Kıbrıs’ta En Uzun Gece…

İçinde bulunduğumuz Temmuz ayı önemli.. Çünkü 20 Temmuz 1974 Kıbrıs Barış Harekatı’nın 40. Yıldönümü… Üstelik Kıbrıs’ta yeni müzakere süreci ilerliyor ve çözüm için hemen herkes tetikte… Kıbrıs Türk toplumunun başından geçen kanlı süreci bilmeden ve anlamadan çözüm ürecinin ilerleyemeyeceğine inanan birisi olarak, Rauf Denktaş’ın 20 Temmuz sabahına uzanan son geceyi nasıl anlattığını sunmak zorundayım.

Mücahit olsun, Barış Harekatı’nda görev almış Türkiyeli subay veya er olsun, Kıbrıs Direnişi’ne emek vermiş herkes bize göre kahramandır.

Bunların içinden 1948 İstanbul doğumlu Mesut Günsev isimli kadim dostuma ayrıca derin hayranlık beslerim. Bu 40 yıllık denizci dostum, hayatının her anını Kıbrıs davası için harcamış bir Türklük misyoneridir. Kıbrıs Barış Harekatı’na katılmış, ikinci harekatta Magosa’ya tankın üstünde giren ilk savaşçı olarak ünlenmiş ve daha sonra adaya yerleşerek gazetecilik görevini üstlenerek vatan savunmasına devam etmiştir. Hala da üstün gayretle mücadelesini sürdürmektedir. Ona ve onun gibilere çok şey borçluyuz.

Mesut Günsev, 20 Temmuz 1974’te Kıbrıs’a ilk çıkan birlik olan Amfibi Deniz Piyade Alayı’nın isimsiz kahramanlarına ve birliğin kurucusu Oramiral Kemal Kayacan’ın değerli anılarına ithaf ettiği «Şafak Vakti Kıbrıs” isimli kitabıyla anılarını ve adayla ilgili görüşlerini kitaplaştırmış ve Kıbrıs kamuoyuna armağan etmiştir. 1969 yılında Harp Okulu’ndan Deniz Piyade Subayı olarak mezun olan, uzun yıllar amfibi birliklerde çalışan Mesut Günsev, 1974 Kıbrıs Barış Harekatı’nda Ada’ya ilk çıkan birlik olma özelliği taşıyan Amfibi Alay’ın bir mensubu olarak üstün yararlıklar gösterdiği için Liyakat Madalyası ile onurlandırıldı ve kurtuluştan sonra ismi Girne’de bir sokağa verildi.

Askerlik mesleğinden emekli olunca Kıbrıs’a yerleşen ve Türk Basını’na adada hizmet etmeye başlayan Mesut Günsev, bu süreçte yine çok önemli basın kuruluşlarında üst görevler ifa etti, Dış Basın Birliği’nin kuruluşunu gerçekleştirdi, Kıbrıs üniversitelerinde ders verdi, araştırma merkezlerinde görev üstlendi, Kıbrıs televizyonlarında ilgiyle izlenen nice proğrama imza attı.

Çok değerli bir insan, bir gerçek Kıbrıs aşığı, iyi bir aile babası ve üstün bir vatansever olan Mesut Günsev’in, bu kadim dostumun Rauf Denktaş’a, 20 Temmuz çıkarma sabahı öncesi, en uzun geceyi anlattırdığı eşsiz söyleşisini buraya alıyorum. Sağol kardeşim…

Deniz Piyade Andı’nı 1975 yılında İzmir-Poligon’da senin yazdığını biliyoruz.

Andın son iki mısrasını buraya taşıyorum:

«Ya zafer, ya ölüm…

Vatan sağ olsun…”

Vatan sağolsun Mesut Günsev dostum…. Sağol…

… VE EN UZUN GECE… (RAUF DENKTAŞ’LA RÖPORTAJ)

(13 Mayıs 1996)

Sayın Cumhurbaşkanım, malumları olduğu üzere Gü­venlik Kuvvetleri dergisi geçen sene Mart ayında yayına başladı ve zatıalinizin başyazısı ile yayın hayatına atıl­dı. Mart ayında 4. sayısı yayımlandı, önümüzdeki 5. sa­yısı geçen sene olduğu gibi Kıbrıs Barış Harekât özel sa­yısı olacak, sizi rahatsız etmemizin nedeni Barış Harekâtı’nın basına yansımayan bazı yönlerini zatıalinizden dinlemek. Örneğin 15 Temmuz’dan çok kısa bahsedebilir miyiz? Liderlik olarak haberi aldığınızda nasıl bir durum muhakemesi yaptınız. Harekâtı sezdiniz mi? 19 Tem­muz’a kadarki gelişmeler nasıl cereyan etti?

