Türkiye’ye Reform Gerekmiyor mu? Reform İhtiyaç Değil mi?

TÜRKİYE’YE «REFORM” GEREKMİYOR MU?

«REFORM” İHTİYAÇ DEĞİL Mİ?

Bu «reform” da nerden çıktı diye düşünebilirsiniz. Sırada bunca şey dururken «reform” hiç olur mu? Ayrıca toplumumuzun devrime ihtiyacı varken, «yeniden Cumhuriyet” bir devrime ihtiyaç duyuyorken, reform istemek, reformu savunmak, reformcu olmak acaba ne kadar doğrudur da denebilir. Ama kastımız, reform değil, Reform, daha doğrusuyla Reformasyon!

Bilindiği gibi Reform, ya da Reformasyon, Hıristiyanlık tarihinin, Avrupa’nın tarihinin ve dünya siyasal-kültürel tarihinin en önemli olaylarından biri. Neden böylesine önemli? Almanya’da 16. yüzyılda yaşanmış olan Reform’un, neden Aydınlanma, Rönesans , bilim atılımları ve Devrimler gibi Avrupa’nın büyük kültürel, ideolojik, sanatsal, bilimsel, siyasal hamleleriyle birlikte anıldığını, neden onlarla aynı kategoride yer aldığını, bu konuda biraz bilgi sahibi değilsek anlayamayız. Çünkü Reform, dinadamı Martin Luther’in Almanya’da önderlik ettiği bir dinsel harekettir. «Hıristiyanlık içinde” bir çekişmenin ve mücadelenin hareketidir.

«Dinsel”dir, ama yalnızca görünüşte dinseldir, yani ilk bakışta öyledir, gerçek, Reform’un dinsellik sınırları içinde olmadığıdır ve yalnız o şekilde görülemeyeceğidir. Reform’un dinselliği, aslında Avrupalı Hıristiyan toplumlarının hayatındaki -belki- her şeyin örtüsü gibidir. Bu «dinsellik”, Reform’un özünün, altındaki sorunların ve gerçekliklerin üstünü örtmüştür ama işin aslı anlaşılamıyor da değildir.

Ayrıntıya girmeyelim ama «yalnız dinsel bir olay”, «dinde yeni bir yol arama” gibi görünmesinin ve görülmesinin nedenini ve Reform’un ne olduğunu kısaca özetleyelim.

REFORM’DAN ÖNCE AVRUPA’DA DURUM NEYDİ,

REFORM NEYDİ?

«Protestan mezhebinin yıkılmazlığı, yükselen burjuvazinin yenilmezliğine uygun düşüyordu; burjuvazi yeteri kadar kuvvetlenince, o zamana kadar hemen hemen yerel bir niteliği olan feodal soyluluğa karşı savaşımı da ulus çapında boyutlara varmaya başladı. İlk büyük eylem Almanya’da oldu; bu eyleme Reform adı verildi.”

F. ENGELS[1]

Avrupa, Roma İmparatorluğu ve Roma sonrasındaki Cermen devletleri tarafından zorla Hıristiyanlaştırılmış, bütün Avrupa tek-dinli bir hale getirilmişti. Avrupa yerlilerinin geleneksel Pagan dinleri silinmeye çalışılmış, kıtada tek bir Pagan kalmamacasına bütün Avrupalılar, baskıyla, zorla, şiddetle, kıyımla Hıristiyan yapılmıştı. Avrupa’daki bütün toplumlar, merkezi Roma kenti, yöneticisi ve başı papa olan yeni dinin hakimiyetine girmiş, Avrupalıların hepsi bu dinin mensubu olmuştu. Krallar, prensler, hükümdarlar Papalığın emri altındaydı. Kilise her şeyin belirleyicisi gibiydi. İkinci bir din ise yasaktı ve yoktu. Dini yorumlamakla ilgili farklı görüşler baskı altındaydı. Tartışma istenmiyordu. Merkezin söylediği dışında hiç bir şey kabul görmüyordu. Papa «yanılmaz”dı. «Farklılık” vardı ama Doğu Hıristiyanlığının iddialı bir şekilde ortaya çıkıp, Hıristiyanlığı kendisi temsil etmeye kalkıncaya kadar uzlaşmazlık ve mezhep ayrılığı da yoktu. Doğu ve batı Hıristiyanlıkları arasında çatışma ve kopma gerçekleşince, yollar ayrılınca ve Roma İmparatorluğu’nun Avrupa’daki parçası olan Batı Roma çökünce, Papalık, Avrupa’nın tamamının ve Avrupa Hıristiyanlığının tartışmasız tek hakimi olmak istedi. Üstelik bunu sağlamak için sonradan büyük bir sahtekarlık da yapılacaktı.[2] Sonunda Avrupa’yı temsil etmek ve otorite olmak gerçekleşti.

İtirazlar suçtu, yasaklar birbirini izledi. Sömürü olağanüstü boyutlara çıktı. Kitlelerin varlıkları ellerinden alındığı gibi cahil bırakılmaları da gerekiyordu, dinsel eğitim dışında eğitim de yoktu. Dinsel eğitim ise, uydurmalar ve aldatmacalardan ibaretti. Öğretiler dogmaydı. Kilise görevlileri dışında kimse okuma-yazma bilmiyordu.[3] Batı Roma İmparatorluğu’nun ortadan kalkmasından sonra ölü bir dil haline gelmiş olan Roma’nın dili Latince, dinsel kurumların her türlü faaliyeti ile yazılı ürün ve iletişimin dili yapıldı. Avrupa toplumları ne dendiğini anlamıyorlardı. Her türlü gelişme engellenmişti. Bilim reddedilmişti. Buna «Avrupa’nın karanlık Orta Çağı” dendi, çünkü kıta, Kilise yobazlığının ve çıkarcılığın elinde kalmıştı.

