Haşerenin Yaratılışı

Uzayın en bilindik boşluklarından birinde, evrilen var oluşlarını kabul eden ileri bir uygarlığın hikayesi tüm uzayı değiştirecek bir zincire dönen döngüyü başlatacaktı. Taş atıp yırtıcılardan kaçan uzak atalarına göre uygarlıkta öyle ileri bir seviyeye varmışlardı ki özel laboratuvarlarında yeni türler yaratabiliyorlardı. Çok sonraları neden oldukları olay zincirinin varacağı bir diğer uzak uzay boşluğundaki bir gezegende adına Goethe, Shakespeare, Freud ve Einstein deneceklere istemeden de olsa yol açacaklardı. Uygarlıkları o denli ileriydi ki ‘Einstein’ların milyonlarcası onların uygarlığında çoktan doğmuştu bile. Tarım yapmakta öylesine ileri gitmişlerdi ki belki de evrenin en iyi çiftçileri onlardı veya en azından onlar öyle oldukları sanrısına kapılmışlardı. Ovalar boyunca uzanan tarlalarında uygarlık, dört mevsim boyunca başaklar dolusu mahsullere sahip olurdu. Bu ileri uygarlığın canlılarının mizacı ruhsuz olduğundan gezegenlerini biçimlendirme dürtüleri nedeniyle koca yerküreyi ve yapıyı baştan inşa etmeye çalışmışlardı ama yine de uygarlıklarının temeli olan tarım konusunda hala tam olarak mükemmelliğe ulaşamıyorlardı. Ulaşamıyorlardı çünkü tarlalarına sürekli olarak yeni zararlılar dadanıyordu ve ne zaman bir yenisini daha ortadan kaldırsalar sanki yer altındaki böcek fabrikasına emir verilmiş gibi bir başka türü geliyordu. Bu ilginç uygarlığın canlıları laboratuvarlarına çekilip uzun uzun zararlıları kovmayı düşündüler ve araştırmaya koyuldular. Bazısı gezegeni parçalarına ayırıp temizledikten sonra geri birleştirmeyi, bazısı gezegeni tümden yok edip başka bir yeri kolonileştirmeyi ve hatta bazısı ileri fiziki kuantum atom patlayıcılarını kullanarak böcekleri yok etmeyi önerdi. Her düşünce ne kadar test edildiyse de zararlıların önünü kesmeye yetmiyordu. Aslında bu uygarlığın canlıları zararlı dedikleriyle de iyi geçinebilirlerdi ama ruhsuz yaşamları onlara eli kırbaçlı bir efendi gibi hükmetmeyi uygun görüyordu. En sonunda içlerinden biri madem genetikte çağ kapatmak mümkün, o zaman bu ‘zararlıları’ yiyebilen bir tür yaratalım deme cesaretini içinde buldu. Başta göze batmasa da diğer tüm fikirler solmaya başlayınca benimsendi. Bu sefer de bu yeni ‘zararlı yok edicileri’ ne ile yapacakları sorunuyla baş başa kalmışlardı. Kendi içlerine döndüler ve her yeni gelişen zararlı türünü algılasın ve avlasın diye ona bir us verdiler, amacına sağdık olsun ve çoğalarak sonuca ulaşsın diye hormonlar verdiler. Ömürleri kısa olsun diye hızla ve hararetle atan bir kalp, tarlalara dadanan zararlı boylarına yakın boy, iki kol, iki bacak bir kafa verdiler ve dokuz farklı dişi ile dokuz farklı erkek türettiler. Tarla zararlıları gibi yer altında yaşayamasınlar diye yıldız ışığına muhtaç kıldılar. O kadar yerinde ve zamanında bir iş yaptıklarının düşündüler ki deneylerinin yavaş yavaş öğrenmeyi öğrendiğini ve bu deney varlıklarının açlığının her şeye karşı geliştiğini göremediler. Belki de bu fikri ortaya atan o ileri uygarlığın canlısı ileride bu laboratuvar deneylerinin ruha sahip bir açlığa dönüşeceğini ve kendi yok oluşları pahasına bir hami arayacaklarını görebilseydi hormon ve beyin eklemeye karşı çıkabilirdi ama ne yazık ki deney başarılı oldu. Yükselen bu verimli uygarlık deneyin son gününü en mutlu gün ilan etmek üzereydi çünkü bu yeni deney her testten başarıyla geçmiş ve önüne ne çıkarsa (hatta kendi türünden de olsa) tüm zararlıları avlamış ve tüketmişti. Bu deneyin en beklenmedik sonucu ise zararlı karşıtı olacak bu yeni varlıkların aynı zamanda ekinlerin tadına bakmaya başlaması