5 Temmuz’dan daha evvel Makarios’a karşı iki teşeb­büs yapılmıştı. Helikopteri düşürülmüştü. Ondan kurtul­du, bilahare zannedersem Trodos’a giderken arabasının altında bomba patladı. Ondan da kurtuldu.

Bizce bunu Yunanistan’ın yaptırdığı besbelliydi. Yuna­nistan ile Makarios arasında ideolojik bir savaş vardı.

Makarios Kralcıydı. Kıbrıs’ı artık tamamen eline geçir­miş olduğuna inanıyor ve Türkiye’yi asla müdahaleye zorlayacak herhangi bir girişimde de bulunmadan yıllar­ca bekleme planları yapıyordu.

Kıbrıs’ı çocukluğundan beri tanıdığı Yunan Kralı’na he­diye etmek sevdasındaydı ve Yunan Kralı adına Yunan Albay­ları ile uğraşıyordu. Bu nedenle Albaylar ile arası açılmıştı ve onlar kendisini iki kez öldürme teşebbüsünde bulundular. Bu iki olaydan hemen sonra biz bir durum değerlendirmesi yaptık. Makarios ile Albaylar arasındaki düşmanlığın azalmayacağı, aksine artacağı besbelliydi. Son iki olayda Makarios öldürülmüş olsaydı onun yerine cunta/ derhal kendi adamını koyacak ve süratle Enosis için büyük bir adım atılacaktı. Bunu önlemenin yegâne yolu, üçüncü bir teşebbüs yapıldığı takdirde Türkiye’nin müdahalesi olmalıydı. Türkiye böyle bir müdahaleye ha­zır mıydı değil miydi?

Bunlar üzerinde uzun boylu düşündük ve bu düşünce­lerimizi yani Yunanistan’ın yeniden bir teşebbüse kalkışa­cağını, böyle bir şey yapıldığı ve Türkiye’nin müdahale et­mediği takdirde kısa bir süre içerisinde Ada’nın Yunanis­tan’a bağlanmış addedileceğini Türk Hükümeti’ne duyur­duk.

Dolayısıyla 15 Temmuz sabahı saat 8.30’da yazıhanem­de çalışırken silah seslerini işittim ve hemen arkasından Maka­rios’a darbe haberi geldi. Rum radyosundan marş­lar, “Makarios ölmüştür” anonsları ortaya çıkınca ilk yap­tığım iş Türk Hükümeti’ne, “Bu darbe Enosis için yapıl­mıştır. Derhal müdahale gerekir. Müdahale zamanında yapıl­mazsa Kıbrıs meselesini kaybetmiş oluruz ve Kıbrıs Türk olarak çok zor durumda kalırız,” şeklinde bir mesaj gönder­mek oldu.

Mücahitlerimizin psikolojik durumunu bildiğim için derhal mücahitlere dönük bir açıklama yaptım ve “Sakın karışmayınız. Bu Rumlar arası bir iştir. Emirsiz bir şey yapmayınız. Bizi ilgilendir-mez,” şeklinde uyarılarla mücahit­lerimizin zamansız bir hareket başlatıp kendi bölgelerindeki halkı ezdirmelerinin önüne geçmek iste­dim. Çünkü tarihlerinde okuduk, Yunanistan’da milli­yetçi Yunanlılarla, komünist Yunanlılar çarpışırken da­ima her iki taraf da diğerine saldırmaya giderken bir Türk köyünün üzerinden veya kenarından geçer ve ora­daki Türkleri de hırpalardı. Dolayısıyla bunların iç mü­dahale­leri kendilerine Türkleri unutturmuş ola-mazdı. Bu ne­denle devamlı surette bunun üzerine durmayı yeğ­ledim ve Allaha şükür hiçbir olay bizim tarafımızdan başlatıl­madı. O günlerde başlatılsaydı tekrar ediyorum sonuç çok feci olurdu.

