Karl Marx, neden 3685 kez Türk dedi?

(Öncelikle bir emekli gazeteci yazar olarak, gazetecilik faaliyetleri sebebiyle haksız biçimde suçlanarak tutuklanan Can Dündar dostumuzun ve gazeteci Erdem Gül’ün yanında olduğumu ve geçmiş yıllarda Silivri Hapishanesi’nde Mustafa Balbay ve Soner Yalçın’ı ziyaretlerimdeki hıncımı aynen koruduğumu bildiririm. İkinci olarak Diyarbakır Sur’da menfur bir terör olayına kurban giden Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi ve polis memurları Kahramanmaraşlı Ahmet Çiftaslan ile Elazığlı Cengiz Erdur’a rahmet dilerim, içimizin yine yandığını önemle bildirerek bu milletin geleceğinin kapkaranlık acil uyarılar yaptığını eklerim) Gelelim konumuza… Uyandığımda zifiri karanlıktı. Ancak pencere kenarında uyuduğum için dışarıdan sızan ışık, evimin gerisine uzanan epey uzun koridorumu biraz aydınlatıyordu. Koridorda” büyük bembeyaz şişkin şilte” gibi bir şeyin hareket etmekte olduğunu fark eder etmez yataktan fırladım. Ve ayak bileğime kadar suya battım… Gece boyunca gümbürdeyen gökyüzü ve yoğun yağış saldırısı altında hiçbir şeyi umursamadan battaniyenin altında büzülüp esrarengiz rüyaların içinde oradan oraya koşturup durmuştum. Nasılsa evim tepedeydi ve kot farkı sebebiyle üçüncü kat kadar yüksek seviyede idim. Yani denizden ve sokaktan epey yüksek bir mekanda yaşıyordum. Bu eve, asla su basmazdı. Ama basmıştı işte, her yer sucuk gibi sırılsıklamdı… Çünkü çatıdaki giderin dibi tıkanınca, tepeden gelip aşağıya inemeyen ve balkondaki giderin ağzına hücum eden yağmur suyu, balkonu kaplamış sonra balkondan hızla içeri sızmış ve tüm evi istila etmişti… Yağmur da hiç durmayınca evin içindeki su seviyesi epey yükselmişti. Suyun içinde yavaşça yüzen beyaz şey ise, Karl Marx idi… Evet… Uyumadan önce okumakta olduğum 737 sayfalık Karl Marx’ın (F.Engels ile birlikte) yazdığı “Doğu Sorunu” kitabı, gecenin ilerleyen saatlerinde kucağımdan yere düşmüş ve evi su basınca şişip kocaman bir kargo paketi gibi ortada dolanıyordu. (Son zamanlarda Karl Marx’a kafayı takmıştım ve kitaplarında kaç kez “Türk” kelimesini yazdığını satır satır, sayfa sayfa okuyup sayıyordum. İşte öyle bir uğraş içindeydim nedense) Yani kitabım (yani Karl Marx), azgın suyla davul gibi şişince, içindeki “Türk” kelimeleri de yapış yapış bir halde ölümle burun buruna gelmişlerdi. Bundan sonrası azaptı, hem de ne azap… Önce gider borusu kırılıp içindeki molozlar giderildi, yerine yeni boru takıldı. İki gün boyunca beli hep ağrıyan fıtıklı ben, komşum Fatih ve boyacı Şahin, saatlerce uğraşarak suyu dışarı attık, yerleri sildik temizledik. Sonra güneş gören balkona masaları uzatıp suyla şişen eşyaları ve kitapları kurutmaya başladık. Bu balkonda malzeme kurutma işi on gün sürdü. İyi ki güneş te ortalığı cayır çayır yaktı. Bizim Karl Marx, en uzun direnen malzeme oldu. Yarım saatte bir sayfalarını çevirip ıslak bölümlere uzanmak gerekiyordu. On gün evde bunu yaptım, sayfa sayfa kitabı kuruturken satır satır Türk kelimesini ölümden kurtarıyordum. Sonunda kitap kurudu. Ama eski halinin iki misli kalınlığındaydı. Kapağını ön sayfaya Uhu ile yapıştırdım. Sırt kartonu eriyip kaybolduğu için kartondan yeni bir sırt yapıp, üzerine keçe kalemi ile (Doğu Sorunu – Karl Marx) yazıp, ana kitabın sırtına uhuladım, sonra şeffaf koli bandı ile pek mükemmel çerçeveledim. Tam o anda ortaokulda iken Kemeraltı Meserret Hanı’nda mücellit (ciltçi) olan büyük dayım Altınkalem İzzet Efendi’ye yardım ettiğim mesut günlerim aklıma geldi. Kitap yapma becerim herhalde oradan geliyordu. Neyse. Sonra tekrar kitabı, yani Karl Marx’ı inceleme faslı yeniden başladı. Karl Marx’ı inceleme, irdeleme ve hele anlama bahsinde ne kadar, mini minnacık bir bebek kadar yetersiz olduğumu bilmez miyim? Yaptığım iş, sadece metinde geçen “Türk” kelimeleri sayıp kayda geçirmek, 737 sayfayı çevir bakalım teker teker… Karl Marx’ı anlayıp, özümseyip onu yazma entelektüel hamallığını en başarılı bir şekilde yapan Fransız Marksist Ekolü’nün en yetkili marksisti Henri Lefebvre’dir. “Materialisme Dialectique” isimli müthiş kitabın yazarıdır. Döne döne okuduğum bir yapıttır. Das Kapital’ın çetin okumalarını bir türlü beceremeyen bilimsel sosyalizm uzmanları, ekonomi akademisyenleri, öğrenciler ve komünist militanlar için Henri Lefebvre adeta Marx’ın anlaşılabilir tercümesini yaratmıştır. Mösyö Henri’nin kitabı dilimize “Karl Marx – Hayatı ve Eserleri” şeklinde çevrilip basılmıştır. Anadolu yayınları 1965 baskısı yeşil kaplı bu kitap, Marx’ı anlatabilen tek Türkçe ilk eserdir. “Bunu kaç Türkiye Marksisti okudu?” sorusu ayrı bir hicrandır, geçelim. (Marksizmin öncelikle bir “Ekonomizm” olduğunu bilhassa eklemeliyim. Ülkemizde onu bu yönde anlayan herhalde tek kişi Prof. Sadun Aren’di. Çetin Altan sülalesi, Mete Tuncay, Yalçın Küçük, Murat Belge politik şakbalanların Marksizmin kenarından bile geçemediklerini herhalde objektif tarih yazacaktır, şimdi küresel ön planda şöyle veya böyle farklı yörüngelerde gözükseler de fark etmez) Lefebvre’nin kitabını Türkçeye çevirenlerin Reşat Fuat Baraner ile sevgili dostum rahmetli Rasih Nuri İleri olması benim için ayrı bir muhabbettir, kitabın değerini ekstra yükselten bir amildir. Öptüm o kitabımı… Bu arada Server Tanilli’nin hakkını yemeyelim. Ülkemizdeki belki biricik yansız ve bilimsel Marx analizcisi Server Tanilli’dir. Cumhuriyet Kitapları’ndan basılan 272 sayfalık “Değişim Diyalektiği ve Devrim (Marksizm Üstüne Yeni Düşünceler)” kitabı, özellikle küreselleşmenin yoğun saldırısı karşısında Marksist yeni yorumları hocanın ağzından bize ulaştırmakta. Bakın Server Tanilli, Cumhuriyet Kitap’ın 985. sayısında Gamze Akdemir’in bir sorusu üzerine şunları vurgulamakta: “Karl Marks gündemden hiç çıkmadı. 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılışı, arkasından da Sovyetler Birliği’nin çöküşü ile Kapitalizmin küreselleşmesine bakıp kimi acelece kalemler, “Tarihin Sonu”nun geldiğini ilan etmişlerdi. Ancak dedikleri çıkmadı. Yüzyılımızın başlarındaki en çarpıcı gerçek şudur. Kapitalizm, bir süredir, tek başına ve “Yeni Liberalizm” adıyla, iletişim devriminden de yararlanıp dünyanın yeni bir fethine çıkmıştır; onu, doğası ve insanıyla yağmalarken, var olan eşitsizlikleri derinleştirir; “ortaklaşa olan”ı yok eder, emeğin kazandığı mevkileri çiğner ve gelecek için umutları da karartır. “Küreselleşme”, her şeyin metalaştırıldığı bir süreç olur ve “paranın” totalitarizmi” başlar. Öte yandan, Kuzey – Güney