Avrupa hükümdarları yetki ve insiyatif konularında Papalıkla çekişiyorlardı. Ama üstünlük Roma’daydı. Papalar zenginliğe doymuyor, şatafat içinde yaşıyorlardı. Kilise olağanüstü ölçüde geniş gayrimenkullere sahipti, kıta onundu. Papalık ticaret yapıyor, dinsel kurallara göre yasak olan faizciliği yürütüyor, hatta Katolik Kilisesi genelev işletiyordu.[4] Dinadamları ve kiliselerin görevlilerinin evlenmesi yasaktı. Bu, bütün dinsel kurumları ahlaksızlıklar ve cinsel sapıklıklar içine atmıştı. Papazlar rahibeleri fahişe olarak kullanıyordu. Sürekli rezalet çıkıyordu. Sömürü ve inanç soygunu sefaleti yarattı. Din görevleri ve Kilise makamları parayla satın alınabildiği için, borçlanarak mevki sahibi olan rahip veya piskoposlar borç ödeyebilmek amacıyla para kazanmak ve para toplamak zorundaydı. Bu yüzden her şeyi yapıyor, kitlelerin soygununa onlar da kendileri için katılıyordu.

11. yüzyılda Papalık Avrupalı kitleleri, «Kudüs’ü İslam’dan geri” almak bahanesiyle Haçlı Seferlerine sürdü. Milyonlarca Avrupalı Orta Doğuya yöneltildi. Büyük, kanlı ve vahşi savaşlar yapıldı. Yüzyıllarca süren Haçlı Seferleri, esas olarak Türklere karşı yürütüldü, ama Avrupa Hıristiyanlığı Doğu Hıristiyanlıklarına da saldırdı. Onları da «kafir”, yani dinsiz görüyorlardı. Dünyanın en büyük, en önemli, en zengin ve en birikimli kenti Konstantinopolis Haçlılar tarafından yağmalandı. Ama sonunda Avrupalılar Orta Doğudan Türkler tarafından sürüldüler.

Dinin temsilcisi ve kurumu olan Kilise, kitleleri hakimiyeti altında tutmak için sistemli baskı ve öldürümler uyguluyordu. «Cadı”, «büyücü” ve «şeytan” olarak suçlanan herkese akılalmaz işkenceler yapılıyordu. Engizisyon, işkence ve cinayetleri yasal olarak yürütüyordu.

Baskılara ve yargılamalı işkence ve cinayetlere ek olarak, kitlelerin kandırılmasına ve soyulmasına hizmet eden mekanizmalar da yaratıldı. Önemli bir parayla satılan ve endüljans satışı[5] denilen uydurma bir belgeyle cennete gitmek garanti ediliyordu. Günahlar da parayla bağışlanabilirdi. 16. yüzyıl başında Roma’da yapılmakta olan dünyanın en büyük katedraline paraca destek olmak, cennete direk gitmeyi sağlayacak ölçüde «sevaptı”! Sistemli soygun ve ahlaksızlık öyle bir hal aldı ki, tahammül sınırı aşıldı.

Bu şartlarda, Kilisenin ve Papalığın sömürüsüne, bu sömürü ve soygunu sağlayan hakimiyet ve baskılara karşı papaz Martin Luther önderliğinde bir mücadele başladı. Bazı Alman prensleri ve soylular Luther’in girişimine destek verdi. Yoksulluk içindeki köylülerin kitlesel isyanları[6] bu direnişe eklenince, Avrupa tarihinin en önemli gelişmelerinden biri yaşanmaya başladı.

Luther, Avrupa’daki aslı Latince olan[7] İncil’i Almancaya çevirdi. Avrupa tarihinin en büyük köylü ayaklanmasının önderi papaz Thomas Münzer daha Luther Papalığa karşı çıkmazdan önce zaten kilisedeki dua okumalarını Almanca yapmaktaydı. Latince, önce Almanya’da, sonra Avrupa’nın birçok yerinde, bu dönemde bilim, din ve yazışma dili olmaktan çıktı. Papalık tarafından bütün Avrupa’ya dayatılan Latince önemini kaybetti, ama bunun yanında ve bundan daha önemli olarak Roma’nın ve Papalığın hakimiyeti de sarsıldı. Papaların gücü kırıldı, Hıristiyanlık adına yapılan soygunlar sorgulandı, baskılar hafifledi ve şekil değiştirdi. Papalığa ve Roma’ya karşı çıkmak, öyle uzlaşılmaz ve Papalık tarafından öyle kabul edilmez bir durumdu ki, ayrılığa, bölünmeye ve yeni bir mezhebin ortaya çıkmasına yol açtı, Protestanlık doğdu. Bu yeni mezhepte din yasakları tenzilata uğradı, dinadamları ve görevlileri evlenebilecek, cinsellik de günah olmaktan çıkacaktı. Artık Roma’ya bağlı ve bağımlı olunmayacaktı. Eğitim anlayışları ise farklılaştı. Bunlara rağmen, Almanya’da dinin etkisi hafiflemedi, ülke laikleşmedi, bazı şeyler pek değişmedi, hatta hiç değişmedi ama yapı sarsıldı, düşünmenin, arayışın, değişimin ve gelişimin önü açıldı. Bağnazlık ve inanç sömürüsü ortadan kalkmadı ama Reform, öteki dünyaya yapılan «yatırımı” azaltmıştı.[8]

Sonuçta, Reform, çok yönlü bir başkaldırıdır ve Reform’un «Batı”nın ortaya çıkmasındaki rolü tartışılamaz.

TÜRKİYE’YE GELİRSEK…

«1947’de Marshall yardımı için başvurulduğunda, Köy Enstitülerinin kapatıldığını, İmam Hatip Okullarının işlevselleştirildiğini ve İlahiyat Fakültesi’nin açıldığını görüyoruz.”

M. CENGİZ[9]

«Ben Muhammed Müslüman ümmetindenim. Türkiye dinsiz laik bir memleket haline gelmiştir. Hayatımı Mustafa Kemal dinsizliği ile savaşa adayacağıma, Türkiye’yi bir din ve şeriat devleti haline getirmek için mücadele edeceğime, Kemal Paşa zamanında çıkartılan dinsiz kanunların tatbikini önleyeceğime, kısa zamanda ümmet esasına dayanan Şeriat Devleti’nin kurulması için devlet idaresinde söz sahibi olacak mevkilere gelmek için çalışacağıma, dinim, Allah’ım ve bütün mukaddesatım üzerine yemin ve kassem ederim.”

KURAN KURSU ANDI[10]

Reform’la ilgili bu özetlenenlerin bazılarının günümüz Türkiyesi ile benzerlikleri olduğu için ülkemiz açısından çıkaracağımız dersler var.

