Çözümsüz Sorunlar ya da Mazlumun Zalimle İmtihanı

Uluslararası ilişkilerin, neredeyse sene aşırı gündeme bomba gibi oturan, konunun muhattablarının yanısıra bölgedeki diğer devletleri, bölge ile görünüşte pek alakası olmayan «büyük” devletleri ve uluslararası ya da ulus-üstü kuruluşları seferber eden, buna rağmen bir türlü çözüm konusunda yol alınamayan, bazı sorunları bulunuyor. Bunlara «uluslararası ilişkilerin kangrenleşmiş sorunları” demek oldukça yerinde. Kıbrıs sorunu ve Dağlık Karabağ sorunu uluslararası gündemi oldukça sık meşgul eden konular arasında başı çekiyor. Ancak şüphesiz ki bu sorunların başında İsrail-Filistin sorunu geliyor. Biz de bu yazıda, İsrail-Filistin sorunu odakta olmak üzere, yapısal olarak benzerlikler gösteren bu sorunların ortak özelliklerine odaklanmaya çalışacağız.

Kangrenleşmiş bu sorunların ortak özelliği, kültürel-tarihsel unsurlar ile ekonomik-stratejik unsurların birbirinden ayrılamayacak denli içiçe geçmiş olması. Ancak yine, ortak özellik olarak, sorunun çoğunlukla salt kültürel bir sorunmuş gibi özellikle medya aracılığı ile dolaşıma sokularak yaşanılan kimi olaylara kitleler nezdinde meşruiyet sağlanmaya çalışılması ön plana çıkıyor. Örneğin, İsrail-Filistin sorununu yalnızca Müslüman Arap ve Yahudi ikileminin bir parçasıymış gibi yorumlanması, sorunun buna indirgenmesi oldukça sık rastlanılan bir durum. Benzer şekilde, Kıbrıs sorunu da sıkça, tarihsel Rum-Türk mücadelesinin modern versiyorunu olarak yorumlanmakta.

Elbette, olayların nasıl yorumlandığı, ne olduğunu belirlemede tek başına bir ölçüt olabilmekten uzaktır. Ancak yorumlanılış şekli, sorunların nesiller boyunca «yaşatılabilmesi”nin nasıl mümkün olabildiği hakkında önemli ipuçları vermektedir. Böylelikle bu sorunlar, tıpkı milliyet, din, mezhep gibi ve bunlar aracılığı ile babadan/anadan çocuğa geçmekte, bizim «sorun” olarak adlandırdığımız olgular belirli bir toplumun kimliğinin en önemli parçaları hatta varlık sebebi olabilmektedir. Bu durum ise, örneğin tarihte asırlar boyunca dostça ya da en azından sorunsuzca yaşamış kültürlerin bu verili sorunları kendi iç dimamikleri ile çözebilmelerini olanaksızlaştırmaktadır. Zaten bu sorunları, kültürel iç dinamiklerin oluşturmadıkları, ekonomi-politik amaçların ardına sığınmış kurumsal kışkırtmaların, bu resmin ana malzemesi olduğu ortadadır. Burada elbette, meselenin aktörlerinin -yalnızca verili kültürel aktörler olmadığının, o kültürel kodlara yaslanmış devletlerin, ekonomik ve stratejik çıkarlarlarla sorunlara dahil olan ya da onları yaratan «büyük” devletlerin ve bu «büyük” devletlerin güdümündeki ulus-üstü ya da olurlararası kuruluşların olduğundan bahsediyoruz.

Zamanlama Tesadüf mü?

Yukarıda isimleri sıralanan üç sorunununun ve bunlara benzer diğer sorunların hem toplumsal belleklerde hem de insanlığın vicdanında çok derin yaralar açtığı tartışmasızdır. Bu sorunları, bütün boyutları ile incelemeyi bırakın, kronolojik olarak mercek altına almak dahi bu yazının amacını ve kapsamını aşacaktır. Ancak, kabaca bakacak olursak, İsrail- Filistin (ya da Arap- İsrail) sorunu en iyi ihtimalle 1940’ların sonlarına, Kıbrıs sorunu, 1950’lerin sonlarına dayanırken, Azerbeycan ve Ermenistan arasındaki Dağlık Karabağ sorunu, Sovyetler Birliği’nin dağılması sürecinde gerçekleşmiştir. Bir genelleme yapacak olursak bu sorunların başlangıç dönemlerinin bir tesadüfün ötesinde, uluslararası yapının değişim süreçlerinin başlarına denk düştüğü görülmektedir: İkinci Dünya Savaşı sonrası dönem, Soğuk Savaş döneminin ilk yılları ve Soğuk Savaş döneminin sonu.

Bu açıklamada bulunmamızın amacı, bu şekilde kangrenleşmiş sorunların, köklerinin daha derinlerde aranması gerektiğinin ipuçlarını sergilemektir. Örneğin, Ortadoğu’nun göbeğinde bir İsrail devletinin kurulması hem tarihsel bir ayıbı (Yahudi soykırımı) örtbas etmenin hem de İkinci Dünya Savaşı galibi ABD’nin Ortadoğu komiserliğini oluşturmanın kolay yolu olmuştur. Tabi bu kolay yol, binlerce insanın canına bir toplumun neredeyse toptan katline sebebiyet vermiştir. Kıbrıs sorununun yakın tarihsel köklerine bakıldığında ise, İkinci Dünya Savaşı’nın galip malubu İngiltere’nin Ortadoğu’yu terk ederken, ABD’nin NATO, CENTO, SEATO gibi paktlar ile dünya hakimiyetine geçiş yaptığı döneme denk geldiği ve bu dönemdeki uluslararası güç boşuluğu ortamında gerçekleştiği görülmektedir. Dağlık Karabağ sorunda ise, 1950’lerde Doğu Akdeniz’dekine benzer şekilde, 1990’larda Kafkaslar’daki bir güç boşluğu ortamında temellerinin atıldığı söylenebilir.

