Dünya Basınından Türkiye / Ortadoğu

Al Ahram Weekly- Mısır 14 Ekim 2015 Kaynak: http://weekly.ahram.org.eg/News/13386/19/Turkey%E2%80%99s-dying-press-freedoms.aspx Türkiye’nin ölmekte olan basın özgürlüğü Sayed Abdel-Meguid: Eleştiriye ve muhalefete hoşgörüden yoksun olan Erdoğan basına ve hatta halka açık ifade özgürlüğüne saldırmaya devam ediyor. Bu yazar (Sayed Abdel-Meguid- yazısını okumakta olduğunuz) Anadolu’nun yemyeşil vadilerinde ve yüce dağlarında geçirerek ve bu ülkenin en büyük gelişmelerini ve krizlerini 20 yıl yakından gözlemledi. Bu sürenin büyük bir bölümünde, Türk liderler, kendi yetki ve sınırlarını açık ve net bir biçimde tanımlayan anayasal koşullarla uyumlu, bilgece ve dengeli bir şekilde hareket etti. Bu süre zarfındaki deneyimlerim, Süleyman Demirel’in döneminin son dört yılını, Ahmet Necdet Sezer ve Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı dönemlerini kapsamaktadır. Bu liderlerin her yılın ekim ayında gerçekleşen, meclisin yeni dönem açılışlarındaki konuşmaları boyunca salon her zaman sükun içinde olmuş ve meclis, vekiller ve ziyaretçilerle tıka basa dolmuş olurdu. Cumhurbaşkanının konuşmasını, tüm dinleyiciler genç Türk cumhuriyetini simgeleyen bu makama duydukları saygı nedeniyle sessizce ve ilgiyle dinlerlerdi. Ne yazık ki, geçtiğimiz Salı günü mecliste yansıyan sahne bundan bütünüyle farklıydı. Sanki Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tek bir partiye hitap ediyordu. Erdoğan’ın içeri girmesiyle birlikte Kürtçü, Halkların Demokratik Partisi’nin 80 vekili bir blok halinde ayağa kalkıp salonu terk etti. Diğer muhalefet partileri olan Cumhuriyet Halk Partisi ve Milliyetçi Hareket Partisi liderleri de salonda bulunmuyorlardı. Dahası, alaycı laf atmalar ve eleştiri yağmurunun meclisin ön sıralarından cumhurbaşkanının açıkça kızıp öfkeli bir şekilde yanıt verdiği sahneye aktığı ana dek, birkaç yıl öncesine kadar böyle istisnai bir olay düşünülemezdi. Erdoğan, kendisinin PKK’ya karşı yürüttüğü savaşı desteklemeyen muhalif siyasetçilerin kendilerinin de terörist olduğunu söyledi. Doğal olarak, muhalefet de bu suçlama karşısında çileden çıktı. Medyanın pek çok köşesinde, özel olarak da basılı yayın organlarında, espiri ve alayla dolu yorumlar yapıldı. Geleceğe ilişkin en ufak bir uyarı veya belirsizliğe yer yok; özellikle de Erdoğan’dan lafını esirgemeyen eleştirmenler için. Onlar belirsizliğe yer bırakmayacak bir biçimde uyarıldılar: Bizimle değilseniz, bize karşısınız. O halde şimdi seçim yapmanız gerekiyor. Ya sizin ve aileniz için sessiz ve barış içinde bir yolu seçersiniz, hatta belki gelecekte bazı lütuflarla da karşılaşabilirsiniz; ya da tasfiye edileceksiniz, şayet bu yetmezse ders olsun diye kemikleriniz kırılacak. Hürriyet yazarı ve CNNTürk kanalında popüler televizyon programı “Tarafsız Bölge”nin sunucusu Ahmet Hakan, yakınlarda böyle bir ders aldı. 30 Eylül Çarşamba gecesi, televizyon programından çıkan Ahmet Hakan evine giderken, evinin bulunduğu Nişantaşı’nda kendisini takip eden dört adamın saldırısına uğradı. Kaburguları çatlamış ve burnu kırılmış bir halde hastaneye yetiştirildi. Ahmet Hakan bu olayın öncesinde de birkaç kez tehdit edilmişti. Bu tehditlerden biri AKP’li bir vekil tarafından, bir diğeri ise AKP hükümetini eleştirmesinden ötürü “bir böcek gibi ezmek” için and içen hükümet yanlısı Star gazetesi tarafından yapılmıştı. Bununla birlikte, Ahmet