Türkiye, Suruç’taki katliamın acısı soğumadan çok sıcak günler yaşamaya başladı. Ardı ardına yaşanan terörist eylemler, yurt içi operasyonlar, askeri operasyonlar, şehir merkezlerinde mahalle çatışmaları, bitmek tükenmek bilmeyen çıkmaz sokak tartışmaları… Uzak ve yakın tarihsel kökleri tartışmakla bitmeyecek bu kaos ortamına yönelik tartışmalar, içerde (artık ne kadar içerideyse) AKP, Cemaat, PKK-HDP, dışarda (artık ne kadar dışarıdaysa) Suriye, PYD, IŞİD, Barzani (Peşmerge) ile elbette ABD etrafında şekilleniyor ve pek tabii genelde siyasi ve askeri çözümlemeler içeriyor. Yurt içindekiler ise dönüp dolaşıp, bir an önce koalisyon, mümkünse de HDP destekli, AKP-CHP koalisyonunun kurulmasına odaklanıyor. Neden basit: İstikrar arayışı. Mali çevreler, uluslararası sermaye ve siyasal egemenler için istikrar…
Halk açısından durum biraz daha değişik seyrediyor. Bu konuda, üç ayrı eğilimin söz konusu olduğu söylenilebilir. Vicdan sahibi olanlar şeklinde genelleyebileceğimiz bir grup insan, duygusal olarak, önce şaşkınlık ve derin acıdan sonra, öfkede karar kılıyor. Bu öfke, keskin sirke türünden elbette. Bu gruptaki insanlar, suçluyor. Birilerini, düşman bellediklerini… Sosyo-politik reflekslerin egemenliğindeki bu grup, hükümeti, IŞİD’i, ABD’yi (sistemi ??), PKK’yı suçluyor… Suçlanan her özneye yönelik ayrı çözüm önerisi ayrı intikam yemini vs..
Diğer grup, saldırıya üzülmeyen, «hak etmişler” diyen ya da «biz bu kaos ortamından yararlanalım” diyen aklını ve vicdanını şeytana teslim etmiş olan, okur yazar sosyal çevrelerde pek görülmeyen (sessiz kalmaya mı çalışıyorlar acaba?), siyasi çevrelerde pekçok olduklarını bildiğimiz, insan aklının almadığı garip varlıklardan oluşuyor. Bunların çözüm/sorun önerisi basit, daha fazla kan, daha fazla göz yaşı… Yeterki güç onlarda olsun, yeterki kutsal belledikleri adına olsun savaş…
Son grup ise, kararsızlardan ya da duyarsızlardan oluşuyor. Kararsızlar çoğunlukla sosyal çevrelerinin baskısı ile vicdanlarının arasında kalmış olanlar. Duyarsızlar ise, nasıl desek bir avuç anti-depresanla ayakta durduğunu ya da duyarsızlıklarına şaşkınlığımızdan uzaylı sandığımız insanlardan oluşuyor. Kararsızlar ve duyarsızlar, koşulsuz olarak egemen güçlere hizmet ettiği için aynı grupta yer alıyorlar.
Tüm bu kaos ortamının, yukarıda sınıflandırılmaya çalışılan hangi gruba dahil olursa olsun, şehirli (özellikle İstanbul- Ankara- İzmir gibi büyük şehirlerde yaşayan) insanlar için ortak bir sonucu var: Korku. Öncelikle canımızdan sonra ekmeğimizden, geleceğimizden olma korkusu. İşte bu korkuyu anlamak için terör kavramını daha yakından incelemek gerekiyor.
Terörizm kavramının, üzerinde ortak bir tanıma varılamadığı için sorunlu bir kavram olduğu herkesin malumudur. Terör, kavramı kullanmak isteyinin siyasal amaçları doğrultusunda her kalıba sokulabilir. Hatırlarsınız, çok değil bir, bir buçuk sene önce yüzlerce, gazeteci, parti yöneticisi, emekli muvazzaf TSK mensubu, «terörist” olarak nitelendirilerek Silivri’de tutuluyordu. Olabiliyor. Yeri gelince her eylem, «terörist” olarak nitelendirilebiliyor. Dediğimiz gibi, terörizmin, teröristin üzerinde uzlaşılmış bir tanımı yok, mevcut güç savaşı ortamında da olması çok olanaklı değil. Buna rağmen, bazı örgütler, çeşitli saiklerle terörizmi tanımlamaya çalışmıştır. Bu örgütlerin başında AB, NATO, BM gelmektedir. Bu çerçevede, 1937 Cenevre Sözleşmesi, 1977 Trevi Sözleşmesi ve 1999 yılındaki BM Güvenlik Konseyi Kararları uyarınca da bazı tanımlamalar yapılmıştır.
