Bir Mıh Çıkar Önce Bir Naldan

Diyalektiğin arsızlaştığı bir dünya düşünün, ancak içinde Hegel’in çıkarımsalcılığından eser kalmasın…

Samanın sapla karıştırıldığı bir dönem düşünün, ancak içinde hiçbir özgün akımın hayali dahi kalmasın…

Çağların görmediği bir yüzsüzlüğe dayanan üçkağıtların bütünlemesine demokrasi dendiğini düşünün, ancak içinde aydın kalmasın…

***

Aydın olmakla entelektüel olmak ya da halk ağzında geçtiği gibi ‘entel takılmak’ arasında ne yazık ki artık derin yarıklar oluşmaktadır. Akıl öğesini insan yaşamında mutlak yol gösterici ve mutlak yönetici olarak kabul eden, bilginin ışığında felsefi eleştiriler ve (birilerinin yaşattıklarından değil) yaşanılmışlardan somut eleştiriler geliştirerek belli bir ilerleme kat etmeyi amaçlayan, toplumunun geleceğini öngörerek onu en yüksek geleceğe götürecek yollara sevk etmeye çalışan kişilere aydın denir. Aydın, çağının insanı olmak ve bilgiyi kaynağından elde etmesini bilmek durumundadır. Aydın kişi belli konulardaki emeklerini ortaya koymadan ve belli uygarlık yüksekliklerini toplumuna göstermeden aydın olarak anılamaz.

Entelektüel olmak bugünkü Türk ekini (kültürü) içerisinde, genelin konuştuğu doğru ya da yanlış her ‘popüler konuyu’, kendi ‘üstün konumu’ uğruna belli bir ilerlemeye gerek duymadan da olsa ele almak biçiminde mutasyona uğramaktadır. Argodaki haliyle ‘ortam ağası olmak için popisini artırmaktır’. Genel olarak bu tür bir ilericilik kimliğini kendine yakıştırmış kimseler, olguların ve olayların faillerini daha kendi kafalarında ayırt edemeden (kaldı ki etseler bile) toplumlarına bir reklam malzemesi olarak sunarlar ve takipçilerinin artış ve/veya azalışlarına göre rüzgara uyum sağlarlar. İçsel olarak güya özgürlükçü olan bu kişilerin yönlendirmeye ne kadar muhtaç oldukları tarihsel açıdan incelendiğinde ortaya çıkmaktadır.

İşin vahim olan yanı, topluma bu insanların ‘çağının en ilerisini temsil edenler’ (!) olarak tanıtılmasından ileri gelmektedir. İmamın gaz çıkarışını takip etmeye meyilli hale getirilen güruh bunu takip eder. Entel kişi artık, günlük mecmualardaki son satırların birikimseli kadar bile etmeyen günlük bir basitlikte bencilce, edindiği ikilemlerini her fırsatta ‘bir toplumun sahip olması gerekenler bütünü’ biçiminde toplumuna yerleştirmeye çalışan bir meczup haline gelmiştir. Toplumun temel kültürü ve toplumun geleceğindeki yüksek ürünler onların günlük duvarlarını aşamaz. Lafı gediğine koyan o güzelim halk ağzında tanımlarsak, günümüz Türk kültürünün entelektüelleri (!) aslında entel geçinenlerdir.

***

Demokrasi, halkın kendi kendisini yönetmesi anlamına gelir [1]. Peki gerçekte, bir toplumda, o toplumun içine doğmuş olan tüm bireylerin gelecekleri hakkındaki endişelerini göz önüne alarak kendi geleceklerini çizmek üzere çeşitli yönergeler oluşturması demokrasi midir? Eğer demokrasi bu ise bir toplumun neden okulları, akıl hastaneleri ve hapishaneleri vardır? Toplum devamlılığını aramayan boş bir haritadan mı ibarettir?

Eğer günümüzdeki popüler konuları takip edersek karşılaşacağımız başlıklardan ilki; aile, toplum ve devletin gereksiz olduğunu dile getirmek, ancak toplum ürünü olan demokrasiden yola çıkarak toplumu işlevsiz kabul ederek yıkmaktır. Bir diğer başlık ise doğala dönüşü, ileri demokratik bağlamda hak ve özgürlüklerin bazı insani (?) ilkelere dayandırılıp genişletilerek sınırların kaldırılması ve zarar verici bölümü dahil (kaba tabiriyle) toprak rekabetinin son bulmasında görmektir. Bunun için de güya devlet zulmü ve emperyalizm Türkiye’de yok edilmeli ve güya daha çok kendi geleceğini yöneten bağımsız idareler kurulmalıdır… Peki devleti hükümetler idare ediyorsa ve hükümetler soysuz kişilerden oluşarak yanlışlar yapmışsa ve üstüne bu yanlışların sonuçları ülkenin doğusu batısı demeden hemen her yerinde sefalete vesile olmuşsa, hesap, suçlu suçsuz demeden toplumun tamamına mı yıkılmalıdır yoksa suçlu zümre hizaya mı çekilmelidir? Bugün Türk ulusunun başına sorun açan bölücü terörün asıl amacı nedir?