Hakan’ın koruma talebini reddeden hükümet, kendisinin işverenini özel bir koruma (bu koruma da Hakan’ın evinin önünde saldırıya uğradı) tutmayı zorladı. Saldırganlar, tuhaf bir biçimde, olay yerinden kaçmadılar. Sanki olayın sonuçlarından korkmuyor veya onları koruyacakların olduğunu biliyorlardı. Olayın birkaç saat öncesinde New York’ta bulunan Başbakan Ahmet Davutoğlu, Türk basınının özgür olduğu ve herhangi bir şekilde baskı altında olmadığı konusunda ısrarcıydı. Belki de yaverleri kendisini, başında olduğu partinin üyelerinin tarafından Hürriyet’in ofisine ve çalışanlarına yaptıkları saldırılar hakkında bilgilendirmeyi unutmuşlardı. Aslında Davutoğlu’nun Birleşmiş Milletler Genel Kurulu toplantısında söyledikleri, basına karşı yoğun bir saldırıyla ve failleriyle örtüşmektedir. Ülkenin en büyük medyasını oluşturan Doğan Medya Grubu yaptığı haberlerle “terörizm propagandası” yapmakla suçlanarak bu saldırılardan etkilenenlerden başı çekmektedir. Aynı suçlama, Twitter’daki çeşitli hesapları soruşturmanın gerekçesi olarak dile getirilmektedir. Dahası, Güneş gazetesi tüm bunların önceden planladığını açıklığa kavuşturmuştu. Savcılığın Doğan Holding’in kurucusu olan Aydın Doğan’a suçlama yapmasından önce, Erdoğan ve ekibine yakınlığıyla bilinen gazete, Doğan’ı kelepçelenmiş gösteren bir görsel yayımladı. Bu sırada, 34 gazeteci de benzer suçlamalar soruşturulmaya başlandı. Bunların arasında, Cumhuriyet gazetesi editörü Can Dündar, yine aynı gazeteden Özgür Mumcu; Hürriyet’in en önemli köşe yazarlarından olan Ertuğrul Özkök’ün yanı sıra Taraf ve Aydınlık da dahil olmak üzere diğer gazetelerden muhabirler de yer almaktadır. “Fısıltı gazetesi” (bu ifadeyi kullanabilirsek) bile bu operasyon kapsamındaydı. Sözcü gazetesine göre, geçen 13 ay içinde 13 kişi “cumhurbaşkanına hakaret” gerekçesiyle tutuklandı. 236 kişiyse bu suçlamaya hali hazırda soruşturulmaktadır. Gazetenin haberine göre, bu tutuklananlardan beş kişi aynı zamanda Güneydoğu’da PKK militanlarıyla yaşanan çatışmalarda öldürülen asker ve polislerin yakınıdır. Beş kişinin tamamının da şehit cenazelerinde yakınlarının ölümlerinden, AKP’nin 7 Haziran seçimlerindeki kayıplarını tersine çevirme planı çerçevesinde ülkeyi bu gereksiz savaşa soktuğu için Erdoğan’ı sorumlu tutan ifadeleri olduğu bildirilmektedir. AİHM İkinci Bölüm Başkanı Ayşe Işıl Karakaş’ın Cumhurbaşkanı’na hakareti bir suç olarak tanımlayan yasanın Erdoğan’ı eleştiren kişileri sindirme aracı haline geldiğini söylemesine şaşmamalı: “Türkiye işkencenin hoşgörüldüğü bir ülke imajına sahipti. Bu imajın artık bulunmadığını söylemekten memnunum. [Ancak] Yerini ne aldı? Basın ve ifade özgürlüğünün korunmadığı, internetin engellendiği, cumhurbaşkanına hakaret eden insanlara karşı sürekli olarak dava açıldığı bir ülke imajı. Avrupa’da bu tür uygulamalar bulunmuyor”. ABD Dışişleri Bakanı John Kerry de mevkidaşı Feridun Sinirlioğlu’na Türkiye’de gazetecilerin taciz edilmesinden ve basın özgürlüğünün baskılanmasından duyduğu rahatsızlığı söylemek zorunda hissetti. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 70. Toplantısının açılış törenlerinde kendisine eşlik eden Sinirlioğlu’na bu rahatsızlığını iletti. ABD Ankara Büyükelçisi John Bass, şu günlerde Washington’da toplanan Türk-Amerikan Konseyi’nin yıllık konferansında benzer düşünceleri tekrarladı. Türk vatandaşlarının oylarını 1 Kasım’da özgür ve adil bir seçimde kullanma fırsatını bulacaklarını ümit ettiğini söyleyen Büyükelçi, bunun için de uygun koşulların özgür ve sağlam bir basın olduğunu dile getirdi. Yurtdışının artan kaygısı nedensiz değildir. Sınırsız yazma ve resmetme alanı AKP yönetimi altında insanda özgür basının Türkiye’de son nefesini de tüketeceği izlenimini yaratacak denli giderek daralmaktadır. Basının ölümün eşiğinden kurtulacağı umuduyla muhalefet milletvekilleri, yüzlerce gazeteci, yazar ve sivil toplum temsilcisinin birlikte İstanbul’un göbeğindeki İstiklal Caddesi’nde, hükümetin basını baskı ve sindirme kampanyasına karşı düzenledikleri protestoya katıldılar. Fars News Agency – İran 23 Ekim 2015 Kaynak: http://english.farsnews.com/newstext.aspx?nn=13940730000798 ABD ve Türkiye, Esad’ın Rusya’ya “Kırmızı Halı” ziyaretine öfkelendiler Tahran (Fars Haber Ajansı): Suriye Başkanı Beşar Esad’ın iki ana hasmı olan ABD ve Türkiye; Esad’ın, Beyaz Saray’ın “Kırmızı Halılı davet” diyerek veryansın ettiği Moskova ziyaretinden memnun olmadılar. Beyaz Saray, Suriye liderinin kabülünü “Kırmızı Halılı davet”i andırdığını söyleyerek eleştirdi. Bu açıklamada, RT’nin (Russia Today adlı Rusya yanlısı yayın organı – çevirmenin notu) haberine göre ABD, Esad’ı kendi halkına kimyasal silah kullanmakla suçladı ve Rusya’nın Suriye’deki iktidar değişimindeki çıkarlarını sorguladı. Beyaz Saray sözcüsü Eric Schultz açıklamasında “kendi halkına kimyasal silah kullanan Esad’ın kırmızı halılı davetiyle Rusya’nın Suriye’deki iktidar değişimine ilişkin açıkladığı hedefle uyumsuz görüyoruz” dedi. Esad geçmişte pek çok kez Batı’nın kendi hükümeti hakkında Suriye nüfusuna kimyasal silah kullandığı iddialarının “sağduyuya hakaret” ve “saçmalık” olduğunu vurgulamıştı. Birleşmiş Milletlerin bir denetçisi ve bağımsız çalışmalar bunun aksinin doğru olduğunu ortaya koyuyor. Onlara göre ABD ve Suudi Arabistan ve Türkiye’nin de dahil olduğu müttefikleri tarafından desteklenen IŞİD ve El Nusra Cephesi çeşitli vesilelerle kimyasal silah kullandı. ABD Dışişleri Bakanlığı Esad’ın Moskova ziyaretini, iki ülke arasındaki ilişkiler göz önünde bulundurulduğunda şaşırtıcı bulmadıklarını ekledi. Bakanlık sözcüsü John Kirby brifingde şunları söyledi: “Beşar Esad’ın Moskova’ya gitmesi Suriye’nin Rusya ile ilişkileri ve Rusya’nın Beşar Esad’ın yararına Suriye’deki yakın zamandaki askeri faaliyetleri göz önünde bulundurulduğunda şaşırtıcı değildir.” Ek olarak, Türkiye Başbakanı Ahmet Davutoğlu konu hakkında kinayeli bir şekilde Esad’ın geçiş sürecini başlatmak için “Moskova’da kalması” gerektiğini söyledi. Davutoğlu muhabirlere “Hiç değilse Suriye halkının rahatlaması için Moskova’da daha uzun kalabileceğini; aslında, geçiş sürecinin başlayabilmesi için orada kalması gerektiğini” söyledi. Davutoğlu bir kez daha Suriye’deki krizin çözümünün iktidarını sürdürdüğü bir geçiş sürecini değil, Esad’ın çıkışını gerektirdiğini vurguladı. Rus Devlet Başkanı Vladimir Putin ve Suriyeli mevkidaşı Beşar Esad Salı günü görüştüler. Kremlin sözcüsü Dmitry Peskov, çarşamba günü “Dün akşam Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad resmi ziyaret için Moskova’ya geldi. Başkan Putin, Suriye’deki durum ve uzun vadeli plan için Suriyeli mevkidaşı tarafından bilgilendirildi” şeklinde açıklama yaptı. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin “Suriye, Rusya ile dost bir ülkedir ve Moskova terörle mücadeleye yardımcı olmanın yanı sıra küresel ve yerel güçlerin işbirliğiyle Suriye’deki çatışmayı barışçıl bir siyasal çözüme ulaştırmaya hazırdır.” dedi. Putin “Son söz, hiç şüphesiz yalnızca Suriye halkına ait olmalıdır” diyerek açıklamasını sürdürdü. Kimi uzmanlar, Suriye’deki krizi çözmek istiyorsa Batı’nın, Esad’ın durumunu yeniden gözden geçirmesi gerektiğini belirtiyorlar. Ortadoğu muhabiri Karin Leukefeld, RT’ye şunları aktardı: “… Batı, kendi siyasal hatlarını ve Suriye’ye ve Suriye Devlet Başkanı’na karşı tutumlarını değiştirmek için vaziyeti kurtaran bir yol bulması gerekiyor.” Jerusalem Post – İsrail Kaynak: http://www.jpost.com/Opinion/No-holds-barred-The-bully-of-Istanbul-427440 Shmuley Boteach Elinden geleni ardına koymadan: İstanbul’un Kabadayısı Ne yazık ki, Türkiye’nin günümüzdeki sultan özentisi, Sultan Beyazıt olmaktansa Aragon’lu Ferdinand’ın yolunu seçti. Hemen herkes gençliğinde kabadayılığın belirli bir türünü görmüş ve deneyimlemiş ve hatta belki bir kabadayı bile olmuştur. Tek seferlik olmuş olabilir veya uzun süren, acı veren bir deneyim de söz konusu olabilir. Çocukların kabadayı haline gelmesi için birçok neden vardır. Bazıları evde fiziksel olarak veya duygusal olarak kötü muamele görmüştür ve bu yüzden de dayılığı, çektikleri acının dışa vurumunun bir yolu olarak kullanıyor olabilirler. Bazıları hizaya sokulmamış, onlara doğru değerler aşılanmamış ve kendilerini kontrol etme ve başkalarına zarar vermeme alışkanlığı kazandırılmamıştır. Bazıları da kendilerinden zayıf olanları zarar vermekle tehdit etmeyi, kurbanlarında yol açtıkları acının yıllar süren etkisini önemsemeksizin, onlardan istediklerini almanın etkin bir yolu olarak görürler. Patoloji bir yana, kabadayılık hakkında şu veya bu seferinde birçok insanın öğrendiği bir ders vardır: Kabadayılar genelde kendi içlerinde korkaktırlar ve sadece kendilerine karşı olanlardan çok zayıf gördüklerine saldırırlar. Kurbanlar karşılık verdikleri anda, kabadayılar genellikle saldırılarının hedefleri hakkında çok fazla tereddüt etmeye başlarlar. Dayılıklarının bedelinin yararlarına baskın geldiğinin aniden farkına varıp, genellikle dururlar. Bereket versin ki birçok kabadayılık yapan çocuk, zamanla büyüyüp geçmişte yaptıklarından pişmanlık duyan uygar yetişkinler haline gelirler. Ancak bazı kabadayılar hiç değişmez. Kurbanlarına ve kendilerine ne denli fena ve yıkıcı bir zorbalık yaptıklarını fark ettiklerinde duygusal boşanma yaşanmaz. Hatta, zorbalığın yanıltıcı bir karizmatik çekimle ve uygun zamanlı gülücükle birleştiğinde başkalarının üstüne basıp kendilerini benmerkezci hedeflerine götürdüğünü düşünürler. Kişiliği ve ilişkileri, vahşice zorbalığa nazaran sahte bir nezaketin onları ne kadar ileri taşıyacağının fayda-maliyet analiziyle kurulmuş yetişkin bir zorbadan daha rahatsız edici bir şeyin bulunması zordur. Ne yazık ki, siyaset ve iktidar ilişkileri bu türden zorba kişilikler için bereketli görünüyor, tıpkı balın sineği çektiği gibi onların bu alana çekiyor. Bu alanda başı çeken ve siyasi kabadayılığın taktiklerini dünyaya açan bu türden bir liderdir Türkiye Devlet Başkanı Recep Tayyip Erdoğan. Ne yazık ki, o henüz kesin olarak layık olduğu bir biçimde ortaya konanamış bir kabadıyıdır. Baskı ile yönetmekte ve dünya liderlerini tepinerek onlardan kendi kontrol dışı egosuna secde etmelerini talep etmekte, onları zorlamaya ve