaklardır.

Peki ya geride boşlukta kalanlar, binlerce genç ve yarım aydın ve bu yapı ve kişilerle ilişkili insanların ise kafası hep karışık kalacak.

Türk Milleti ve siyasi hükümet bu sinsi, hain ajan örgütlenmesini ‘kangren’ olarak gördü ve an itibariyle ‘uzuvlarını’ kesmeye başladı.

Birçok stratejik ve yüksek kurum hareket kabiliyetini geçici süre kaybedecek.

Ancak gizli konuşma, gizli örgütlenme, yuvalanma, yayılma emareleri gösteren ve vücudu kansız, dermansız, halsiz, çaresiz bırakan bulaşıcı virüs bakteriler yavaş yavaş temizlenecek.

Evet, ortaya çıkan gerçek şudur, cemaatçilerin ve destekçileri güya liberallerin beyin hastalıkları olduğu aşikârdır.

Beyin hastalığını şaka olsun eleştiri olsun diye söylemiyorum, tıbbı bir beyin hastalığından söz ediyorum.

İşte Şahin Alpayların, Mehmet Altanların, Eser Karataşların nicesinin eski çekilmiş videoları çoktan dönmeye başladı, Fetö TV’lerinde bu vahşi örgütlenmeyi ve bu ajanları ve mesihvari çılgınlığını on yıllarca görmezden nasıl geldiler, ciddi bir sorudur!

Şöyle oldu, Sam Kean adlı bilim adamı, travma, delillik ve iyileşme hikayeleriyle enfes bir bilimsel kitap yazdı, adı: İnsan Beyninin Gizemi.

Kitapta birbirinden şaşırtıcı yüzlerce vaka anlatılıyor, ancak, konumuzu ilgilendiren bölümü:

Beyni hasarlı hastalara bir yüz fotoğrafı gösteriliyor, bir adamın kafası, portre şöyle: bir adamın kafasını görüyorsunuz ama saçında, çenesinde, kulaklarında, gözlerinde, burnunda, her yerde meyveler var. Yüzü bir nevi meyvelerle süslenmiş.

Ancak yüzü ne kadar meyvelerle çizili olsa da resme baktığınızda bunun bir adam suratı olduğu çok açık.

Sonra deneye başlıyor, hasarlı beyinlere bu fotoğrafta ilk gördüğünüz nedir, diyor.

Hasarlı beyinlerin tümü MEYVELERİ gördüğünü söylüyor.

Normal sağlıklı beyin taşıyanlar ise fotoğrafa ilk baktıklarında bu bir adamın SURATI diyorlar…

Devam edelim, portreye baktığında ilk önce meyveleri gören hastaların bir başka şaşırtıcı özellikleri daha var, o da:

Resme bakıp önce meyveleri gören insanların beyni ‘her şeyi ben bilirim’ iddiası taşıyor.

Yani baktığını, gördüğünü, anladığını iddia ediyor, hiçbir tereddüt yaşamıyor, her şeyi en iyi bilen kendisi olduğunu söylüyor.

Bu her şeyi ben bilirim iddiasıyla on yıllarca TV’lerde arz eden güya liberaller için ‘bilimsel tanı’ çok açıktır beyler, bu beyinler hasarlıdır.

Bir ülkenin sağcı, solcu, İslamcı her kesiminden, her sıradan insanın on yıllardan beri çok rahat gördüğü, teşhis ettiği, açıklıkla ortaya koyduğu nice birçok konuyu bu hasarlı beyinler hep ‘en iyi ben bilirim’ modunda değerlendirdi, iki ve hangi konu tartışılırsa tartışılırsın, bu güya liberallerin hepsi önce ‘meyveleri’ gördü ve hain suratı görmedi.

Meyve?

Fetö’nün paracukları, imkânları, maaşları!

İki…

Sahnenin Dışındakiler’ Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bir romanıdır.

Roman İstiklal Savaşı günlerinde İstanbul’u anlatır.

