Türk’ün Suyla İmtihanı: Nil taşkınlarından Ankara metrosuna

İlk ve orta dereceli okullarda bir yarımada olan ülkemizden «dört tarafı denizlerle çevrili”, «dört mevsimin yaşandığı” bir ülke olarak söz edildiğini; lise müfredatında coğrafya dersinin «Milli Coğrafya” adıyla anıldığını hepimiz biliriz. Bu denli yaygınlaşan bu ifadelere ve coğrafya dersini «milli” sıfatıyla onurlandıran eğitim-öğretim anlayışına karşın coğrafyadan ve özel olarak ülkemiz coğrafyasından büsbütün bihaber olmamız ilginç doğrusu. Dahası, ithal ikameci dönemden beri ülkemizde her şey değişirken, belki de en önemli değişmez olarak sürekli gelişen ve şişen inşaat sektöründeki kıdemimize karşın kentleşme, altyapı kurma ve coğrafi yapıların oluşturabileceği engellere ilişkin kayıtsızlığımız insana pes dedirtiyor.

Engin bilgiler ışığında sorunlarımız

Deprem olduğunda, medyanın da katkısıyla, deprem bilimciye; ekonomik kriz olduğunda, ekonomiste; salgın olduğunda, doktora; kurban bayramlarında, veterinere; ramazan ayında, ilahiyatçıya; terör azdığında, terör uzmanına; AB sürecinde, uluslararası ilişkilerciye dönüşen halkımız uzmanlık alanlarındaki bu kararsızlığa karşın konu bina yapmaya, metroya binmeye, oy vermeye gelince yeniden şuursuzlaşıyor. Dünyanın pek çok ülkesinin rahatlıkla yaptığı otomobil, uçak, silah yapım projelerine karşı «aman, bizde nerede”, «biz bunları rüyamızda görürüz”, «montaj sanayiisi bizimkisi”, «bizimkilerin yaptığı dandik olur” diyen halkımız ve onun önde gelenleri; konu çok daha çılgın projelere gelince (Kanal İstanbul, Galataport, üçüncü köprü ve üçüncü havalimanları, uydu fırlatma, vb.) birden bire ümitvar oluyor; bir an evvel google’dan veya reality showlardan edindiği engin bilgisiyle tüm bu projelere olur veriyor.

Hayalcilikle gerçekçilik arasında sürekli bir salınım içerisinde olanlarımız Eskişehir’e deniz getirmenin hayalciliğiyle İstanbul’da metrobüs seferleri başlatmanın gerçekçiliği arasında didişmektedir. Oysa, güpegündüz, ağustos ayında ansızın bastıran bir yağmurla sular altında kalıyor Ankara, tam da halkımız koalisyonlar konusundaki derin bilgisine son birkaç anekdot katarken. Artvin’de dereler aptallığımıza, öngörüsüzlüğümüze isyan ediyor; betonlarla örülü ve yeşili betona çalınmış İstanbul sıcaktan kavruluyor; denizlere pompaladığımız kanalizasyonlarımız kıyıya vurmuş yakıyor genzimizi Kadıköy’de; Sabiha Gökçen’de seferler gecikiyor, kar hırsıyla doldurulan seferlere yetişememesi nedeniyle pistlerin; ve daha niceleri plansız icraatlarımızın sonucu olan. Altyapı kurma girişiminin seçmen açısından yaratabileceği çekincelere ek olarak, bina yapmada hevesli girişimcilerin bu konuda pek bir isteksiz oluşları ve belediyelerin siyasi intihar olarak gördükleri bu eylemin merkezi iktidarın gider kalemleri arasında neredeyse hiç yer bulamayışı bu sonuçlara yenilerini de ekliyor.

Tüm bunlar bir yana sorun çok daha temelde bilimin yol göstericiliğini ve kamu çıkarını dikkate alma ilkesini çiğneyen bir zihniyetin ve refahı arttırmada motor olan sektörlerin yapısal sorunlarında yatmaktadır. «Dört tarafı denizlerle çevrili” ama esasen bir yarımada biçiminde Asya’dan Avrupa’ya uzanan ülkemizde coğrafi özelliklerimizden yararlanılacak ne varsa kenara atılmakta; yine bu özelliklerimizden ötürü önlem almamızı gerektiren ne varsa göz ardı edilmektedir.