tehdit etmeye kalkmaktadır. Aynı zamanda kendi vatandaşlarına da dayılanmakta ve vaktiyle gelecek vaad eden, AB’ye üyeliği ciddiyetle ele alınan demokratik bir ulusu, giderek despotik, anti-demokratik ve katı bir İslam anlayışıyla hizaya sokulmuş bir devlete dönüştürmektedir. Kabadayılığının meşhur bir kurbanı ABD Başkan Yardımcısıdır. Geçen Ekim ayında Harvard’daki bir konuşmada, Joe Biden, Türkiye’nin Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad rejimiyle savaşan, içerisinde El Nusra ve El Kaide gibileri de olan köktenci İslamcı unsurlara para ve silah yardımı yapan ülkelerden biri olduğunu ifşa ederek, malum ancak aleni bir şekilde söylenmesi yasaklanan gerçekler hakkında konuştu. Biden, Türkiye’nin IŞİD’le birlikte savaşmak için ve böylece daha da köktencileşen tahmin edilemeyecek denli çok kişinin sınırı aşıp Suriye’ye geçmesine izin verdiğini de sözlerine ekledi. Bu gibi durumlarda müttefikler arası olağan protokol, konunun özelde tartışılmasını ve her iki devlet tarafından da uygar ve karşılıklı olarak vaziyeti kurtaran bir netleşmeyi içermektedir. Ancak öfke kusan Erdoğan, açıklamaları duyması üzerine, aleni bir şekilde kendisinden özür bekleyerek Başkan Yardımcısını ve ABD’yi aşağılamaya kalkmış; özür beklemeksizin bir de tehdit etmiş, Biden benim için “tarih oldu” demiştir. Bu sözleri okurken, insan merak ediyor acaba bu cümleler bir dünya liderinden değil de Jersey Shore’daki (MTV’de yayımlanan bir tv şovu, vulgar ve tantanalı itiş kakışlarla dolu bir dizi programı) bir karakterin diyaloguna mı ait diye. Tüm bunların en hazin sonu Biden’ın, özür taleplerine bir kez de değil, iki kez taviz verip kendisiyle birlikte bütün bir ülkeyi çamura sürüklemesidir. Bu olay Obama’nın zorbalığa karşı yasamayı güçlendirmek için verdiği onca zamana ve öneme bakınca bilhassa ironik gözükmektedir. Masum çocukları zorbalığa karşı korumak için harcadıkları çaba harika, ancak kendi başkan yardımcılarını korumada bu kadar yetersiz kalmaları üzücü. Bu barışçı siyaset yalnızca Biden vakasıyla sınırlı değildir. Benzer şekilde 2010’da yaşanan Mavi Marmara kazası da var. İsrail’in Hamas’ı abluka altına almasına meydan okumak için Türkiye’den altı gemilik bir grup hareket ettiğinde, İsrail müdahale etmiş ve beş gemiye olaysız bir şekilde borda etmişti. Ancak altıncı gemide, yaklaşık kırk kadar yolcu, İsrail askerleri şiddetle, kavga ve bıçaklamayla karşılandı. Görüntüler izlendiğinde İsrail askerlerine nasıl acımasızca saldırıldığı, güvertede nasıl dövüldükleri görülecektir. İsrail kuvvetlerinin kendilerini korumaktan ve geminin alt katlarında rehin tutulan silah arkadaşlarını kurtarmaktan başka çareleri yoktu. Meydana gelen çatışma, Türk saldırganlardan altısının ölümüyle sonuçlandı. Erdoğan bu olayı İsrail’i kınamak için kullandı ve iki ülkenin ortaklaştığı diplomatik yakınlığı büyük ölçüde yıktı. Gemideki mücahitlerden biri IŞİD için savaşırken yakınlarda bir Amerikan hava saldırısında öldürüldü. Bu gemideki saldırganların motivasyonları hakkında bir fikir verecektir. Ancak sorunla ilgilenirken, Erdoğan, Yahudi devletine iftira atmayı seçti. Saldırganların ölümü tazmin edilmedikçe ilişkilerin yeniden kurulmayacağını söyledi ve bir kez daha bir özür talep etti. Belki de özrün ilişkileri geliştireceği düşüncesiyle İsrail özür diledi. Ancak Erdoğan’ın Yahudi devletine karşı tahkiri yalnızca daha da kötüleşti. Özrün