zıtlığının günden güne arttığı bir dünyada Kapitalizm, yeni teknik olanaklardan da yararlanarak ülkeleri ve halkları, kültürleri ve değerleri şaşırtıcı biçimde sultasına alır ve değirmeninde öğütür. Çelişmeler, yalnızca ekonomik değil, sosyal siyasal, moral ve kültüreldir. İşte böyle bir ortamda, “Marx’ın hayaleti” yeniden dolaşmaktadır…” Server Tanilli bunları saptamakta. Bu sözlerini unutmayın, defalarca okuyun, anlamaya ve ülkenize uygulamaya çalışın, gerçeği fark edeceksiniz. Marx’ın hayaleti dünyamızda yeniden gezine dursun… Evet, biz konumuza devam edelim. Benim “Doğu Sorunu” kitabıma gelelim. Osmanlılar için bir ölüm kalım savaşı olan Kırım Savaşı sebebiyle, 1853 – 1856 yılları arasında Karl Marx ve F. Engels’in büyük kısmı New York Daily Tribune’de yayınlanan yazılarından Eleanor Marx Aveling ve Edward Aveling tarafından derlenen “The Eastern Question” (Swan Sonnenschein, London, 1897) adlı yapıtı, İngilizce aslından Yurdakul Fincancı dilimize çevirdi ve kitap “Doğu Sorunu [Türkiye]” adı ile Sol Yayınları tarafından Mart 1977 tarihinde Ankara’da İlkyaz Basımevi’nde dizdirilip bastırıldı. Karl Marx ve Friedrich Engels’in doğu sorunu ile ilgili makalelerinden oluşan bu eserin şu an Türkiye’de baskısı bulunmamaktadır. “Doğu Sorunu”, Emperyalizm in, özellikle İngiltere’nin başta Osmanlı İmparatorluğu olmak üzere, Çin’e kadar uzanan bir alanda uyguladığı politikaların genel tanımıdır. Osmanlı Devleti’nin dağılmaya başlamasından sonra büyük devletlerin Osmanlı üzerindeki acımasız rekabetlerini açıklayan bu terim (eski dilde Şark Meselesi), ilk kez 1813 Viyana Kongresi’nde kullanıldı. Ben Doğu Sorunu kitabıma 1977’de üstünkörü olarak şöyle bir göz atmış sonra kütüphanemde gerilere itmiştim. 2015 yılında su baskınından birkaç ay önce elimden hiç düşürmemecesine yeniden dikkatle okumaya başladım. Amacım bu dünyanın sömürücü eksenini hırpalamış filozofun “Türklere” hangi gözle baktığını tespit etmekti. Ama okudukça şaşırdım kaldım. Neden mi?… Karl Marx, Doğu Sorunu’nda 3685 kez “Türk” ve “Türkiye” kelimelerini tekrarlamıştır. Kitabın her sayfasında ortalama 5 kez “Türk” kelimesi geçtiğine göre, 737 sayfalık dev kitapta 3685 tane “Türk” karşımıza çıkmaktadır. Hayret değil mi?… Şimdi kitap Almanca’dan Türkçeye çevrildiğine göre Almanca aslında düşman, barbar, doğulu, Müslüman diye geçen kelimelerin Türkçeye çevrilirken bir ırkçı çevirmen tarafından Türk olarak yazıldığı da iddia edilebilir; oysa Türkiye’nin Marksist – sol yayın dünyasının usta çevirmeni Yurdakul Fincancı ne böyle bir halt edebilir, ne de kitabın aslını elinize aldığınızda bu iddianın ne kadar havada kaldığını gözlerinizle görürsünüz. Şöyle bir iddia da ileri sürülebilir. Kitabı hayatlarında bir kere bile eline almamış olanlar, kitapta geçtiğini iddia ettiğimiz “3685 tane Türk”ün, abartılı, hatta atmasyon bir rakam olduğunu bal gibi ileri sürebilirler. O zaman biz toplam rakamın sonundaki 5 rakamını atarız. O zaman kitapta 368 tane Türk yer almış olur.. Bu da abartılı ve palavra olarak görülebilir. O zaman 368’deki son rakam olan 8’i de atarız. Oldu mu 36 rakamı… Evet, kitapta 36 tane Türk var deriz… Buna da itiraz geldi diyelim… 6’yı da atarız.. Elimizde 3 tane Türk kalır… Kaya