Geçmişle Hesaplaşmak / Yüzleşmek!

Son yıllarda hele bugünlerde dillere pelesenk oldu…

“Geçmişle hesaplaşmak, geçmişle yüzleşmek“. Herkese akıl veren köşe yazarlarından tutun, parti kurultayında nutuk atan genel başkanlara kadar…
Yine moda deyimle “ağzı olan konuşuyor!”

Neymiş efendim?

Tarihimizle yüzleşmeliymişiz!

Pekiyi, bu istemde bulunanlar tarihçiler mi?

Veya bilimsel olarak tarihsel gerçeklerin belgelerle, kanıtlarla ortaya çıkmasını isteyen iyi niyetli aydınlar mı?
Ne gezer!
Kendileri soruyor kendileri yanıtlıyorlar.
Amaç günlük siyasal tartışmalara dünle bağlantı kurarak dayanak sağlamak. İyi niyetli olmadıkları istemlerinden belli.

Ne diyorlar:
“tarihimizle yüzleşelim.”

Yüzleşmek, gerçeği ortaya çıkarmak amacıyla suçlu olduğu sanılan kişilerin sorgulanmasında kullanılan bir yöntemdir.

“Tarihimizle yüzleşelim”

diyenlerin niyeti açık. Geçmişimizi sanık sandalyesine oturtmak ve yargılamak. Yani tarihi mahkeme salonuna çevirmek istiyorlar.

Burada bir sorun daha karşımıza çıkıyor. Geçmiş olaylara, tarihe bakarken hangi gözlüğü takacağız?

İki adet gözlük var elimizde.

Birincisi “retrospektif” gözlük.

Dünkü hadiselere bugünün camıyla bakıyor.

Öbürü ise “prospektif”.

O da düne dünün camlarıyla bakıyor. Hiç şüpheniz olmasın. “Yüzleşme” isteyenlerin gözlerinde retrospektif gözlük var.

Onlar tarihe bugünkü yargı ve saplantılarıyla bakıp siyasi malzeme çıkarmaya çalışan akil heyeti! Bilimle filan ilgileri yok. Kendilerine verilen özel görevi yerine getiriyorlar.

Tarihin hangi sayfasını çevirip bakacağız? Sanık sandalyesine oturtacağız ya geçmişimizi.

Hemen 1915 Ermeni tehcirini gündeme getiriyorlar.

1915 yılında “soykırım” sözcüğü bile yokmuş; duymazdan geliyorlar. “Doğu Perinçek AHİM´deki davayı kazandı” diyorsunuz; pencereden dışarı bakıyorlar.

Ermeni tehciri tartışması bitmeden “Dersim” sayfasını açıyorlar.

Açıklanan belgelerle, bilgilerle konuşmaya başlayınca duyguları öne çıkarıyorlar.

Oradan Cumhuriyet tarihine atlıyorlar.

YCHP´nin Genel Başkanı televizyonlarda konuşuyor.

“Nazım Hikmet´i biz hapse atmadık mı?

Sabahattin Ali´yi biz öldürmedik mi?”

Diyarbakır´da “30´ların, 40´ların CHP´sini” eleştiren aynı kişinin Kurultay´da aklına o yıllardaki yatırım ve uygulamalar geliyor.

Anlaşılıyor, bunların meramı tarihsel gerçeklerin ortaya çıkması değil. Güncel siyasal tartışmalara malzeme sağlamak ve ön yargılarına uygun tarih yaratmak; daha doğrusu uydurmak!

Örneğin içinde bulunduğumuz günler çok önemli bir olayın yıl dönümü. 1955 yılında Türkiye kamu oyunun gündeminde Kıbrıs sorunu vardı.

Dış İşleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu Londra´da bu sorunla ilgili temaslarda bulunuyordu.

Hükümete “elimi güçlendirecek bir şeyler yapın” mesajı göndermişti. 6 Eylül 1955 günü saat 13.00 ajansında radyo “Atatürk´ün Selanik´teki evine bomba atıldığı” haberini yayınladı.