Bugün Türkiye’de hurafeler almış başını gitmiş, dinsel kandırmacalar her zamanki ölçüler sınırını aşmış, «cinlerle mücadele” yaygınlaşmış, cennette arsa satışı başlamış, cennet vaadiyle genç kızların ve kadınların ırzına geçen «tarikat şeyhi” ve «din hocaları”nın davaları çoğalmış, dincilerin çocuklara ve genç kızlara tecavüzleri günlük haberlere dönüşmüş, cinsel saldırganlıklar, taassup, örtünme ve ahlakçılık görüntüleriyle el ele artmış, çocuk yaştaki kızlarla «evlenme” yaygınlaşmış, yaygınlaştırılmış, imamların ve dinadamı görüntüsü altında sahtekarların soygunları arşı alaya çıkmış, kuran kursları ve bilim dışı dinsel eğitim esas hale gelmiş, bazı dinsel «cemiyet” ve «vakıfların” sömürüsü tavan yapmış vb.[11] «Dünyevi zenginliklere ve zevklere düşkün” dinciler, dindar olmayan dinciler, gösteriş ve çıkar için dindar maskesi takanlar, dine bağlı olduğu yolunda izlenim uyandırmak için yaptıklarını utanmazca göstermeye, hatta toplumun gözüne sokmaya çalışanlar, dine sarılan siyasetçiler, siyasete bulaşmış dinciler, siyasete alet olmuş dinadamları, yabancı güçlere hizmet eden «hocalar”, din adına atıp tutanlar, inanç istismarı yapan siyasetçilerimiz vb. Bu özelliklerdeki «yeni nesil” dinadamları, din görevlileri ve bazı «din alimleri”miz, erdemsizlerin meydana getirdiği sahtekarlar ordusu; bunlar, beş yüzyıl önceki Reform’un hedefi olanlara[12] ne kadar benziyor!

Peki, dinadamlarının namuslusu ve dindarı yok mu? Hemen, Gezi döneminin (Haziran 2013) camide içki içtiler yalanını yalanlayan o dürüst vaizini hatırlayalım. Peki siyasetçilerin dini, siyasetlerine ve programlarına alet etmeyeni yok mu? Hemen, laikliğin Cumhuriyet’in olmazsa olmazı olduğunu savunanları hatırlayalım. Örnekler yalnızca bugünden değil, Vahdettin döneminin «dinadamı” Şeyhülislam Dürrizade Abdullah, din söylemiyle Kurtuluş Savaşımıza karşı «fetva” verdiğinde (11 Nisan 1920), Ankara Müftüsü Börekçizade Mehmet Rifat Efendi hemen «karşı fetva” vermişti. Onun yanı sıra Kurtuluş Savaşına bütün Türkiye’den dinadamları katılmıştı. [13] Laikliği savunan siyasetçiler ise, her dönemde olduğu gibi bugün de vardır.

Cumhuriyet’in, Şeriye ve Evkaf Vekaleti’ni kaldırmasından sonra, 3 Mart 1924’te Başvekalete bağlı olarak kurduğu Diyanet İşleri Reisliği, dinin Orta Çağdan uzaklaştırılmasını amaçlamıştı ve kurumun, topluma çağdaşlığın iletilmesinin bir aracı olması öngörülmüştü. Oysa bugün Diyanet İşleri Başkanlığı, şeriatçı iktidarların elinde gerici uygulamaların merkezi ve irtica yuvası olmuştur, boşinançların yayıcısıdır. Cumhuriyet’in dinci gericiliği denetim altında tutmak için kurduğu bu devlet kurumu, Avrupa’da Papalığın oynadığı rolü oynamaya heveslenmiştir ve gerici düşüncelerin ve akımların da odak noktası olmaya çalışmaktadır.[14]

Türkiye’de iktidar, Avrupa’nın Orta Çağının anlayış ve düzeyindeki gerici iktidarlara geçince, Cumhuriyet Türkiyesini ve kurumlarını, Orta Çağda Papalığın otorite ve hakimiyetinin benzeri olan yapılara döndürmüştür. Dinin kamu yaşamından tamamen çıkarılması tersine döndürülürken, din kurumları üzerinde devletin tam ters ve olumsuz yönde etkisi ortaya çıkmıştır.

Dinsel simgelerin toplumun en önemli sorunlarından biri yapılması, milletimizin ümmetleştirilmesi, toplumumuzun cemaatleştirilmesi, Cumhuriyet’in yurttaşının kul, bireyin mensup, özgür insanın bağımlı insan haline getirilmesi, biat kültürün yerleştirilmesi, onurlu yaşamın sadaka ile geçinmeye dönüştürülmek istenmesi vb; bütün bunlar, toplumumuzun içine sokulduğu cendereyi ve gerilemeyi göstermektedir.

1950’lilerden sonra siyaset arenasında başlayan din ticaretine, aynı Orta Çağ Avrupasında olduğu gibi, bugünlerde günah ticareti de eklenmiştir.

Umarım bugünkü durumumuzun, Orta Çağ Avrupasının karanlığıyla benzerlikleri kolayca görülüyordur.

Üstelik bugün Türkiye’de, Reform dönemi öncesi Hıristiyanlığının yapmadığı, Hıristiyanlıkta olmayan başka akıl dışılıklar ve bağnazlıklar da var. Yani eksik yok ama fazlası var. Çağımızın en önemli özgünlüklerinden biri, dinsel gericiliklerin iç dinamikler dışında da kaynakları ve destekleri olduğudur. Emperyalizm, bugün bütün dünyada geriliğin, gericiliğin arkasındadır. İslamiyetle ilgili olarak da bugün bir «etken”dir. İslami gericilikle ilgili olarak her zaman planlar yapmıştır, yapmaktadır. Örneği kendimizden verelim, Türkiye’de ABD tarafından «görevlendirilen” tarikatçı dinadamları ve dinci siyasetçiler ABD bağlantılıdır. Orada yetiştirilenler vardır. Türkiye’de din yobazlarını iktidar yapan ABD’dir. ABD’nin zora düşen bütün «Ilımlı İslamcıları” soluğu Amerika’da almakta ve orada barındırılmakta ve «korunmaktadır”. Almanya, «İslam içi” din ve mezhep projelerine sahiptir.[15] Aleviliği açıkça desteklemektedir.