gibi, sapasağlam, dimdik, yok edilemez, başka bir kavrama dönüştürülemez, net, olgun, tanınan, bilinen ve tüm içeriği doldurulmuş bir “Türk” kavramı… Başka bir kavramla izah edilemeyecek, başka bir markaya dönüşmeyen bir sabit formül… Yalnızca Karl Marx’ın değil, tarihle, coğrafya ile, siyasetle, sosyolojiyle, felsefeyle ve uluslararası ilişkilerle ilgilenen Marx”ın yaşıtı veya benzeri tüm Batılı, Avrupalı, Frenk düşünürlerin hiç çekinmeden ve hiç düşünmeden kullanabilecekleri, daima kullandıkları bu Türk, bu kadar net ve belirgin, hatta vazgeçilmez bir kavramdır. Doğu Sorunu’na Marx ile birlikte F.Engels’in de emek verdiğini hatırlayalım. Şimdi burada kritik soru şudur? Bu “Türk”, neyin nesidir?… Kimdir?… Nereden gelmiştir, nereye gitmektedir? İşte bu sorunun yanıtı üzerinde duruyoruz ve günümüzdeki nice soruya ışık tutuyoruz, bu ışık üstelik Emperyalizmin güdümündeki “Biji Obama” etiketli siyasal-etnikçi provokatörlerin lazer ışığı değil, tarihin projektör ışığıdır. Karl Marx’ın “Türk”ü, nedir?… Sıralayalım sonra hepsini tek bütünde toplayalım. Kadim Osmanlıdır, Müslümandır, doğuludur, Batı ve Rusya ile sürekli çarpışan bir ezeli düşmandır, baştan sona Batı’nın anti-tezidir, geçmişinde Orta Asya’dan kopup Selçuklu ve Osmanlı’ya uzanmış akışkan ve kesintisiz bir tarihi sırtlayan Batı karşıtı bir kalıcı kavramdır. (İlber Ortaylı’ya göre tek başına Osmanlı kelimesi bile, Batı karşısında simetrik bir ilişki içindedir: “Osmanlı büyük devletti ve sonrasında da büyüktü. O büyük devletlerin içinde de büyükten büyüğü vardır. İşte İngiltere, bugünün Amerika’sı. Osmanlı işte bu büyük devletlerde bir tanesidir. Statüsü budur ve cumhuriyet de bunu devralmıştır. Bknz: İlber Ortaylı – Tarihin Sınırlarına Yolculuk) Dediğimiz şudur, bu Türk kavramı, Osmanlı’dan da daha kapsamlı, daha tarihsel ve daha evrenseldir; Doğu Roma perifesine yayılmış Müslüman Roma’dır, İslamın kılıcıdır, oryantaldır, alaturkadır, Türki, Rumi (Bizanslı) , Arabi, Farisi (İranlı), Devşirme(Balkanlı) veya Dönme (Mesih Sabetay Sevi müridi) temel olmak üzere, binbir kök ve etnisiteyi tek bir toplum çerçevesinde, cihat artı fetih psikolojik sihirli formülünde birleştirebilmiş, düşmanlarınca yok edilmesi gereken, zamanına göre Bosna’dan Kudüs’e, Mekke’den Kahire’ye kadar yüksek bir ekonomi, yönetim ve hukuk (fıkıh) sisteminin emperyal hale dönüştürülmüş; Viyana’dan Yemen’e, taa Trablusgarp’a kadar yayılmış bir coğrafyada ve Akdeniz sularında örgütlenmiş baskın egemenliktir. Geçmişinde bunlar yazılı olduğu için, durakladığı ve gerilediği süreçte sonuna kadar izlenip, yok edilip geriye itilmelidir (Son geriye itilme hattının Orta Asya olamayacağına göre, Sevr’e göre Konya ovasıdır). Gelelim neticeye… Karl Marx’ın “Türk”ü, ne bir ırkı, ne de bir herhangi modern ırkçı ulusu, ne de tek ırk temelli bir uluslaşma sürecini, ne de bir etnisiteyi işaret eder. Marx’ın Türk’ü, her hangi bir ırktan, her hangi bir ulustan veya her toplumun yaşamında bir zaruri süreç olan klasik moderniteden, sıradan bir etnisiteden, çok daha bambaşka bir kategorik boyutta, çok daha muazzam, çok daha kapsamlı, çok daha etkin içerikli, çok daha gerçek, çok daha net bir bilimsel kavramdır. Marx’ın Türk’ü, tarihin