Olanaklar içinde boğulmak

Kişiler ve toplumlar algıladıkları ve kendilerini çözmek zorunda hissettikleri sorunları çözdükçe gelişirler. Sözgelimi, Nil’in baskınlarını öngörme ve baskınlar sonucu kaybedilen toprakların yeniden tazmini için coğrafya ve geometriyi geliştiren Mısırlılar’ın sorunlarından az sorunumuz yok. Hele bugün, bu ve bu türden sorunları algılamada ve çözmede onlara kıyasla ciddi avantajlarımız bulunmaktadır. Ne var ki bu sorunları çözebilecek iradenin ve bu iradenin sevk edebileceği insan malzemesinin günbegün ortadan kalktığı ve çürüdüğü de ortada. Denizleri bakımından pekçok olanağa sahip ülkemizin ne ciddi bir denizcilik politikası var ne de bu politikayla birlikte halkı bilinçlendirme planı. Suları ve tarım arazilerini dizginleme ve tazmin etme ihtiyacıyla yüzleşmiş ve bunu başarmış toplumların tarihte ve günümüzdeki başarısı ortadayken; gelişimini neredeyse bütünüyle denizciliğe ve coğrafya-geometri konusundaki bilgisine borçlu olan modern dönemde Portekiz, İspanya, Hollanda, İngiltere gibi ülkelerle yine benzer şekilde, antik dönemde Yunanistan, Fenikeliler ve benzeri kavim ve ülkelerin pratikleri ortadayken denizler ve su kaynaklarımız konusunda bu denli kayıtsız ve cahil kalmamızın ne gibi sonuçları doğuracağı açık değil mi? Türkiye’nin, bazılarının dünyanın 17. Ekonomisi olmakla övündüğü ülkemizin, başkentinin 21. Yüzyılda ağustos yağmuruyla sulara boğulması gülünüp geçilen bir konu olmanın ötesine geçemiyor. Oysa, ülkemiz, ne muson yağmurlarıyla boğuşan bir uzak Asya ülkesi ne de bir İngiltere. Buna rağmen hala daha bu vahim tabloyla karşılaşmak nasıl bir cehaletin ürünü?

Kokmuş karanlığımıza alışmak ve bilimi terk etmek

Coğrafya derslerini «milli” sıfatıyla onurlandıran bir ülkenin, tarımsal üretimde, depreme karşı önlem almada, sularını kontrol altına almada, kanalizasyon sistemlerini kurmada, atık sularını arıtmada, deniz taşımacılığını işletmede bu denli başarısız olmasına şaşırmamız gerekmiyor mu? Buna da alıştık mı?

Susuzluktan kavrulduğumuz günler günbegün artarken su kaynaklarını denetlemenin ciddiyeti ortadayken devrimden, devrimcilikten, kamuculuktan ve kamu çıkarından bahsedenlerin biraz daha ciddi olması gerekmiyor mu? İşin şakası yok. Türkiye’nin başkenti suyla savaşında, üstelik ağustos yağmurunun etkisi altındayken, bu denli ağır bir zaafiyet gösterirken bu konuyu es geçmek bize, Türkiye’nin ilerici insanlarına yakışıyor mu? Alıştığımız sıradan magazin haberlerinin arasında, Melih Gökçek’i eleştirmek dışında bir önemi yok mu bu konunun?

Bilim ve bilimsel anlayış terk edildiğinde yakın geleceğimizde yaşayacağımız felaketleri aklımıza getirmemek için kendimizi oyalamak konusunda hayli başarılı olmamız gerekiyor. Türk tarihi, düşman kalemizden içeri girerken derin uykumuzdan yavaş yavaş uyanmanın ve ani çözümler yaratmanın tarihi. Peki, aynı uyuşukluğu hesapsız, kitapsız örülen kent yaşamımıza tehdit oluşturan afetlere karşı da mı takınacağız? Düşmana karşı güçlü birlikler geç olsa da etkili olabilir, ama yaklaşan İstanbul depremini takip edecek yangınları, kanalizasyon sorunlarını ve olası salgın hastalıkları bu tür bir cinlik yenebilecek miyiz gerçekten de? İş işten geçtikten sonra ölülerimiz ardından anıt mezar dikmeden önce, durumun ciddiyetine uygun davransak olmaz mı? Artvin’den Ankara’ya, Üsküdar’dan Antalya’ya derelerimize, yağmur sularına ve resmen içine ettiğimiz kanalizasyon sularına tamamen pisliğe bulanmadan önce bilimi rehber edinsek ve kamu çıkarını inatla savunmak için daha kaç rezilliğe tanık olmamız gerekiyor?

Bunları da sevebilirsiniz