AVRUPA HIRİSTİYANLIĞININ LATİNCESİ,

«TÜRKİYE İSLAMI”NIN ARAPÇASI

«… Kur’an’ın çevirisinin Kur’an yerine geçmemesi demek, çevirilerinin ‘tebliğ’ edildiği toplumlara, Kur’an’ın iletilmiş olmayacağı demektir. Bu da, Araplardan başka hiç bir toplumun Müslüman olamayacağı anlamına gelir.”

T. DURSUN[16]

«Muhammed’in dinini kabul edenler, … Allah’a, kendi milli lisanında değil, Allah’ın Arap kavmine gönderdiği Arapça kitapla ibadet ve münacaatta bulunacaktı. … Bu vaziyet karşısında Türk milleti birçok asırlar ne yaptığını, ne yapacağını bilmeksizin, adeta bir kelimesinin manasını bilmediği halde Kuran’ı ezberlemekten beyni sulanmış hafızlara döndüler.”

M.K. ATATÜRK[17]

Bir başka önemli nokta: Dinimizin dili Arapçadır. Her ne kadar Kuran kursları ve imam-hatip okulları Arapça yazıyı «öğretiyorlar”sa da, Türkiye’de bu «eğitim” kurumlarında dil olarak Arapça öğrenimi yoktur (ya da en azından o dile hakim olacak düzeyde yapılmamaktadır; ayrıca bu konuda amaç «Arapça öğrenimi” de değildir). Kitleler içinde (güneydoğuda belirli bölgelerde yaşayanlar dışında) Arapça bilene zaten raslanmaz. Dolayısıyla duasından ezanına, tekbirinden ayet alıntısına kadar bütün dinsel ritüellerde ve söylemlerde kimse ne anlatıldığını ve dendiğini anlamaz. Bu anlamazlık, bir işe yaramaktadır!

Bu durumun, Orta Çağ Avrupa Hıristiyanlığının Latince dili ile yürütülmesiyle benzerliği, hatta aynılığı ortadadır. Orada da Avrupalı halklar duaların ne söylediğini, Latince konuşmaların ne olduğunu anlamıyordu.

Avrupa’da Kiliseye Latinceyi hakim kılmak ne için yapıldıysa, Türkiye’de dini Arapça ile götürmeye çalışmak aynı şeydir. İkisinde de dinsel söylemler anlamsızdır. Yabancı ve bilinmeyen dil, kitlelerin dini öğrenememesine hizmet eder, boşinançlara yakınlaşmasına ve kolayca kandırılmasına yarar. Anlaşılmayan bir dinle yürütülen inanç sistemi, yalnızca bağnazlığa, kötüye kullanmalara ve ahlaksızlığa açıktır.

Luther’in, dinde «dil özgürlüğünü« sağlaması, Latinceden «kurtuluşun” yolunu açmış, Hıristiyanlığın Avrupa’da büyük bir kazancı olmuştu. Bunun yanı sıra önemli olan bir başka şey, bu özgürlüğün, Avrupa’da bilimin ilerlemesinin bir temeli, halk eğitiminin de dayanağı haline gelmesiydi. Ayrıca Luther’in dinsel metinleri Almancalaştırma çalışması, Alman dilinin gelişmesinin başlangıcıydı ve bu, Alman kültürünün oluşmasını sağlamıştır.

Reform’un Almanya’da ortaya çıkardığı dinde dil özgürlüğü, Lutherciliğe karşı direniş merkezlerinden olan Katolik Fransa’da bile hemen karşılık bulmuştu. Fransa’daki kiliseler kayıtlarını Reform yüzyılının ortasında Latince ile tutmayı bıraktı. Bu devletin uygulamalarında da görüldü, Kral I. François 1539’da çıkardığı bir fermanla bütün idari işlemleri Fransızcaya döndürdü, Latince kurumsal olarak terkedildi.[18]

Dinde dilin ne olduğu böylesine önemli olduğu için Türkiye’de de Kuran’ın Türkçeleştirilmesine gerici dini çevreler her zaman karşı çıkmışlar ve Cumhuriyet dönemine kadar da tam ve doğru çevirilerin yapılmasını hep engellemişlerdir.[19] Her toplumda dinin yerelleşmesi hem kaçınılmazdır, hem de doğrudur. Dil bu yerelleşmenin birinci şartıdır. Bu olmaksızın dinsel aydınlanma da mümkün değildir.

Kaldı ki, insanlık ortak bir dile sahip değildir ve hiç bir zaman da sahip olmamıştı. Farklı toplumlar arasında inanç birliğinin yerel diller devreye sokulmadan yapılmaya çalışılması, yanlış olduğu bir yana, sonuçsuz olmaya da mahkumdur. Böyle bir yöntemle sağlanacak şey, inanç birliği değildir, yalnızca insanlığın geriliğinden ve toplumların bilgisizliğinden yararlanmaktır.

TEKRAR «REFORM”!

«Atatürk, açtığı çağın getireceği sayısız siyasal, ekonomik, toplumsal sorunları çözmüş olmak iddiasına kalkışmamıştır. O, geleceğin kuşaklarına çağdaş, dünya çerçevesi içinde, geleceğin bütün özgürlük kapılarını açan bir miras bırakıp gitmiştir.”

N. BERKES[20]

Dolayısıyla böylece Türkiye’nin neden dinde Reform’a ihtiyacı olduğu, neden Türkiye’de bir Reformasyon gerektiği, bunun neden düşünüldüğü, sanıyoruz böylece açıklanmış oldu.

Dinin, yobazlık ve bağnazlık olarak ortaya çıkan soysuzlaşmış biçimlerine karşı mücadele, aynı zamanda, din adı altında yapılmak istenen ve yapılmakta olan terörde ve savaşlarda kullanılan insanlarla da ilgili görülmelidir. Elbette emperyalizmin Müslüman görünüşlü terör örgütleri yaratma planlarına yalnızca din alanında yürütülen ideolojik mücadele ile karşı durulamaz, bu mücadeleyle elbette emperyalizmin kurduğu dinci silahlı örgütler etkisizleştirilemez ve dağıtılamaz, ama en azından ABD’nin kurduğu «yeni nesil terör örgütlenmeleri”nden kurtarılacak insanlar bulunduğunu da düşünmemiz gerekir. Bu bakımdan, aslında Reform, yalnız Türkiye’nin değil, bütün İslam dünyasının ihtiyacıdır. İslamın kendi değerlerinden uzaklaşmış ve uzaklaştırılmış insanlar, kendi dinine ve toplumuna yabancılaşmış gençler, dünyanın her tarafında sisteme tepki gösterenler, İslamiyetle ilgisi olmayan ama İslam etiketli örgütlenmeler içinde yer almaktadır.