sayfalarından koparılamayacak kadar tarihe yapışmış, tarihi yönlendirmiş, tarihi yazan kalemin mürekkebi olmuş dünyevi (Cihanşümul desek daha doğru olur) bir kavramdır. Marx’ın Türk’ü, Anglo-Sakson, Latin, Slav, Grek, Çin –Moğol, Hindi – Avrupai gibi içinde uygarlık tariflerinin de bulunduğu dünyevi kültürleri içeren kategorik bir kavramdır. Etnisiteyi değil; dini, kültürel ve tarihsel bir sentezi ifade eden bir evrensel uygarlık ve kimlik tanımıdır. Orhun Anıtı’ndan Bilge Kağan, Cengiz Han ve Attila’ya, Kaşgarlı Mahmut’tan Osman Gazi’ye, Mevlana’ya, Yunus Emre’ye, Hacı Bektaş Veli’ye, Fatih Sultan Mehmet’ten Mimar Sinan’a, Ziya Gökalp’ten Mustafa Kemal’e, Nazım Hikmet’ten Orhan Pamuk’a, Münir Nurettin’den İdil Biret’e ve Fazıl Say’a kesintisiz uzanan, vatanından koparılmış Çerkez’in veya Boşnak’ın (daha nice etnik halkların da) içinde bulunduğu, tarihsel Turan perifesinde yer alan Azerbaycan ve tüm Orta Asya Türki Devletlerinin de ana alt kimliğini kapsayan, Mustafa Suphi’den Sultan Galiyev’e tüm Türkçü komünistleri de kucaklayan, günümüzün güncel etnik topluluğu Suriye Bayır Bucak Türkmenlerinden taa ötelerdeki Doğu Türkistan (Sinkiang = Sincan) Uygur Türklerine uzanan bir “evrensel kimlik” gerçeğidir (tarihsel zihniyetidir) anlatmak istediğimiz. Burada Türk ırkçılığı veya siyasal Türkçülük değil, Türkoloji’dir söz konusu olan (dünyada böyle bir bilim vardır, bilir misiniz?). Irkı veya ırkları değil, ulus veya ulusları değil, Türkçe konuşan bir evrensel, kültürel kimlik ve zihniyet kuşağıdır anlatmak istediğimiz. Kürt insanı da yüzyıllarca kardeşlik ve dindaşlık bağlarıyla bu kavramın içinde sımsıkı yer almıştır. Bundan sonra da, ya yine bu kavramın içinde saygın ve eşit biçimde bulunacaktır veya tamamen ayrılıp ulusal isteklerini uluslaşmaya dönüştürüp devletleşecektir, bu yalnızca onun kararıdır, hiç tartışmam… Yalnız unutmayalım, Marx’ın “Doğu Sorunu” kitabında bir tane bile Kürt kelimesi yer almamaktadır.. Yani kitabın yazıldığı tarihlerde Türk kelimesi ile Kürt kelimesi arasında böylesine asimetrik ilişki vardır. Bu demek değildir ki, tarihin bir ileri aşamasında Kürtler üstün bir uygarlık yaratmazlar. Böyle bir uygarlık yarattıkları zaman Türklere de, bana da düşen alkışlamak olacaktır. Devam edelim… Madem, Karl Marx’ın 3 tane Türk’ü var… Türk’ü de, yaşamından özetleyerek yalnızca 3 zirve ile anlatabiliriz. Bunlar, Çin Seddi, İstanbul’un Fethi ve Atatürk’tür… Çin Seddi’nden Atatürk’e kadar geçen binlerce, yüzlerce yıl içinde tarihin sayfalarında 3 tane Türk varsa, bu kavram tarihin sonuna kadar da orada kalacaktır. Bu bakımdan Türk milleti denildiği zaman, bu bir ırkı, sıradan bir modern ırkçılığı değil, tam tersine kucaklayıcı, sentezci bir tarihi kavramı kapsamaktadır. Türkiye bir imparatorluk bakiyesidir, herkesin kökü, kültürü, dili, dini, mezhebi farklı olabilir ama kopup geldiği tarih ve gideceği adresteki cumhuriyetçi uygarlık, 3 adet Türk’ün doğumdan olgunluğa ulaşmak istediği bir insani süreçtir… Bu bakımdan Türkiye’de veya dış dünyada Türk’ün gerçekte olmadığını iddia etmek veya Türk’ü yok edip milliyetsiz bir Anadolu halkı yaratmak isteyen güncel paradigmalar, geçici olarak radikal ümmetçi (Politik İslamcı) veya radikal etnik