ve önlerine ne çıkarsa tüketmeyi öğrenmesiydi. Tabi hem ruhsuz bir başarı isteği hem de çaresizlikten, bu ayrıntılar görmezden gelinerek deneyler tarlalara kontrollü biçimde yerleştirildi… Aradan kısa bir süre geçtikten sonra tarlaları gözlemleyen o ileri uygarlığın canlıları bu deney varlıklarının iyiden iyiye tarlalara ve her yere yerleştiğini, zararlıların yuvalarını kuruttuğunu görerek tatmin olsalar da bu durum uzun sürmedi, çünkü; deney varlıkları planlanandan çok kısa sürede zararlıların hepsini tüketip geriye başka hiçbir şey bırakmamıştı. Hatta o kadar çok çoğalıp semirmişlerdi ki açlıktan o ileri uygarlığın temeli olan ekinlere dadanmaya başladılar. Birkaç hafta içinde tarlalara karanlık girmişçesine toprağa kül rengi düştü. Ekinler tek tek yok olmaya başladı. Uygarlık sorunun ne olduğunu anlayana kadar deney varlıklarının sayısı milyonları geçmişti bile. Hatanın farkına varıldıysa ve derhal önlem amaçlı tuzaklar ve zehirler geliştirildiyse de deney varlıkları çok hızlı öğreniyor ve önlemleri boşa çıkartıyorlardı. Uygarlık ne yaptıysa olmadı. En sonunda öldürebildikleri kadarını öldürmeyi denediler. Bu yeni ‘haşereler’ o eski zararlılardan da beter nüfuslanmıştı. Gezegende kıtlık baş göstermeye başladığından uygarlığın canlıları son güçlerini kullanarak ekinlerinin büyük bölümünü tuzak için uzay gemilerine doldurdular ve günler boyunca haşerelerin o gemilere hengame içinde doluşunu seyrettiler. Tüm gezegendeki yüzlerce uzay gemisinde aynı tuzak tekrarlanıp gezegen son haşereden de arındırılınca uygarlık bilimcileri arasında şimdi bunlara ne yapacakları sorusu ortalığı kasıp kavurmaya başladı. Belki de, topu topu iki kolu, gözü, bacağı, eli olan bu haşereleri beslemeden bırakıp birbirlerini yemelerini izlemelilerdi ama uygarlık bu haşerelerin hızla akıllandığını anlayarak bu fikri dillendirmediler bile. Sorun büyüktü ve uygarlık temellerinden tepesine tehdit altındaydı. Uygarlığın bilim insanları, ruhsuz merakları ve gözleme istekleri nedeniyle haşereleri kendi yaşam koşullarına çok yakın başka bir yıldız sistemindeki bir gezegene sürmeye ve onları izlemeye karar verdiler… *** Uygarlığın yüzlerce büyük uzay gemisi havalanarak gezegeni haşerelerden kurtarmak için yeni yıldıza doğru hareket etti. Haşereler var oluşları içerisinde belki de neden sorusunu sorabilecek ve o nedene haiz olacak açgözlü, ruhsuz bir duygu seline sahip yegane varlıklardan birine dönüşmekteydiler. Uygarlık gemileri sarı ışık yayan yıldızın üçüncü gezegenine haşereleri bıraktılar ve bu gezegeni uygarlıklarına en büyük tehdidi veren varlıkları barındırdığı için kendi dillerinde tehlike anlamına gelen ‘dünya’ adıyla tarihe işlediler. *** Haşereler konuşmayı söktükçe kendilerine birey dedilerse de en büyük işkenceleri yine birbirlerine ettiler. Yanıtı bir büyük uygarlığa tehdit olacak o varlık sorularını yanıtlarken az kalsın gezegenlerinden olacaklardı ama haşereler bunun da üstesinden gelmeyi başararak soruları kullanmayı öğrendiler. Bir düşünceyi ne kadar çok ‘haşere’ kabul etti ve doğru dediyse o kadar doğru ve ‘evrensel’ bildiler. Evrenselleştikçe ruhsuz duyguları hırsla köpürdü. Kendilerini evrenin yanında biricikleştirdiler. Aslında o büyük boşluğa göre bir toz kadar yer kaplamasalar da bilgiçlikleri ve inançları evrene sığmaz oldu. Bazı bireyleşen haşereler varlıklarının ne denli aciz ve kırılgan bir fakındalığa açık olduğunu gördüler. Bilmediklerine susmayı fark edip öğrenenler insan oldu. Bildiğini zannedenler birey, bildiğini bilen, ruhsuz bir duygu seliyle dolanlara da haşere dediler…

Bunları da sevebilirsiniz