«Avrupa Hıristiyanlığının Reformu”yla, bağnazlık ve körinançlar ortadan kalkmadı, Hıristiyanlığın tamamı da Reform’dan etkilenmedi ve yararlanmadı, Reform o dönemde Avrupa ile, hatta -Avrupa’nın güneyi ve doğusu hariç- Avrupa’nın yalnızca bir kısmıyla sınırlı kaldı, ama insanlık bu sayede gene de bir ilerleme gösterdi, bazı setler yıkıldı. En azından, o sınırlı bölge açısından bu bir bağımsızlaşmaydı, Hıristiyanlığın Avrupa’da tek merkezli olması sona ermişti, bunların yanı sıra, «Kiliseye” karşı mücadelenin, dokunulmazlara dokunmanın, düşünce özgürlüğünün ve tartışmanın önü açıldı.

Avrupa modernleşirken din de önemli ölçüde modernleşti.

Bu bakımlardan İslamın da kendi duvarlarını aşması gerekir. Bunu yapmadıkça, Müslümanlık, hem geriyi ve geriliği temsil etmekten, hem de emperyalizmin terör, savaş ve yayılma planlarına alet olmaktan ve kullanılmaktan kurtulamaz. Emperyalizm, «Yeşik Kuşak”, «Ilımlı İslam”, «İslami Terör” vb. projeleriyle İslamiyeti ateşe sürdüğü gibi, çıkarlarına da alet etmektedir.

İslamiyet, ilk ortaya çktığı zamanlardaki özelliklerini kaybetmiştir. Yüzyıllardır ileriyi temsil etmemektedir, belirleyen değil belirlenendir. Çıkışında yarattığı büyük uygarlıktan bugün eser yoktur. Günümüzde bağnazlığın kalesi gibi görünmektedir ve gösterilmektedir.

İslamda Reform, Batıya öykünme değil, bütün dinler ve değişmeye ihtiyacı olan, değişmek zorunda olan bütün kurumlar, yapılar, ilişkiler ve sistemler gibi, İslamiyetin ihtiyacıdır. Reform modernleşmedir ve bu Reform’un güçlüklerinden biridir, çünkü çok yerde modernleşmenin kendimize yabancılaşma olduğu sanılmakta, düşünülmektedir. Bu ise, gericiler, istismarcılar ve çıkarcılar dışında da sıradan insanların değişimi benimsemesinin zorluklarındandır, insanların değişime kaygıyla bakmalarının ve direnmelerinin nedenleri arasındadır.

Bütün dinler için geçerli olarak, dine katılan her yeni toplum kendisi için yeni olan dini kendi özellikleri doğrultusunda değiştirmiştir. Ancak bu değişimler «Reform”la aynı şey değildir ve «Reformasyon”un yerini tutmaz.

Türkiye’de dinsel reform birçok dönemde gündeme gelmiş, getirilmiş, birçok aydınımız «Reform” gerekliliğini savunmuştur. Özellikle ibadet dili konusunda Türkçeleşmenin bir ihtiyaç ve gereklilik olduğu çok düşünülmüş, savunulmuştur. Ancak Cumhuriyet Devrimine kadar somut girişimler yapılamamıştır.[21]

İslam dünyasında «Reform”un gerekliliğini gören ve bunu uygulayan ilk ve tek ülke de Türkiye’dir. Cumhuriyet Türkiyesi, toplumun ihtiyacı olan siyasal-ekonomik-kültürel ilerlemeyi sağlarken, ülkemizdeki İslami uygulamaya da yenilikler getirmek, yani İslamda Reform yapmak istedi. Hilafetin kaldırılmasıyla başlayan süreç, dinin toplum üzerindeki geriletici ağırlığını devlet uygulamalarından yola çıkarak kaldırıyordu. Dinin dilini Türkçeleştirmeye, Arapçanın Türkiye’deki dinsel etkinliğini yok etmeye, İslamın anlaşılmazlığını ortadan kaldırmaya çalıştı. Ezanın Türkçe okunması, Kuran’ın Türkçeye ilk doğru ve tam çevirisinin yaptırılması[22], Kur’an’ın Türkçe olarak yayımlanıp dağıtılması, eğitim birliğinin sağlanarak yeni kuşakların Orta Çağ anlayışlarından kurtarılması, öğrenimin bilimselleştirilmesi, Darülfünun’un kapatılarak üniversite reformunun yapılması, bilginin işlevselleştirilmesi, devletin laikleştirilmesi, Diyanet İşleri’nin din hizmetlerini gerici tarikatlara ve dinsel cemaatlere bırakmamak için kurum olarak yaratılması, camilerin düzeni ile ilgili projeler hazırlanması ve ibadet için yeni düzenlemeler tasarlanması, bütün bunlar, Cumhuriyet’in İslam dininde Reform gerektiği bilincine sahip olduğunu göstermektedir.[23]

Dine inanmayan insan olabileceğini, ama dinsiz toplum olamayacağını kavrayan, dinin bilimsel bağlamda ortaya çıkma nedenini açıklayabilecek ölçüde nesnel olan devrimci Cumhuriyet, din ile bilim arasına sınır çizmek gerektiğini biliyordu.

Atatürk bu düzeyiyle, aynı zamanda, İslam dinine dünyada ilk kez Reform getirmeye başlayan önderdir. Toplumun buna hazır olmadığı yolundaki çekinceler onu tereddüde düşürmemişti. «Tanrının insan zekasının eseri” olduğunu düşünen bir yüksek anlayışın hedefinden cayması ve toplumun yararına uygulamaları yapmaktan kaçınması sözkonusu olamazdı. Dinin etkisini gösteren birçok başka şey de belli bir sırayla ele alınmış ve dinin «dünya”daki rolleri kısıtlanmıştır.[24] Böylece, İslamın ilk defa devletle bağını koparılmıştı[25], böylece, İslam dünyasının ilk laik devleti ortaya çıkmıştı.