ırkçı (Kürtçü) saldırma, sataşma ve sulandırmalarla istedikleri istasyonlara vardıklarını düşünseler bile, bu tarih treni arada duraklasa bile o istasyonlarda hiç durmadan ileriye geçip gidecektir… Günümüzün kalleş ve barbar “Emperyalist Tarihi”, bu coğrafyadan ve Karl Marx’ın “Doğu Sorunu” kitabından Türk’ü asla silemeyecektir. Günümüzde kuruluş aşamasında nice hataları ve bilinçsiz eksiklikleri taşımasına rağmen ayakları üzerinde dikilebilmeyi başarabilmiş Kemalist Moderniteyi aşındırmak isteyen Emperyalizmin (= Küreselleşme’nin = Yeni Ortaçağ’ın) güdümündeki “Güncel İslamcılık” ve “Silahlı Kürt ayaklanması”, çürümüş Türkiye sosyo-politik yapısında çokça mevzii başarılar kazanmasına rağmen, “3 Türk” tarihteki yolculuğuna devam edecektir. Humeyni Rejimi’nin on yıllardan sonra gerçekte İran (Fars) tarihi olgusunun bir halkası olduklarını fark ettikleri gibi (Ortadoğu coğrafyasında düpedüz Şii Acem Milliyetçiliği yaptıkları gibi), varsayım olarak kopkoyu bir şeriat rejimini sürüklenecek olan bir Türkiye toplumu da yine tarihin bir amansız aşamasında Türk olduğunu fark edecektir. Yine Türkiye’yi parçalayıp varsayım olarak bir Büyük Kürdistan kuracak olan Kürt etnik milleti de, yine tarihin acımasız bir aşamasında yani milliyetçilik baharını aşmalarından sonra ne kadar boşa düştüklerini görecekler, yeniden Türkiye ile birleşmek için her türlü rica, yalvarma, politik atraksiyon, ajitasyon ve provokasyonlara başvuracaklardır. TBMM’deki yemin töreninde asla “Türk milleti” demeyeceğini inatla belirten ve belki bu kelimeden nefret eden Leyla Zana’nın kulağına küpe olsun. Hanımefendinin, “Doğu Sorunu” kitabının tek bir sayfasını anlayabilecek ve yorumlayabilecek bir feraseti olmadığı için kulağındaki o küpeyi fark edebileceğini sanmıyorum… Ancak burada gerçek muhatabımız, Başbakan Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu tarafından 27 Kasım 2015 tarihinde TBMM’ne sunulan “64.Türkiye Cumhuriyeti Hükümet Programı”nda yazılı olan hususlardır. 160 sayfalık Hükümet Programında tek bir yerde Türk kelimesinin geçmediğini ve milletimiz diye vurgulanan yerlerdeki “o milletin isminin” ne olduğunun bilinmediğini işaret ederek sözlerimizi ilerletelim. Yeni Anayasa yapılacağını ve Başkanlık sisteminin hedeflendiğini ilan eden programın 24. Sayfasında şu ibare yer almıştır: “Yeni anayasa, milletimizin kültürel ve toplumsal çeşitliliğini tanıyan, herhangi bir etnik veya dini kimliğe referans yapmayan bir vatandaşlık tanımını esas alacaktır”. Bu ibare, şimdiki Anayasadan “Türk” kelimesinin çıkarılacağını mı ima etmektedir? Bilinmiyor. Yargısal Onursal Cumhuriyet Savcısı Sabih Kanadoğlu, ifadenin açık olmadığını ileri sürerek, “Yani karnında ne var bilemezsin ki. Bu lafları isteyen istediği yere çekebilir” demiştir. Yani “Türk”, şimdiki Anayasadan “şrakkk” diye çıkartılabilir de, yumuşatılıp veya kılıf giydirilerek azıcık kalabilir de… MS. 600’lü yıllarda ilk kez apaçık resmen kullanılmaya başlanmış olan bu kelime ve o kelime ile ifade edilen bir tarihi sürecin meyvesi bir millet, artık boynunu giyotine uzatmış durumdadır… Giyotin ya “şrakkk” diye inecek, ya da azıcık bekleyip aşağı yavaşça inerken kelleyi götürmeyip kulağı, boynun kenarını filan kesip