Üstüne bastığımız bu noktada toplumdaki dezavantajlı ve ezilmiş kesimlerin sosyolojisini çıkarmaya bir ucundan kalkışırsak önümüze gelecek bazı başka sorular olacaktır.

Popülist entelektüellerce toplumumuzda hangi tür insani ilkeler söz konusu olmalıdır ve çağdaş toplumlarda neler gözden kaçırılmaktadır? Doğala dönmek konusunda hata var ise, bu durum:

her bireyin doğuştan gelen yaşama hakkı, her bireyin aynı zamanda toplumunun geleceğini sağlıklı biçimde irdeleyebileceği ve geleceğiyle ilgili yönergeler yaratarak bunları takip edebileceği’

anlamında yorumlanarak çözülemez; çünkü, belli bir nüfusu geçen her toplulukta istatistiki ve doğal yasalar gereği her daim akli dengesi yitik, topluluğun diğer üyelerine göre müşkül durumda bireyler dünyaya gelecektir. Bu bireyler doğduklarında belli bir bilinç düzeyinde olmadıklarından, tabi olarak toplum içinde eğitilecek olsalar bile kimse onların toplumuna zarar verebilecek suçlular veya akıl hastaları olmayacaklarını varsayamaz. İşte doğala dönüşün esası ve topluma doğuştan yetiler kazandırmak demek bunları da göze alabilmektir.

Kısaca herhangi bir bireye, sadece sahip olduğu toplumsal konumundan ve yaşanmışlıklarından yola çıkarak masum sivil veya suçlu sıfatı verilemez. Herhangi bir bireyin, diğerlerinin gözündeki konumu, o birey aksini kanıtlayana kadar ne eksi ne de artı, yani sıfır konumunda kalması olacaktır. Dolayısıyla bizim durumumuzda bu işin Türkçesi, toplum içerden yıpranmaya açıktır ve toplumun medeniyetteki yükselişini engelleyebilecek bu tür unsurların önlenmesi için toplumun kendi eliyle kurduğu, bireyi toplum hayatına kazandırma veya bireyin suçunun ödetilmesini sağlamak amaçlı kurumlar mevcuttur.

Çağdaş toplumlarda bir doğmuşun (bireyin) kendi geleceğini, üyesi olduğu toplumdaki bireysel yaşam ve etkileşim hakkından yola çıkarak yönlendirme isteği alelade her durumda geçerli değildir. Öncelikle, bireyin çağdaş bir toplumdaki hakkını talep etmesi için çoğunlukla toplumuna ilişkin veya kendine yönelik bazı gelişmeler içine girmesi gereklidir; çünkü, bu gelişmeler bireyin bağlı olduğu ve etkilendiği sistemi fark etmesini sağlar. Bu farkındalık sayesinde birey ilk yönelimlerini keşfeder.

Doğal olan durum ise bireyin bu gelişmeleri algılamasının belli bir süre içerisinde gerçekleşmesidir, yani hiçbir birey doğar doğmaz ‘belli bir bilinç seviyesine sahiptir’ ve ‘kendi geleceğine toplumdaki haklı yerine bakarak karar verir’ kabul edilmez. Demokrasiye katılacak bir birey önce toplumun dolaysız (toplum yaşamı ve hukuk) veya dolaylı (okullar) eğitiminden geçer. Bu sırada yaşı ilerler, akıl sağlığı toplum yaşamında ve diğer bireylere zarar vermediği sürece normal kabul edilir, suç işleyerek toplumdaki bazı haklarını geri dönülmez biçimde kaybetmez, hayata atılır ve toplum içindeki hakkını meşrulaştırmak için genelde bir vergi mükellefine dönüşür. İşte tam bu anda birey, demokrasinin vazgeçilmez bir parçasına dönüşür. Artık birey geleceği üzerine endişelerini seçimler yaparak giderir. Yani, birey uzun aşamalar sonucu ‘demokrasinin haklı bir üyesi’ olur.