Bu Reform döneminin Türkiye’ye kazandırdığı özellikler nelerdir? Türkiye; «birey”in insanlık değerini kuruluş amacı yapan ilk İslam ülkesidir. Kişi hak ve özgürlükleri ile millet egemenliği adına istibdata karşı direnme ilkesini ilk kez benimsemiş İslam ülkesidir. «Sivil” iktidar üstünlüğü ve vazgeçilmezliği ilkesinin ilk kez yerleştiği İslam ülkesidir. «Cihad” (din adına savaş) unsurunu devletin amacı olmaktan çıkan ilk İslam ülkesidir. Teokratik devlet ve şeriat devleti özelliğini ilk terkeden İslam ülkesidir.[26]

DEVRİM, KARŞIDEVRİM VE YENİDEN DEVRİM!

«Doğudan şimdi doğacak olan güneşe bakınız. Bugün günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan, bütün Şark milletlerinin de uyanışlarını öyle görüyorum. … Müstemlekecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak[tır].”

M. KEMAL[27]

Dua ve hutbelerin Türkçe yapılması ve ibadetin Türkçeleştirilmesi ile yeni din eğitimi olarak Reform, 40’lı yılların sonu ve 50’li yıllara kadar sürdürüldü (aynı, Cumhuriyet’in o yıllara kadar varlığını ve etkinliğini sürdürdüğü gibi). Ancak kuruluşundan yirmi kadar yıl sonra Cumhuriyet’in devrim yolunda ilerleme iradesinin zayıflamış olması, giderek «eski düzen”in canlanması, yönetimin gün be gün emperyalizmin güdümündeki şeriatçı karşıdevrimin yörüngesine girmesi, bu süreçler, bu «İslami Reform”un sürüp bugünlere gelebilmesini, derinleşmesini, kökleşmesini ve amacına ulaşmasını engellemiştir, aynı, Cumhuriyet’in bütün diğer devrimci uygulamalarının sürdürülememesi gibi. Reform’un bütün uygulamaları kaldırılmış, Reform’un hiç bir yararı bugüne ulaşamamıştır, aynı, Cumhuriyet’in bütün diğer kazanımlarının yok edilmesi gibi.

Bugün bir bakıyoruz, Cumhuriyetimiz gibi, Reformumuzdan da eser kalmamıştır, hatta Cumhuriyet’in dinde yaptığı reformu, «Türk Reformasyonu”nu bugün hatırlayan bile yoktur.

Nasıl «yeniden Cumhuriyet” diyorsak, «yeniden Reform” da demeliyiz. Eğer yeniden Cumhuriyet kuracaksak, yeniden Reform da yapmalıyız. Yeniden Cumhuriyet devrimin eseri olacak, yeniden Reform da!

Dinde Reform, Cumhuriyet’in ayrılmaz bir yanıdır, Cumhuriyet’in bir gereğidir. «Reform”a ihtiyacı olmayan, «Reform”a gerek duymayan Cumhuriyet olmaz!

Bunların sonucunda sorular şudur, Reform’un eşiğinde değil miyiz? Reform gerekli değil mi? Reform bugün ihtiyaç değil mi?

«Türkiye’de İslami Reform”, «İslamda Reform” gibi, şu anda gündem değildir, ama içinde yaşadığımız şartlarda bu anın vazgeçilmez bir ihtiyacıdır.

İşe nereden mi başlanmalıdır? Elbette öncelikle ülkemizdeki Batı destekli irticanın önüne geçilmelidir. Diyanet kurumumuz, örgütlenme ve hakimiyet şekliyle değil ama etkisi ve maddi olanaklarıyla[28] Papalığa benzemektedir, ve bu yüzden, her şeyden önce onun bu «maddi olanakları” elinden alınmalı, zararlı ve olumsuz etkileri durdurulmalıdır. Ya Cumhuriyet’e hizmet edecek hale getirilmesi ya da ortadan kaldırılması ve tamamen yok edilmesi ise, «Türkiye Reformu”nun hedefi olmalıdır. Çünkü irtica, kurum olarak devlet mekanizmasından temizlenmeden toplumdaki irtica merkezleri zayıflatılamaz.

Kuran kursları, gerçekte ne Arapça öğrenmeye, ne eski yazıyı sökmeye hizmet etmektedir. Dine bir yararı olmadığı gibi, insanları geliştirici herhangi bir yönü de yoktur. İmam-hatip okulları herhangi bir ihtiyacı karşılamaktan uzaktır. Çoğunlukla, sadece Cumhuriyet düşmanı yetiştirmektedir. Kaldı ki, (uzun bir süreden beri) ihtiyaç bitirilmiş, «imam-hatipliler” din dışı alanlarda istihdam edilmiştir. Genellikle «işsiz bırakılmayan” bu kitle devlet yönetiminde ve devlet kadroları arasındadır. Din bilgisinden ve nesnellikten yoksun, bilimden kopuk olarak yetişmiş gençlerin önündeki program da zaten bellidir. Bu, dine hizmet dışında her şey olabilir.

Dinde reform konusunda ihtiyaç ve beklentiler yerindedir ama buna yönelik girişimler şu an için gerçekçi olmaz. Öncelikler vardır. Ancak Türkiye bunu mutlaka yapacak, gericilik göğüslenecektir.

Topluma ve gelişmeye engel olan bütün kurumlar, sistemler, yapılar ayakbağı olmaktan çıkmalıdır.

İrticanın kaynağı aynı zamanda dışarıda olduğu için Reform, bağımsızlık mücadelesiyle birlikte ele alınmak ve yürütülmek zorundadır. Ancak bağımsızlık mücadelesi, dinci gericiliğe ve irticaya karşı verilecek mücadeleden daha öndedir. Bağımsızlık savaşı, daha rahat propaganda edilebilir, kabul görebilir, ilgi görebilir, benimsenebilir bir durumdadır. Bunun için örgütlenme, diğerine göre, güncelleştirilmek bakımından daha «kolay” gözükmektedir.


[1] Friedrich Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Sol Yayınları, Ankara 1979, s. 67.