Bostan korkuluğu BM ve «laf olsun torba dolsun” arabulucuları

Bu sorunların elbette birbirlerinden farklı çıkış sebepleri ve süregitme motivasyonları olmuştur. Çıkış nedenleri her ne olursa olsun, bölgelerin stratejik ve ekonomik önemi nedeniyle, bu bölgelerdeki sorunların çözülememesi ve nesilden nesile aktarılan bir yapıya bürünmesinde, bu sorunların uluslararası güç dengelerinin bir aracı olarak kullanılmasının önemli bir payı olduğu ortadadır. Bu nokta, kangren sorunlarda, kültürel-tarihsel motivasyonlarla ekonomik-stratejik motivasyonların nasıl içiçe geçtiğini göstermektedir. Örneğin, dünya hegemonyasına soyunanan ABD açısından, Ortadoğu’da İsrail gibi bir üssü olmasının anlamı büyüktür. ABD’nin, ve -AKP hükümeti gibi- bölgedeki müttefiklerinin İsrail’i her şekilde besleyip, büyütüp, yüreklendirip vakti gelince yarım ağız ya da «zehir zemberek” kınaması bu stratejik çıkarlar olmadan nasıl mümkün olabilirdi?

Bu savımızı destekleyen bir diğer olgu ise, bazı başka konularda aslan kesilen BM’nin böyle kemikleşmiş konularda, ne hikmetse bostan korkuluğu görevi yapmasıdır. Bunun temel sebebi, uluslararası ideolojik hegemonyanın en «saygın” kurumu olan BM’nin yapısal özellikleri nedeniyle kurucusu olan emperyalist devletlerin çıkarlarına aykırı hareket etmesinin (özellikle bir eylemi gerektiren durumlarda) zaten beklenememesidir. Başka koşullarda, örneğin ABD’nin çıkarı gerektirirse, şimdiye kadar bin defa haklı savaş öğretisini, meşru müdafa hakkını umursamamış hatta ezip geçmiş İsrail’e «barış operasyonu” «insani müdahale” düzenlemenin aracı olmaya çalışacak olan BM’nin İsrail’i kınamak ile yetinmesi, İsrail’i yalnızca 12 saatlik ateşkese ikna edebilmesi, üstüne bunla övünmesi trajikomik olmakla birlikte şaşırtmamaktadır.

BM, aslında yapısal olan bu sorunları çözmek için ne yapar? Plan yapar, konferans düzenler. Bu planlarda ve konferanslarda emperyal çıkarları gözetir. Muhattabı olarak göreceği aktörleri emperyal çıkarlara göre belirler. Sonuç ortadadır. Arabulucuğa soyunan devletlerin tutumu da çok büyük bir farklılık yaratamamaktadır. Çünkü bu arabulucular ya emperyal çıkarların savunucusudur ya da emperyalist devletleri ekarte edebilecek kadar güçlü değildir. Yine sonuç ortadadır.

Sonuç ortada ve biz sonucu televizyonlardan izliyoruz. Aslında sonuç, medyalaştırılarak kangrenleştiriliyor. Geçmişteki olayların aksine, artık geniş kitleler, yaşanan ve tekrar tekrar yaşanan trajedilerin, çözümlenemeyen sorunların farkında. Farkında ama bir dizi izler gibi, bir film izler gibi, kendilerinin dışında, kendi hayatlarının bir parçası olması olanaksız olaylar gibi izliyor. Böylece, trajediler normalleşiyor. En acısı, da normalleşen bu olaylar «siyasi cinler” tarafından meşru zeminlere kolayca oturtulabiliyor. Biz de yalnızca izliyoruz. Ya da biraz daha cesursak bir iki eylem yapıyoruz.

Mazlumun zalimle imtihanı

Kangrenleşmiş bu sorunlarda, sonuç olarak bütün «şans” rüzgarları zalimden yana esiyor. Çünkü, çok amiyane bir tabir olsa da, şu an dünya zalimin dünyasıdır. Dağlık Karabağ’da işgalci Ermenistan, yüzlerce insanı katlederken, bütün dünya olur da aksini iddia etse dahi, Ermenistan’ın yanındadır. Ya da Rumlar, Kıbrıs’ta Türkleri katlederken dünya Rumlar’ın yanındadır. Bugün her türlü çifte standart ve hukuk ihlali ile, AB, ABD, Rumlar’ın yanındadır. Ya da bugün hala kanayan İsrail-Filistin sorununda BM, ABD ve güçlü AB ülkeleri -her ne kadar aksini iddia etseler dahi- ya da buna zahmet bile etmeyerek fiiliyatta İsrail’in yanındadır. Hatta biz fiiliyatta İsrail’in yanındayız. Her ne kadar içimiz kan ağlasa da vicdanlarımız çığlık atsa da sesimiz Filistin’e ulaşmıyor. Tüm bu sorunların son bulmasının tek yolu ise, zalimle mücadele etmektir. Zalim, tek kişi, tek kurum, tek devlet değildir. Zalim, bütün bir sistem ve bu sistemi meşru kılan bütün mekanizmalardır. Mazlumun, zalimle imtihanı zalime karşı örgütlü mücadele ile son bulacaktır. Zalime karşı hayatın her mecrasında mücadele, mazlumu zalimden kurtaracaktır…

Bunları da sevebilirsiniz