Toplum, devamını sağlamak için kendi kurumlarını oluşturur ve bu kurumlar o toplumun bireylerini aynı zamanda hem dış müdahalelere karşı hem de toplumun diğer bireylerine karşı korur. Örneğin, Gaziantep’te baklava çalan çocuklara 16 yıla kadar cezalar veren ‘sorumlu’ yargı, kamuoyu tepkisinde bir hukuki içtihat belirmesine neden olmuştu. Bu içtihatın, ileride askere taş ve molotof fırlatan, hukuken çocuk sayılmış kışkırtıcı kişilerin affedilerek şehirlere geri salınıvermesinde sulu gözlü olması emredilen entelektüel kurumların (medyanın) ve kişilerin etkisi çok büyüktür.

Türk toplumu, cumhuriyetin toplum ve kültür yapısına karşı gelebilecek böylesi bir durumu, baklava çalan çocuklar için tepki geliştirirken ortaya çıkarmıştır (ancak içten hesaplıların açtığı yolu bilmeden). Hem hukuk hem de ve özellikle kamuoyu sapmıştır. İlerleyen tarihte halka sürekli; barışın ince çığlıkları, feminizm, eşcinsellik gibi en uç yollarla giden bazı çıkarcı sulu gözler, esasında eli kanlıların kamuoyundaki vicdan mahkemeleri önünde avukatlığını yaptığı ortaya çıkmıştır.

Tabu yıktığını belirten, aydın görünümlü, dayatmayla çalışan entelektüeller eşcinselleri her daim belli bir kalıpta servis ederek toplumsal konum üzerine kazanımlar amaçlamaktadır. Örneğin, eşcinsel bir erkek her daim kırıtmak veya efemine olmak kimliğindeyse eşcinseldir demek gibidir. Dünyada bir tane hümanist ülke veya ‘bağımsız sivil toplum kuruluşu’ ya da ‘hükümetler üstü örgütlenme’ yoktur! Dünyada hiç kimse kendi çıkarından önce bir diğerininkini göz önüne almaz, ancak; buna modern bağlamda en büyük karşıt örnek, ulusal kültürün biçimlendirdiği adaletli, dürüst ve liyakatli toplumlardır. Çok uzakta değil daha 92 yıl önce Türkiye Cumhuriyeti’nin temelleri bu kültür üzerine atılmıştır.

Eğer hümanizma ilkesinde toplumun normal insanlarında hata varsa, yine toplumumuzun çok güncel bir örneğini daha vermek gerekecektir. Özgecan Aslan’ın mart ayında öldürülmesinin ardından ülkemizde daha önceden olmuş nice olaylara suskun kalmış ne kadar kadın hakları örgütü, solcu geçinen takımlar ve feministler varsa hepsi birden ayaklanarak Özgecan’ı Türk toplumundaki kadın kimliğine iade ettiklerini düşündüler; ancak, özellikle kendine marjinal diyen bu kesimler sadece bununla da kalmayarak bu olayın ardından gelen bir hafta içinde kadınlara yönelik gelen şiddet haberleriyle iyice köpürdüler. Bu bir haftadaki kadına yönelik şiddet ve nefret suçlarının rakamsal patlaması, Türkiye tarihindeki hiçbir istatistikte olağan gelemeyecek derecededir. Bu dönemde ülkeye dışarıdan bakan bir kişi, ülkenin bir an için 1950’ler ve 60’lar Amerika’sındaki kadın erkek kutuplaşması tiyatrosunun içinde olduğunu düşünebilirdi. Toplum bu derecede kutuplaştırılmıştı ve marjinaller ile o döneme kadarki suskunlar, meselenin özüne inerek bataklığı kurutmak yerine üstündeki sinekleri hırçın tavırlarla avlayarak yaraları zımparalamakla yetindiler. Toplumda gerçekten vicdanları sızlayanlar ise yine Türk toplumunun üreten, normal insanlarıydı.

Özgecan’ın ölümünden henüz 1 hafta geçmişken Fırat Çakıroğlu’nun Ege Üniversitesi Edebiyat Bölümü’nün bahçesinde öldürülmesinden sonra marjinallerin, feminist ve solcu geçinenlerin tabiri caizse hoşaflarının yağı kesildi ve suskunlar yeniden suskunluğa büründüler. İşte o vakit ortaya çıktı ki Türkiye’de ne sağ ne de sol ortaya çıktığı değerleri yansıtıyor. Sadece birer eciş bücüş yansımdan ibaretler. Toplumumuzun geçirdiği kötü durumları o vakitler belki ansiklopediler bile sınıflandıramazdı, ancak artık yobazlık nüvesinin sadece sağcılara veya yıllarca yobaz bilinen ülkücülere ait olmadığı ortaya çıkmıştı.