Romanın özeti romanın sonunda tek cümlede saklı. Romanın kahramanı modern çağdaş tiyatro heveslisi bir kadın olan Sabiha’nın söylediği şu cümledir: “Sahneye Çıkacak İlk Türk Kadını!’

Sahne: Sahne Anadolu’da verilen Milli Mücadeledir, Sabiha, Milli Mücadele’ye karar verir…

Sahneni dışı: İstanbul’dur. Ve İstanbul kafası karışık insanlarla doludur, Beyaz Ruslarla dolmuş eğlence mekânları, İttihatçıların toplantıları, herkesin bir şey yapalım diye yan yana gelişi ama boşuna didişmeleri.

Romanın başkahramanı Sabiha bu boş tartışmalar ve kafası karışık insanlar içinde yorulur dağılır üzülür kahrolur ve bir çıkış bulamaz ve romanın sonunda: Sahneye Çıkmaya karar verir.

Cumhuriyet’in kadınları sahneye çıkmıştır ve milli mücadeleye katılmıştır ve hatta Cumhuriyet Gazetesi Milli Mücadelenin rayına girmekte olduğu günlerde kurulmuştur.

Cumhuriyet Gazetesi demek ‘milli mücadeledir’, yani Cumhuriyet Gazetesi yayında olduğu ilk günden bugüne ‘SAHNENİN TA ORTASINDADIR’

Cumhuriyet Gazetesi’nin hedef haline getirilmesinin sebebi de ‘SAHNE’nin ta kendisi olması yüzündendir…

15 Temmuz işgal girişimiyle çok trajik şeyler oldu, şüphesiz Cumhuriyet Gazetesi’nin soylu birçok yazarı var, ancak yayın politikası ve yönetim açısından travmatik bir kırılma yaşadı.

Cumhuriyet Gazetesi 15 Temmuz günlerinde ve sonrasında SAHNENİN DIŞINDA KALDI.

Kafası karışık kaldı. Boşlukta kaldı.

Bu çok hazin tarihi kırılmayı kaleme alıp yazdığım için SAHNE’DE VAR GÜÇLERİYLE mücadele eden birçok Cumhuriyet Okur’undan ve yazarından özür dilerim.

Ama insanın ağrına gidiyor, Cumhuriyet Gazetesi gibi kurulduğu günden beri prestij ve onur mücadelesi veren bir gazete SAHNENİN DIŞINA nasıl itilir.

Çünkü Cumhuriyet Gazetesi’nin kurulma sebebi SAHNE’de başrol oynamaktır.

Ve nasıl oldu da Cumhuriyet Gazetesi neden SAHNENİN DIŞINDA kaldı.

Sahnenin dışında kalanlar ‘tarihten düşer’, ülkeden toprağından uzaklaşır, ülkesine ‘yabancılaşır’ ve karanlıklar içinde şaibelerle dağılır, un ufak olur, kaybolur.

Üç…

Yazarlık başından sonuna kadar ‘eleştirel’ bir kurumdur, eleştiri olmadan ‘aydın’ olunmaz.

Eleştirinin olduğu yerde diktatör olamaz.

Yandaş arkadaşlar öteden beri bizlere ‘işte ne güzel eleştiriyorsunuz, bir diktatörlük olsaydı eleştirebilir miydiniz?’ diye cevap yetiştiriyorlar.

Görünen o ki arkadaşlar mevzuyu hala çakozlamış değil.

Biz eleştirel kalemler diktatörlüğe direndiğimiz için eleştiriyoruz, bize diktatörlük sökmez diyoruz, diktatörce tutumları kalemimizin gücüyle kırmaya çalışıyoruz.

Başarılı oluruz olmayız, kısmen oluruz olmayız başka şey, an itibariyle diktatör tanımadığımızı yazılarımız, eleştirilerimizle ortaya koyan bir büyük siyasi kavganın içinde sürükleniyoruz.

Yani biz ‘diktatör’ tanımıyoruz, bizim için diktatörlük yoktur olamaz!

Ancak bir diktatörlük var, o diktatörlük sizin başınızda. Sizler diktatörlüğü iliklerinize kadar yaşıyorsunuz.