[2] 8. yüzyılda, Konstantin Bağışı (Latincesiyle Donatio Constantini) adı verilmiş sahte bir belge hazırlandı. Güya İmparator Konstantin ölmeden önce Papa I. Sylvester için bu belgeyi yazmış ve göndermişti. Buna göre Papalık ruhani olarak her şeyin üstündeydi ve Avrupa’da dünyevi iktidara sahip olacaktı. Yüzyıllar boyunca kullanılarak Papalığın Avrupa’da hakimiyet kurmasını sağlayan bu belgenin düzmece olduğu 1440’ta bir dinadamı olan Lorenzo Valla tarafından kanıtlandı. Maddi hata olarak birçok kanıt vardı ama en önemlisi, belgeyi imparatorun ölüm döşeğinde aldığı ileri sürülen piskopos imparatordan çok önce ölmüş olmasıydı.

[3] 15. yüzyıla kadar Avrupa’da okuma-yazma bilenlerin oranı inanılmaz ölçüde düşüktü (yüzde 4’ün altında, bazı kaynaklarda ise bu oran yüzde 1’dir). Saraylarda, devlet işleri ve Kilise faaliyetleri dışında yazı kullanılmıyordu. Kitaplık, manastırlar ve devlet yönetim merkezleri dışında hiç bir yerde yoktu (onlar da son derece «fakir”di). Buna karşın Avrupa’daki Endülüs «ada”sında, yoksulların çocukları dahil herkese okula gitme olanağı yaratılmıştı, halkın çoğunluğu okuma-yazma biliyordu, 400 binden fazla kitap barındıran kütüphaneler vardı vb. (karşılaştırmalı bilgi için bkz. Alp Hamuroğlu, «Avrupa’nın Batısındaki Doğu”, Bilim ve Gelecek, sayı 76, Haziran 2010, s. 11-12).

[4] Papalığın Almanya’da Mainz, Frankfurt, Strasburg gibi kentlerde çalıştırdığı genelevler için bkz. Lujo Bassermann, The Oldest Profession – A History of Prostition, New English Library, 1969, s. 97; akt. Füsun ve Tunç Tayanç, Dünyada ve Türkiye’de Tarih Boyunca Kadın, Tan Kitap-Yayın, Ankara 1981, s. 62-63; August Bebel, Kadın ve Sosyalizm, İnter Yayınları, İstanbul 1991, s. 101-103; ve Jess Wells, Kadın Gözüyle Batı Avrupa’da Fahişeliğin Tarihi, Pencere Yayınları, İstanbul 1982, s. 27. Kilisenin genelev çalıştırması Avrupa’nın bütün büyük kentlerinde geçerliydi. Geniş bilgi için bkz. Nickie Roberts, Batı Tarihinde Fahişeler, Sabah Kitapları, İstanbul 1998, s. 78-80.

[5] Latince, İngilizce ve Fransızcasının indulgence, Almancasının Ablaß olduğu «endüljans”, kiliselerde görevli rahipler tarafından bir maddi karşılık olmaksızın, nedamet getiren, günah çıkartan kişilere verilen «günah bağışlanması” belgesiydi. Belgeyi alan isterse gönüllü olarak kiliseye para bağışında bulunabilirdi. Bu şekildeki ilk uygulamalar 3. yüzyıla doğru Aziz Cyprianus tarafından yapılmıştı. Zaman içinde endüljans alan herkesin para vermesi gelenekleşmiş, endüljans gelirleri Kiliselerin gelirleri içinde en önemli yeri tutmaya başlamıştı. Çünkü teşvik edilmiş, çeşitlendirilmiş ve olabileceği kadar yaygınlaştırılmıştı. Endüljans, sürekli ya da geçici olabilir, kişiye ve topluluğa verilebildiği gibi ölülere de verilebilirdi! Luther dahil o dönemdeki bütün Hıristiyan dünya endüljansı «para karşılığı satılan belge” olarak görüyor ve bunun soygun olduğunu düşünüyordu. Roma gelir sağlamak için bunu savunuyor, Roma’nın etkinliğini ve egemenliğini istemeyenlerse buna karşı çıkıyordu. Endüljanslar çıkarma yetkisi papanındı ve papa, bu yetkiyi kardinal ve piskoposlara devredebiliyor, yani satabiliyordu. Endüljansın yaygın bir soygun aracı haline gelmesi, Doğuya yapılan Haçlı Seferleri döneminde (1090’lı yıllar) başlamıştı. Seferler için para toplanmasının yanında seferlere katılmayanlar («İsa’nın askerleri”nin giderlerinin karşılanması için) parayla endüljans edinebiliyorlar, bu sayede seferlere katılmaktan kurtuldukları gibi seferler de kutsallaştırılmış oluyordu (Jacques G. Ruelland, Kutsal Savaşlar Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul 2004, s. 74-75).

[6] Köylülerin ayaklanması, prenslerin oyalamaları, ayakoyunları ve kandırmaları arkasından orduların vahşice ve insafsızca saldırıları ile ezildi. Köylüler, büyük kitleselliklerine rağmen sınıfsal ihanetler ve çözülmeler yüzünden Reform sürecinde belirleyici olamayacaklardı.

[7] İncil’in esas özgün dili Latince değildi. Roma İmparatorluğu’nun Hıristiyanlığı ilk benimsediği dönemde de İncil dili Latince değildi, ondan çok daha sonra, yeni din Avrupa’ya taşındıktan ve Roma kendini Hıristiyanlığın merkezi ve Avrupa’nın yöneticisi yaptıktan sonra Avrupa Hıristiyanlığının dili Latince yapıldı.

[8] Reform konusunda geniş bilgi için bkz. Alp Hamuroğlu, «Reform, Almanya’da Köylü Savaşları ve Hıristiyanlığın Avrupa’daki Bölünmesi” ve «Reform Neyi, Ne Kadar Değiştirdi?”, Bilim ve Gelecek, sayı 93, Kasım 2011, s. 4-24 ve sayı 94, Aralık 2011, s. 50-64.

ıristiyanlığın Avrupa’daki <Bölünmesi”,

Hıris

[9] Aydınlanma Yürüyüşünde Bahriye Üçok, Kadınlar Derneği Yayınları, Ankara 1999 içinde Mehmet Cengiz, «Laiklik”, s. 154.

[10] İstanbul’daki Harp Akademileri Komutanlığı Kurmay Başkanı Tümgeneral İzzettin İyigün’ün 31 Ekim 1991 tarihli olarak gönderdiği metin için bkz. Halil Nebiler, Türkiye’de Şeriatın Kısa Tarihi, Ütay Yayınlar, İstanbul 1994, s. 153.