atacaktır… Emperyalizm ve onun çağdaş ekonomi politiği olan Küresel Kapitalizm, iki temel çelişkiyi (1- Emperyalizm-Mazlum uluslar çelişkisi, 2- Evrensel emek-sermaye çelişkisi) gözden kaçırmak için kimlikler siyaseti dayatır. Bu bakımdan Küresel Emperyalizm insanların etnik veya mezhepsel köken olarak bilmem ne olmasını önemser ve onları kışkırtır, yani ulusal halklara yurttaş ve emekçi olmalarını unutturmak ister. Bu bakımdan Küresel Emperyalizm, Türk’ü silmek ister. Ulusal gerçeği yok edip halka topyekun siyasal içerikli dini kimlik giydirmek isteyen İslamcı İrade ile böylece buluşur. Buna Etnikçi İrade hemen katılır. Çünkü Kürtçü Hegemonya, ancak Türk silindiği zaman coğrafyaya hakim olacaktır. Kürtçü Hegemonya’nın yarısı İslamcı, yarısı Silahlı Kürtçü (PKK’lı) olduğu zaman , “iyi polis-kötü polis oyununa” benzer biçimde, içlerinde taşıdıkları ütopyaya daha hızlı yaklaşırlar. Bu bakımdan Türk’ü silmek, anlamlı (!) bir ittifak sorunudur. Gelelim Yeni Hükümet Programı’nın 26. Sayfasındaki ibareye: “Milletimizin teveccühüyle hazırlayacağımız özgürlükçü ve insan odaklı yeni Anayasa ile seçimlerin istikrar üretebildiği, yasama ve yürütmenin müstakil olarak etkin olduğu, güçler ayrılığının tahkim edildiği, demokratik denge ve kontrol mekanizmalarının öngörüldüğü, toplumsal farklılıkların siyasal temsilinin sağlandığı, ademi merkeziyetçi bir idare sisteminin güçlendirildiği, karar alma süreçlerinin hızlandığı yeni bir siyasal sisteme geçebiliriz”. Burada laf olsun torba dolsun kabilinden mi “Ademi Merkeziyet” denmiştir, yoksa 107 yıl önce Osmanlı’yı çatır çatır parçalayacak olan İngiliz kuklası (ajanı) Prens Sabahattin’in Sahte İslam ağırlıklı liberal Ademi Merkeziyet doktrinine mi gönderme yapılmaktadır?… Eğer laf olsun torba dolsun ise, heyecanlanmamıza gerek yok. Ancak Hükümet Programı’nın gerçek ruhu, karanlık ruhlu Prens Sabahattin’den bilerek veya bilmeyerek esinlenmiş ise, Türkiye hapı yuttu demektir! İyi niyetli, toplumu daha sıkı bağlarla kaynaştırma amacıyla dahi olsa, İslami ruhlu ama Türk’süz bir Sivil Anayasa yapma yolculuğuna çıkanlar, önce Batı’nın (Emperyalizmin) ağzını sulandıracak Büyük Kürdistan Devleti’ni de kapsayan bir “Topyekun Federalizm” durağına, sonra Türkiye’nin paramparça olacağı bir kaos bataklığına sürükleneceklerdir. (Bu arada Ermenistan’ın Trabzon dahil, 6 vilayetimizi topraklarına katmak için cesur biçimde isteğini de ekleyelim. İsteyen Ermenistan Anayasası’nı inceler, kolay canım, Google’dan indiriverin okuyun)) Yani… Türk olduğu unutturulmuş bir isimsiz millet, artık tarihin ancak geçmişinde yer alacak, ancak tarihin geleceğinde asla var olmayacaktır. Günümüzdeki tüm aktüel çatışmaları, Osmanlıcı diktatörlük özlemini, terör olaylarını, iktidarların zulmünü, muhalefetlerin çaresizliğini, tüm sömürü gerçeklerini, emek-sermaye çatışmalarını, Tahir Elçi cinayeti ve tüm faili meçhulleri, paralel, yatay, dikey tüm gizli devlet derin yapılanmalarını, Ergenekon ve Balyoz davalarını, MİT tırlarına el koyan ve Paralel örgüt mensubu olduğu ileri sürüldüğü için tutuklanan Jandarma Paşalarını, böylece tüm ama tüm ideolojik, etnik, siyasi kavgaları bir an için kafanızdan silin, geleceğe baktığınızda ancak tek gerçek var