«Terör” ün sözcük anlamı «çok güçlü korku” ya da güçlü korku uyandıracak her tür eylem” şeklinde ifade edilmektedir. «Terörizm” ise kabaca «Siyasal nitelikli amaçlara ulaşmak için kullanılan, piskolojik yanı ağır basan siyasal süreci etkilemeyi amaçlayan şiddet eylemi” olarak tanımlanabilir. Bu çerçevede, terörizmin iki temel unsuru, siyasi amacın mevcudiyeti ve yıldırma hareketlerinin düzenli biçimde kullanılmasıdır. Bu açıdan bakıldığında, terörizmin (cana ya da mala yönelik) uyguladığı şiddet eylemini bir tür «yem” şeklinde kullanıp, hedef kitlesini korkutarak dize getirmesi ve bu bağlamda amaçladığı siyasi adımların atılması için bir şantaj unsurunu sürekli elinde bulundurma mekanizması olduğu belirtilebilir.
Terör eyleminin sonrasında yürütülen sürecin, korku üzerinden nasıl egemenlik kurulmaya çalışıldığını açıklayıcı şekilde gözler önüne serdiği söylenilebilir. Bu çerçevede terörizm, aynı zamanda bir psikolojik savaş unsuru haline de gelmektedir. Üstelik yanlızca, terörist eylemi düzenleyen grup ya da kişi tarafından da kullanılmamaktadır. Güç kazanmak isteyen her özne tarafından kullanılabilmektedir. Psikolojik savaş kabaca, savaşı sürdüren aktörler tarafından, başta kitle iletişim araçları olmak üzere, insan psikolojisi üzerinde etkili olabilecek tüm araçların hedef kitlenin istenen tepkileri vermesi için, kullanılması olarak tanımlanabilir.
Suruç katliamı sonrasında yaşanan süreç mercek altında incelendiğinde psikolojik savaş koşullarının işletildiğini söylemek mümkündür. Bu sürecin temel unsuru, halk ile üst düzey siyasi aktörler arasındaki bilgi asimetrisidir. Bu bilgi asimetrisi, mevcut verilerin ya da dayanaklı dayanaksız savların, medya organları tarafından, yakın ya da bağlı oldukları siyasi odağın çıkarları doğrultusunda manipülasyonunu olanaklı kılmaktadır. Bu anlamda, mevcut kaos ortamının, öncelikle çeşitli «istihbaratlar” ve çeşitli «medyalar” savaşı olduğunu söylemek gerekiyor.
Henüz fark etmemişseniz bile biraz durup düşündüğünüzde, sizler de bu durumun kolaylıkla farkına varabilirsiniz. Mevcut tek bir olayın ve sonrasında yaşananların, birden nasıl da farklı sosyal gerçekliklere dönüştürülebildiği hayret verecektir. Gerçekten de, Suruç ve sonrasında yaşanan olaylar, PKK-HDP’ye yakın organlar-kişiler tarafından, Cihatçılar’a yakın organlar-kişiler tarafından, Ulusalcılar’a yakın organlar-kişiler tarafından, iktidara yakın organlar-kişiler tarafından nasıl da bambaşka olaylarmış gibi sunulduğu saptaması, bilginin üretimi ve yeniden üretimi konusunda derin düşünmeyi zorunlu kılmaktadır. Tüm bu bilinçli çarpıtmalar, manipulasyonlar ve sonucunda ortaya çıkan bilgi kirliği, özünde bilgi asimetrisine dayanmaktadır. Bu sürecin yapısı gereği, bu tarz kaotik ortamlarda, Hangi siyasi aktörün, psikolojik savaşı sürdürebilecek araçları daha kuvvetli ise süreci manipule etme ve çıkarları doğrultusunda yönlendirme kabiliyetinin de daha üstün olduğunu belirtmek gerekiyor.