ardından, Erdoğan, İsrail’e karşı hiddetlenmek için başka nedenler de buldu ve İsrail karşıtı siyasetlerine ve söylemlerine devam etti. Erdoğan’ın dayılanma tarihi bu kadarla da kalmadı. Davos’taki 2009 konferansında, konferanstaki diğer katılımcılarla birlikte Şimon Peres’e aşırı derecede saygısızca davrandı ve sözel olarak saldırdı. Sahnedeki tartışmalar resmen bittiğinde, Erdoğan moderatörden konuşmak için daha fazla süre talep etti. Erdoğan’ın, İsrail’e karşı bağırarak konuşmasının ardından moderatör kibarca oturumu sonlandırmaya çalıştı, böylece herkes önceden planlandığı gibi yemeğe gidebileceklerdi. Gelgelelim, Erdoğan, moderatörün üzerinden konuşarak onu yok saydı ve kendisini sakinleştirmeye çalışan yanında oturan adamın elini ittirirken saldırmaya devam etti. Kimse bu ergen söylevine karşı durmadı. Ardından, Erdoğan, sahnedeki ricalin huzurunda, kaba bir şekilde Davos’a bir daha asla gelmeyeceğini söylerek hiddetle ayrıldı. Erdoğan’ın dayılığı, siyasi liderlerle sınırlı değildir. Giderek artan zalimane yönetimi Türk vatandaşlarının bireysel özgürlüklerini sınırlamasına yol açtı. 2014’te Türkiye’yi ziyaret ettiğimde, Türkiye’deki diğer yaklaşık 75 milyon kişiyle birlikte, benim de Twitter ve YouTube’a erişimim engellenmişti. Sebep? Erdoğan, oğluna kendi evindeki yüzlerce milyonluk haksız kazancını zulalamasını söylerkenki gizli ses kaydının açığa çıkmasının ardından, yolsuzluğunu gizlemeye çalışıyordu. Bir zamanlar gelecek vaad eden demokratik Türkiye’yi, yatak arkadaşı İran ve diğer İslamcı aşırıları gibi bir ülkeye çevirmeye kalktığı, kendisinin yolsuz, demokratik olmayan yönetimini son yıllarda protesto eden binlerce Türk vatandaşını da tutukladı ve onlara karşı misilleme yaptı. Erdoğan’ın dayılanması bununla da bitmedi. 1492’de, Yahudilerin İspanya’dan sürülmeleri sırasında, büyük bir nüfus kaçmayı ve Türkiye’ye sağ salim iltica etmenin yolunu bulmuştu. Sultan Bayezit, onların ülkesinde bulunmalarından ötürü mutluydu. Ülkesine henüz yeni gelmiş Yahudi tebaasına şu çokça bilinen sözleri söylemişti: “Aragonlu Ferdinand nasıl olur da bilge bir kral dersiniz, hele ki o kendi ülkesini yoksullaştıran ve bizimkisini zenginleştiren Ferdinand ise?” Sultan, Yahudi halkının kültür ve bilgisinin ülkesine getireceği birçok yararı görmüştü. Ne yazık ki, Türkiye’nin günümüzdeki sultan olma özentisi, Sultan Bayezit olmaktansa Aragon’lu Ferdinand’ın yolunu seçti. Erdoğan’a yakın bir gazete, Türkiye’deki Yahudi cemaatini İsrail’in 2014 Gazze saldırıları sırasında sindirmeye ve tehdit etmeye çalıştı. Türkiye Yahudileri’nden İsrail’in sözümona suçlarından ötürü aleni bir özür talep etti. Görünen o ki dinsel azınlıklara karşı giderek artan hasmane bir çevrede Erdoğan, Yahudi tebaasına karşı kabadayılık yapmak için elinden geleni yapıyor. Pekala, Yahudi nüfusunun büyük bölümünü kovmayı kesinlikle başardı. İsrail ve Avrupa’ya giden Yahudi nüfus, kendileriyle birlikte Türkiye’nin bundan böyle onlarsız kaldığı hünerlerini ve know-how (teknik, yapabilme, bil yap) bilgisini de götürdüler. Shmuley Boteach: Hakkında The Washington Post gazetesinin “Amerika’daki en ünlü haham” dediği Shmuley Boteach, uluslararası en çok satan otuz kitapla birlikte “Amerika’nın Hahamı” (America’s Rabbi) ve yakınlarda çıkacak “İsrailli Savaşçı’nın el kitabı” (Israel Warrior’s Handbook) adlı kitaplarının yazarıdır.

Bunları da sevebilirsiniz

Bir cevap yazın