Sahibi Demokrat Parti Milletvekili olan İstanbul Ekspres gazetesi “Atamızın evi bombalandı” manşetiyle binlerce baskı yaptı.

İkinci baskısı yeni kurulan “Kıbrıs Türktür” Derneği üyelerince İstanbul´un meydanlarında, caddelerinde, iskele ve duraklarında sloganlar atılarak dağıtıldı. Halk galeyana getirildi.

Olayın canlı tanığıyım. Orta okulu bitirmiş kayıt için o gün Binbaşı olan eniştem beni lise kaydı için İstanbul´a götürmüştü.

Akşam saatlerinde İstiklal Caddesinde idik.

Önce sloganlar atan ve başlarında şefleri bulunan kalabalıklar ortaya çıktı. Sonra tabelasında Rum, Ermeni, Yahudi ismi olan mağazaların camları kırıldı. Mağazalardan çıkan kumaş topları hareket halinde olan taksilere takılmış bir yandan açılıyor ve bir yandan sürükleniyordu.

Canı malı, ırzı Lozan Andlaşması ile TC´ne emanet edilmiş azınlık mensubu yurttaşlarımıza karşı tarihimizde görülmemiş bir yağma başlatıldı. Bunun önceden planlanmış bir eylem olduğu açıktı.

Yağma ve yıkımlar hep aynı yöntemle yapılıyordu. İnsanlıktan çıkmış kalabalıklar arabalara bindirilerek adresleri önceden belirlenmiş yerlere götürülüyordu.

Ticarethanelerden sonra sıra kiliselere gelmişti. Kutsal resimler, ikonalar tahrip ediliyordu.İstanbul´da bulunan 73 Rum Ortodoks kilisesinin tamamı ateşe verildi.

Türk Ulusu olarak tüm dünya kamu oyu önünde “vandal” damgası yemiştik. Gücümüzün yetmediği yabancı ülkelerin intikamını kendi vatandaşlarımızdan alıyorduk. İstanbul´dan Ankara´ya giden Cumhurbaşkanı Celal Bayar´la Başbakan Adnan Menderes İzmit istasyonundan geri dönmek zorunda kaldılar.

Üç büyük imparatorluğa başkentlik yapan İstanbul tarihinde görülmeyen bir ayıbı yaşıyor ve taşıyordu.

Sonra her zamanki senaryo sahneye kondu. İstanbul, Ankara ve İzmir´de sıkıyönetim ilan edildi ve sokağa çıkma yasağı kondu. Suçlular da hemen bulundu: “Komünistler!” Soğuk savaşın gereği attıkları her adımın ve aldıkları her nefesin izlendiği solculardan hayatta olanların hatta ölenlerin evlerine gidildi ve hepsi toplanarak Harbiye zindanlarına tıkıldı. Dükkan ve mağazaları Aziz Nesin ve arkadaşları yağmalamış kiliseleri onlar yakmıştı!

Suçlu Demokrat Parti iktidarı, hükümetti. Ama ulus olarak bu ayıbı bizler hala taşıyoruz. 27 Mayıs 1960´tan sonra kurulan Yassıada Mahkemelerinde 6-7 Eylül Davası da görüldü. Başbakan ve diğer sorumlular cezalandırıldılar.

Keşke sivil yargı önünde hesap verseydiler. Ama bizzat Demokrat Parti iktidarı bu yolu açmadı. İnönü´nün deyimi ile suçluların telaşı içindeydiler!

Gelelim günümüze…

“Tarihimizle yüzleşelim” çığırtkanlığı yapan kaç köşe yazarı 6-7 Eylül günlerinde bu konuyu ele aldı?

Bu utancı dile getirdi?

Hatırlamak bile istemezler.

Çünkü o günkü Başbakan Menderes´in bu günkü “demokrasi kahramanı” algısı zarar görecektir.

Pekiyi Dersim nedeniyle devletin özür dilemesini isteyen genel başkanların aklına bir gün olsun aynı özrün 6-7 Eylül 1955 olayları için istenmesi niye gelmez?

“Tarihimizle yüzleşelim” diyen yüzsüzler neredesiniz?

Bunları da sevebilirsiniz