Yukarıda özetlenmeye çalışılan siyasi sürecin gündelik hayatlarımızı yakından ilgilendiren uzatısı ise, birçok farklı insan grubunun ortak yaşam alanı olan şehirler üzerinden bir korku egemenliği oluşturulması. Suruç’taki olayın şaşkınlığını henüz üzerimizden atamadan, bomba ihbarları, caddelerin, meydanların boşaltılması, valiliklerden yapılan, «metroları, toplu taşımayı kullanırken dikkatli olun” çağrıları vb. gündelik hayatımızı kabusa çevirmiş durumda. İşe giden insanlar işe gitmekten korkuyor. İnsanlar, İzmir’de, İstanbul’da, Ankara’da toplu taşımayı kullanmak zorunda, kalabalık yerlerde bulunmak zorunda ve insanlar bu sebeple sürekli tedirgin, kelle koltukta yaşadığını düşünüyor. Ama yaşamak zorunda. Ölmek kolay, yaşamak zor bu ülkede ne acı…
Bu korku, şehirli birçok insanın ya da özellikle büyük şehirlerde yakınları olan insaların doğrudan hissettiği ve en görünür korku. Ancak, bu korkunun bir de görünmeyen tarafı var. Tüm bu kaos ortamının elbette bir günde ulaşılmış olmayan en önemli sonuçlarından bir tanesi ise, inanılmaz bir güvensizlik ortamının inşa edilmiş olması. Nasıl mı? İnsanlar, sadece kendisinin terörist gördüğü örgütün diyelim ki PKK’nın ya da IŞİD’ın eylemlerinden değil, egemenliği altında yaşadığı iktidarın da eylemlerinden korkuyor. İktidarlar, kendisine mecbur bırakmak, oy arttırmak için bir yerleri patlatabilir. Olamaz mı? Olabilir. Olmadı mı daha önce? Oldu. İktidarlar aynı amaçlar uğruna, yalan yanlış hedefleri tehdit olarak gösterebilir. Düşünce deneyi yapalım, iktidarlar söz gelimi, Taksim meydanına içi dolu ya da boş bir çanta bırakıp, Gezi Parkı’nı boşaltabilir. Herkesin kafasında «o çanta patlayıcı ile dolu da olabilirdi” kuşkusunu canlı tutabilir.
Suruç’taki korkunç terörist eylemden ve ardından yaşanan gelişmeler sonrasında güvensizliğe dayalı bir korku ve endişe ortamının oluşmasının diğer unsuru ise, iktidardakilerin ya da devletin diyelim, vatandaşını koruma konusundaki zaafiyetidir. «Kötü niyetli” bir değerlendirme yapılmasa bile, İstanbul’dan ayrıldıktan sonra istihbarat tarafından adım adım izlenen bir kafilenin TC sınırları içinde bombalı saldırıya uğraması, istihbaratın bundan haberdar olmaması, emniyetin bunu önleyemesi, en iyi ihtimalle güvenlik zaafiyeti ve iktidarsızlıktan, beceriksizlikten başka nedir?? İşin en acısı ise, iktidarın bu zaafiyeti avantaja dönüştürecek araçlara hala sahip olmasıdır.
Ya da insanlar Suruç’tan sonra, Reyhanlı’dan sonra hangi kuruma, kime, hangi özneye güvenebilir. Evet bu ortamda PKK da IŞİD de hangi örgütse, kendi «güvenliğini” sağlamak için yeterli ikna araçlarına sahip olmaz mı? Sonra insanlar, «yoksa tüm bunlar danışıklı dövüş mü” diye düşünmez mi? Düşünür. Evet bu kuşku, halk kitlelerini evde tutmaya, siyasi istikrar arayışına, güce biat etmeye götürür, geleceğine kuşku ile bakmaya, kendi gücüne inanmamaya aksine kendisini güçsüz ve zavallı görmeye götürür. Bu korku, zihinlerde ya da gerçeklikte bir hegemonya kurmaya, sarsılmış bir hegemonyayı yeniden inşa etmeye yarar. Teröristler bunu mu hedeflemişti bilinmez ama, herhangi bir terör eyleminin deneyimli eller tarafından manipüle edilmesinin sonucu kaçınılmaz olarak budur. Terör, amacına ulaşmıştır. Korkuyorsak hepimiz az ya da çok terör mağduruyuz. Korkuyoruz. Giden canlarla az ya da çok ortak bir paydamız var.