olacaktır. Bu da tarihten silinen bir millettir… Yok olacak bir coğrafyadır… Tıpkı, Kahraman Tito’nun Yugoslavya’sı gibi… Ya da Timurlenk’in, Anadolu’ya saldırısından ve Yıldırım Beyazıt’a karşı Ankara Meydan Savaşını kazanmasından sonra oluşan paramparça olmuş Osmanlı perişanlığını vurgulayan “Fetret Devri” gibi… Konuyu açalım… Fetret sürecinde, yani ulusallığını, ismini ve tarihsel değerini unutmuş bir karmaşık halkın birbirini yediği bir parçalanma ve kaos ortamında, (tıpkı Afganistan’da, Irak’ta, Suriye’de olduğu gibi), marksist solculuğun da, sağcı milliyetçiliğin de, liberalliğin de, muhafazakarlığın da beş paralık değeri yoktur kardeşim… Yani Emperyalizmin purosunu yakıp, keyifle üflediği bir tablo… Böylece… “Eyvallah Marx Baba”, demek herhalde boynumuzun borcudur… Not: Son cümledeki eyvallah, “elveda” anlamında değil, “sağol usta” anlamındadır. Daha önemli not: Yukarıdaki yazım yayınlanır yayınlanmaz haklı eleştiriler geldi. “Sünni bir Türk” tarifi yaptığımı sanmışlar. Derdimi daha net biçimde açmam gerekiyordu. Oysa Sünnilik, Alevilik derdinde değilim. Çünkü: Her Türk, Sünni Müslüman değildir. Çünkü: Moldova Gagavuz Türkleri, Hristiyandır. Yunanlı Karaman Türkeri, Ortodokstur. Karaim ya da Hazar Türkleri, Musevidir. Altay Türkleri, Tengricidir. Sibirya Saka – Yakut Türkleri, Şamandır. Çin’deki Uygur Türkleri’nin yarısı, Budisttir. Azeri Türkleri ve İran Türkleri, Şiidir. Anadolu Türkmenleri, Alevi’dir. Anadolu Yörük, Çepni ve Tahtacıları, Şaman öğeleri taşıyan Alevi’dir. Ayrıca Türkiye’de, milyonlarca laik düşünceli Türk yaşamaktadır. Bu bilgileri bin yıldır bilmeme rağmen ne yazık ki yazıma eklemeyi unuttum. Eleştiriler haklıdır. Konumuz şimdi yerine oturmuştur. Bana gelince, 2.Dünya Savaşı’nın bitiminden hemen sonra doğmuşum ve Uşak nüfus kütüğüne kayıtlı bir ailenin mensubu olarak İzmir Karşıyaka Nüfus Müdürlüğü’nden aldığım ve hala sakladığım ilk Nüfus Defterimde “Hanefi İslam” olduğum yazılı. Hanefilik bana hiçbir şey ifade etmiyor, İslam olmam yetmekte. Politik din ve mezhep tartışmalarının, Türk’ü bölüp parçaladığına inanırım ve uzak dururum. Eyüp Sultan da babamdır, Pir Sultan Abdal da benim babamdır, Mevlana da babamdır, Hacı Bektaş Veli de babamdır, Şeyh Bedrettin de babamdır. Anladık mı?… Bir hatıra ve bir ders… 1960’ın ilk yarısında üniversitede, hemen ilk ders yılımızda, cin gibi art niyetli bazı ağabeyler (“Akıncılar” isimli İslamcı gençlik örgütünün liderleri) koridorlarda, kantinlerde yolumuzu keser ve şu soruyu yöneltirlerdi:

Bir sandalda üç kişi olsanız. Biri Müslüman Arap, öteki Hristiyan Türk… Birini denize atacaksın. Kimi atardın?

Bu sorunun yanıtı olarak, “Hristiyanı atardım” yanıtını, bizden beklerlerdi. Korkudan onların istediği yanıtı verirdik… Körpe kafamıza Müslüman olmayan Türk’ün zındık, kafir, denize atılması gerekli, kafası kesilmesi lazım gelen İblis olduğu fikrini yaymak isterlerdi.

Aradan yıllar geçti. Sorudaki şeytanlığı anladım artık… Şimdi sorsalar, yanıtım belli: İkisini de sandalda bırakırım, seni atarım denize lan! En son not: “Türk” dediğim zaman, çağdaş, yurtsever, üretken, halkına – vatanına sımsıkı bağlı anti-emperyalist bir hümanist insanı kastediyorum. Yetmez mi?…

Bunları da sevebilirsiniz