Liderinizi hiç eleştiremediğiniz için diktatörlük tarafından yönetiliyorsunuz.

Bizim eleştirilerimize ve diktatör tanımayışımıza bakıp heves yapmayın.

Biz de susarsak, biz de eleştirilerimize son verirsek işte o zaman yandı gülüm keten helva!

Bu olağanüstü hararetli günleri fırsat bilip sizler de liderinizi yavaş yavaş eleştirmeye, yanlışlarını söylemeye usul usul cesaret edebilmelisiniz.

Liderinizi sevmek başka şey ‘eleştiri’ başka şeydir!

Şayet bu ‘milli mutabakat’ günlerinde yandaşların ‘eleştirel’ kalemleri korkusuzca öne çıkmaz ise, inanın, lideriniz zayıflar ve kendini dev aynasında görür ve Türkiye hak etmediği bir rejime doğru ilerler.

Rejimin geleceği açısından artık yapılacak tek hareket kalmıştır, o da, yandaş tabir edilen medyanın, az da olsa usul usul eleştirel bir pozisyona doğru ‘entelektüel’ bir hamle yapmasıdır.

Umutsuzluğum, yapabileceklerini sanmıyorum.

Bahane olarak şunu söyleyecekler: ‘bugün liderin etrafında kenetlenme günü’, ‘gün birlik beraberlik günü’.

Evet, batı dışı topraklarda bir liderin etrafında kenetlenme teyakkuzu hiç bitmez, batı dışı topraklarda saldırılar ve karşılığında birlik beraberlik günleri hiç bitmez.

Tam tersine şu soruyu soralım:

Vatanseverlik liderin etrafında kenetlenmek mi, yoksa vatanseverlik lidere rağmen doğru, gerçek bildiğini halkına ve siyasilere söyleyebilme cesareti mi?

Mesela bugünkü büyük felaketler başımıza neden geldi, bildiğiniz çok şeyi liderin korkusu yüzünden söyleyemediğiniz için.

Dört…

Biraz da magazin çalışalım.

Bu yukardaki fotoğraf cemaatçi komşularımın terasıdır.

Terası iyi inceleyin. İki tane tente konulmuş.

Bu tenteler ne işe yarıyor bir terasa neden konulur?

Fotoğrafı çektiğim yer Nihat Genç’in evi.

Karşısı işte bu garip tentelerin olduğu cemaatçilerin evi…

Benim ev ise boydan boya cam ve perde çekmeyi sevmem, bu tuhaf tentelerden sonra dahi.

Ay ışığını örtmek ve gece karanlık basınca, fotoğrafa iyi bakın, derinde iki tane kara delik var, gündüz dahi görülmez ve gece o dehliz gibi yer hiç görülmez.

Ergenekon ve ODA TV dava sürecinde birçok tuhaflık ve gariplikler yaşadık, bir bir anlatırız, ancak günün anlam ve önemine binaen bu magazinel haberi yapıp, okuyucu biraz da neşelensin diye cemaatçilerin garipliklerini, bir fotoğrafla göstermek istedim.

Yıllar yılı abiler bizim evi gözlemek için, karşıdan görülmesini tenteyle engellenmiş, o dipteki deliklere girip, artık fotoğraf mı çekiyorlar, giren çıkanı mı izliyorlar, neyse artık niyetleri, üşenmemiş bu tenteleri teraslarına çakmışlar!

Yahu çocuklar, komşuyuz, abi, diye seslenseydiniz, terastan terasa laflasaydık, arada bir gelip çay içseydik, kitaplığımdan kitap alsaydınız, size kaçak sigara sarıp atsaydım, akşam karanlık çöktükçe uzaktaki köyümüzden memleketimizden bahsetseydik?

Bu garipliklere ne gerek vardı.

Bilmem şimdi hangi tenteneler altındasınız?

Sizler benim yoksul halkımın yoksul çocuklarısınız, sizlerle işim olmaz.