[11] Bu konuda her gün gazete haberlerinden, -örneğin, Rafet Germiş, Uğur Korunmaz gibi- dinsel kimlikleriyle suç işleyip yargılananları öğreniyoruz. «İlim”, «hikmet”, «cami”, «kuran kursu” adlarını kullanarak, bu kavramlara sığınarak gerici faaliyetler yapan kuruluşların halkı kandıran ve soyan çalışmaları, gün geçmiyor ki, yeni bir rezalete konu olmasın. Bu konuda özet yapmak isteyenlerin işi çok zor. Örnekler o kadar çok ki, «özet”e sığacak gibi değil!

[12] Örneğin, endüljans satışı için Papalıkça yetkilendirilmiş olan Johann Tetzel (1460-1519), daha önce San Pietro Bazilikasının yapımı için para topladığından dolayı Luther’in karşı çıktığı bir çıkarcıydı. Endüljans ticaretinin en önemli alım-satımcısıydı. Büyük paralara sahip olduğunu herkes biliyordu.

Ayrıca, başta papa olmak üzere, bütün din ilerigelenleri soyguncu olmak yanı sıra, ahlaksızlık ve sefahat içindeydi.

[13] Milli Mücadeleye katılmış ve Cumhuriyet’e destek vermiş dinadamları konusunda geniş bilgi için bkz. Prof.Dr. Ali Sarıkoyuncu, Milli Mücadelede Din Adamları, iki cilt, DİB Yayınları, Ankara 2007.

[14] Örnekler ve geniş bilgi için bkz. İlhan Arsel, Diyanet’e Cevap / Başbakanlığa Mektup, Kaynak Yayınları, İstanbul 1996.

[15] Alp Hamuroğlu, «Alman İslamı”, Kaynak Yayınları, İstanbul 2001.

[16] Turan Dursun, Kur’an Ansiklopedisi, cilt 7, Kaynak Yayınları, İstanbul 1994, s. 282 (ayrıca, Turan Dursun, Kur’an, Kaynak Yayınları, İstanbul 1992, s. 101).

[17] Doğu Perinçek, Kemalist Devrim – 2 / Din ve Allah, Kaynak Yayınları, Istanbul 1994, s. 270-273 (ayrıca bkz. Prof.Dr. Afetinan, Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları, TTK, Ankara 1988, s. 366).

[18] A. Rıza Taşdelen, «Fransa, AB ve Azınlıklar Sorunu”, Teori, sayı 182, Mart 2005, s. 56.

[19] Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlama, YKY, İstanbul 2002, s. 541 vd. ve Dursun, s. 281-83.

[20] Berkes, s. 552.

[21] Bu konuda bilgi için bkz. Berkes, s. 328 vd. ile s. 439-444 ve Prof.Dr. Ali Sarıkoyuncu, Atatürk / Din ve Din Adamları, DİB Yayınları, Ankara 2007, s. 81 vd.

[22] Berkes, s. 544 vd.

[23] 1928 yılında İslamda Reform yapmak üzere kurulmuş olan bir komisyon çalışmalar yapmış, belirlemelerde bulunmuştur. Ancak bunların bazıları kabul görmemiş ve benimsenmemiştir. Bu konuda bilgi için bkz. Sina Akşin, Kısa Türkiye Tarihi, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul 2013, s. 188 ve Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Arkadaş Yayınevi, Ankara 2008, s. 556 vd.

[24] Bu konuda yapılanları listeleyecek olursak, karşımıza şöyle bir tablo çıkmaktadır:

3 Mart 1924: Halifeliğin kaldırılması ve Tehhid-i Tedrisat Kanunu

8 Nisan 1924: Şeriye Mahkemelerinin kaldırılması

20 Nisan 1924: Laikleşme yönünde hükümler içeren 1924 Anayasası’nın kabulü

30 Kasım 1925: Tekke, zaviye ve türbelerin kapatılması

17 Şubat 1926: Evlendirme akdini dinsel nikah olmaktan çıkaran yasa

4 Ekim 1926: Medeni Kanun’un kabulü

5 Şubat 1928: Hutbenin ilk defa İstanbul’da Türkçe okunması

9 Nisan 1928: Anayasa’dan devlet dini maddesinin kaldırılması ve dinsel yemin yerine laik yeminin kabulü

24 Mayıs ve 3 Kasım 1928: Latin rakamlarının ve Latin harflerinin alınması

1 Eylül 1929: Ortaöğrenimden Arapça ve Farsça derslerinin kaldırılması

1930: Kentlerin okullarının programlarından zorunlu din derslerinin çıkarılması

22 Ocak 1932: Türkçe Kur’an’ın ilk defa İstanbul’da bir camide okunması

30 Ocak 1932: Türkçe ezanın ilk defa İstanbul’da bir camide okunması

31 Temmuz 1933:Darülfünun’un kaldırılması

8 Ekim 1934: Kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanınması

26 Kasım 1934: Eski lakap ve dinsel ünvanların kaldırılması

18 Şubat 1935: Dinsel kisvelerin giyilemeyeceğine dair yasanın yürürlüğe girmesi

5 Şubat 1937: Laiklik ilkesinin Anayasa’ya girmesi

(Geniş bilgi için bkz. Berkes, s. 532 vd; Perinçek, s. 170 vd. ve Feroz Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu, Kaynak Yayınları, İstanbul 1999, s. 99-103)

[25] Lewis, s. 545.

[26] İlhan Arsel, Teokratik Devlet Anlayışından Demokratik Devlet Anlayışına, İstanbul 1994, s. 579-588.

[27] «Emperyalizmin Yok Olacağı ve Doğu Milletlerinin Uyanışı Hakkında”, 27 Mart 1933, Atatürk’ün Bütün Eserleri, cilt 26, Kaynak Yayınları, İstanbul 2009, s. 144 (ayrıca, Enver Ziya Karal, Atatürk’ten Düşünceler, MEB, İstanbul 1981, s. 17 vd.).

[28] Diyanet İşleri Başkanlığı, birçok bakanlıktan, hatta önemli beş-altı bakanlığın toplam bütçesinden daha yüksek bir bütçeye sahiptir. Türk Silahlı Kuvvetlerinden sonra en yüksek sayıda kadroyu beslemektedir (bu sayı milyona yakındır).

Bunları da sevebilirsiniz