Bir hümanist, bir insan öldüğünde ona öncelikle insan olduğu için üzülür, fakat solcu geçinenler ve marjinaller artık kimin insan olup kimin olamayacağına karar verecek yeterliliği kendinde buluyorsa solcu geçinenler de yobaz kabul edilebilir demektir.

***

Toplum denen (soyut sınırlarla çevrili ancak somut gelenek öğeleriyle yaşayan) çağdaş canlılar, kurduğu kurumlarıyla her bireye fırsat eşitliği dağıtmaya çalışan, ancak mükemmel derecede başarılı olamayanlar biçiminde kabul edilirler. Demokrasi varsayımı bunu gerektirir. Kısaca toplum, bireye dört duvar içinde ya da belli bir seviyeden sonra toplum yaşamı içinde farkındalık edinirken bilerek veya bilmeyerek bazı olanaklar tanır. Çağdaş toplumlarda ise bu olanaklar genelde toplumca bilerek verilir.

***

Bölücü terörün beslendiği en büyük damarlardan biri olan bir dönemin Türk vatandaşları 70’ler sonu ve 80’ler başında dağlara şunları yazıyorlardı: «Yol, su, toprak, bağ… Bunların hepsi ağanındı.” Şimdi ise güya Türkiye demokrasisini tesis edeceğini söyleyen, doğudaki Türk vatandaşlarını temsil ettiğini belirterek yola çıkan ve şu an Kürt devleti hayalinde olan, feodal karşıtı kimseler tüm bu iddialarının yanına solculuğu da ekleyerek Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne Türk tarihinde belki de ilke kez 10 köy sahibi ve dönümlerce toprağı olan ağa milletvekillerini soktular. Doğudaki Türk vatandaşlarının bağlarına ve evlerine kalaşnikofla girip «her evden bir militan çıkacak” diyen zorbalık da yine aynı hümanist geçinenlerin ürünüdür. Halk dilinde yine güzel bir deyim buna şöyle karşılık gelir: «bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu?”.

Bu insanların dağlara kendi kendilerini sevk etmesine neden olan olayların başlangıcı da birçoklarına göre 80 Darbesi olarak kabul edilir. 80 Darbesi, Türkiye’de sadece doğuda veya batıda ayrı gelişmemiştir. Diyarbakır’da işkence görenler olduğu kadar, Mamak’ta, Adana’da işkence gören ülkücüler, Metris’te solculuk sıfatını gerçek anlamıyla doldurmuş münevver insanlar vardır. Sokağa çıkma yasağından bihaber köylü sadece Mardin’de değil, Yalova’da da Elmalılı bir köylü üzerinden nüfus cüzdanı çıkmadığında içeri atılmıştır.

Kış aylarında Türkiye’de insanların sefaleti o derecededir ki hayvanlarıyla beraber ısınmak ve uyumak zorunda kalan köyler vardır; ancak, tüm bu insanlar arasında sadece bir kesimi dağa çıkarak başlarına gelenlerden ötürü bu işlerin mesulleri dışında; tüm toplumdan, öğretmenden, o toplumun evladı olan askerine kadar hesap sormak ve kanlarına girecek kadar da kin tutma ihtiyacı içinde olmuştur. Toplumun bu kesiminin nasıl bu derecede tertiplenip eğitildiği hala büyük soru işaretleriyle doludur.

***

Ciğerci peşkirine benzetilse, onun dahi bu teşbihten bozulacağı, dayatma bir kamuoyu algısı içinde yüzen bir Türkiye sosyolojisi mevcuttur. Doğal olmak bir yana, bu sosyolojide çuvaldızı topluma batırmadan önce masum sivilleri taşla güvenlik güçlerini kovalamaya iten sebepleri her entelektüel, eteğindeki taşları dökerek tartışmalıdır.

Demokrasinin bir toplumda doğal biçimde yürüyebilmesi için geçmişini bilen, fikri ve vicdanı hür, aydın kimselerin olması şarttır. Mıh miyengine bu sayede oturur. Sözün kısası, atalarımızın da dediği gibi ‘bir mıh bir nala, bir nal bir ata, bir at bir atlıya, bir atlı da devlete bedeldir.’

[1] Felsefe Terimleri Sözlüğü, Ahmet Cevizci, Engin Yayıncılık, s. 98

Bunları da sevebilirsiniz