Siz yoksul Anadolu çocuklarını kandıran, sizleri kendi emellerine alet edenlerle ömrüm oldukça savaşacağım!

Mahkemelerde dürüstçe samimi ifadeler verin, bu mahkemeleri fırsat bulup kendinize yeni bir hayat yeni bir başlangıç hazırlayın.

Bizler de sizler gibi yoksul ailelerin çocuklarıydık, bir iş bulmamız, bir okul bitirmemiz imkânsızdı, ülkemizin yaşadığı her felaket başımıza düştü, gençliğin en güzel yıllarında sağdan soldan arkadaşlarımız öldü. Ne paramız vardı ne kirayı verecek gücümüz, hayatımız mahkeme kapılarında ve mezarlıklarda geçti.

Sokaklarda işportacılık yapıp direndik ve hep şu soruyu sorduk kendimize, bizi kardeş kavgasına kim sokuyor, birbirimizi öldürmek için elimize silahı kim veriyor.

Siyaset bilimi, sosyoloji bilimi, tarih kitaplarında hep bu soruların cevabını aradık!

Aynı topraklarda doğup büyüdüğüm kardeşime silah çektikten sonra gelecek özgürlüğün .mına koyum, aynı sokaktan aynı okuldan arkadaşımı öldürdükten sonra gelecek cennetin .mına koyum, dedik.

Okuduk, küfrettik, okuduk, küfrettik ve bu karanlık karmaşık tablonun altından kalkamadık, o zaman şu büyük tembihi yaptık kendimize, hangi fikirde olursa olsun ben elime silah almayacağım, elim kendi sokağımdaki kardeşime kalkmayacak.

Evet, batının vahşi emperyalistlerin önünü kesecek en büyük ideal budur, silahı kendi sokağıma, kendi okuluma, kendi arkadaşıma asla çevirmeyeceğim, deyip, yemin ettik, yemin ettik, yemin ettik, yemin ettik…

Bu halkın yoksul köylerinden toplanıp kandırılmış kardeşlerim, iç sesinizle kendinize yemin edin!

Bugün bu büyük Internet sitesinde, büyük havalı yazarlar gibi yazdığımıza bakmayın, hangi yollardan geldik ona bakın, bizler de gençlik yıllarında sizler gibi kandırıldık, anlamadan bilmeden siyasetlerin içine düştük…

Genç yaşımda kandırılmış olmaktan neden utanayım.

Ancak okuyup, öğrenip iç sesimi dinledikten sonra, ‘kandırılmayı’ sürdürseydim işte o zaman utanırdım…

Ve henüz 24’lü yaşlarda, kara, zayıf yüzlü, beş parasız bir genç adam hayatı için şu büyük kararı alır, çok okuyacağım ve benden sonra benim gibi kandırılmak istenen Anadolu’nun çocuklarını yazılarımla hikâyelerimde uyaracağım…

Birçok yerden kovulduk, sürüldük, sansürlendik ve sizlerin haince ajanvari kandırılmanızın önüne yine geçemedik.

Sizleri o vatan haini ajan cemaatlerin elinden kurtarmaya yine gücümüz sesimiz yetmedi.

Aldatılmanıza yine yetişemeyen, bu kalem, bu yazar, şimdi bu satırları yazarken, çaresizliğinden ve utancından ölüyor!

Ne olur artık şeyhimiz, mehdimiz değil, Allah büyüktür, demeyi öğrenin.

Gün Doğmadan Neler Doğar, demeyi öğrenin.

Siz de, sizden sonra kandırılacakların önüne geçmek için artık kapanmayın, artık gizlenmeyin; zihninizi, beyninizi ve kalbinizi dünyaya, insanlığa açık tutun!

On-on iki yaşlarında, yoksul köylerinden cemaat dershanelerine alınıp beyni yıkanan çocuklar, size benim elim kalkmaz, size en küçük yaralayıcı bir sözüm olursa dilim kopsun, bizim derdimiz sizi kullanan iç-dış yapılarla, geçmiş olsun’un en büyüğü, size olsun!

Bunları da sevebilirsiniz