Hemen hemen her gün, Türkiye’ye günde belki bir-iki belki de daha fazla mesajlarla durumu bildiriyorduk ve ıs­rar ediyordum: “Müdahale gereklidir. Şarttır,” diye en so­nunda herhalde Başbakan Sayın Ecevit biraz da tedirgin olmalı ki TC Büyükelçiliği’ne bir mesaj geldi:

“Sayın Denktaş’a söyleyiniz endişe etmesinler. Hükü­met olayları çok yakından izlemektedir. Konjoktür hazır­lamakta­dır.” Bu konjoktörü hazırlama noktasında bir pa­rantez açarak size bir anımı anlatayım:

Darbeden iki-iki buçuk ay evveldi. Bir rüya gördüm. Ata­türk etrafında bir toplulukla Girne kapısından içeri gi­riyordu. Ben de etrafımda bir toplulukla kendisini karşıla­dım.

“Atam, bizi kurtar artık. Dayanamıyoruz. Mümkün de­ğil, dayanamıyoruz,” dedim, elini öpmeye çalıştım.

Bana sert sert baktı. Sonra gülümseyerek, “Konjoktür önemlidir. Denktaş, konjoktüre dikkat ediniz,” dedi.

Uyandığımda bu rüyanın şok etkisi altında kalmıştım. Bu sanki rüyanın ötesinde bir şey gibiydi.

Sanki Atatürk’le hakikaten karşılaşmış, konuşmuşum duy­gusunu taşıyordum. Çok heyecanlıydım. Sabahleyin erkenden saat 09.00’da Büyükelçi Asaf İlhan Bey’e gittim. Kendisine bu rüyayı anlattım ve rüyayı günlüğüme de yazdım. Dolayısıyla 15 Tem-muz’dan sonra Sayın Ece­vit’ten “Konjoktüre dikkat ediyoruz, konjoktüre bakıyo­ruz” şeklindeki mesaj gelince, “Asaf Bey geliyorlar,” de­dim.

“Nereden bildin?” dedi.

“Hatırlamıyor musun rüyamı? İki buçuk ay önce ben sana geldim söyledim,” dedim.

Hatırlamadı. “Defterime de yazdım” deyince, ben da­i­reme gelmeden bir memurunu gönderdi. Hakikaten gün­lüğün o sayfasını çevirdik tekrar okuduk.

19 Temmuz’da artık Amerika’dan gelen sesler, “Canım Ni­kos Sampson artık idareyi ele almıştır. Çatışma dur­muştur. Halktan tebrikler gidiyor. Artık herhalde kendisi­ni kabul edebiliriz” gibi hava esmeye başladı. Bu bizi da­ha da endişelendirdi. Her gün yabancı gazeteciler geliyor. Bu oturduğumuz odanın arka tarafında Ledra Palas’dan vurul­mayacak şekilde siper alarak bahçede oturuyorduk. Onlar biralarını yudumlarken günün de muhasebesini ya­pıyorduk.

19 Temmuz’da bana; “Türkiye gelecek mi, gelmeyecek mi? Ne dersiniz?” diye bir soru tevcih ettiler. Dedim ki, “Kırk sekiz saate gelirse gelir, gelmezse artık çok geç ka­lır.” Çünkü ben Amerika’nın tanıma eylemine gireceğini istih­bar etmiştim. Bunlar bu sözümden heyecanlandılar ve o gece Rum tarafına geçeceklerine geldiler Saray Otel’de üslendiler.

19’unda akşamüstü saat 19.30 sularında Asaf İlhan Bey’in (TC Büyükelçisi) hanımı ile birlikte hiç yapmadığı bir yürü­yüşü yaptığını, yürüyerek bizim kapının önünden geçti­ğini, benim içeride olup olmadığımı sorduğunu, içeri­de olmadı­ğım kendisine söylenince “O zaman akşama ara­tırım selam söyleyin,” dediği, bana duyuruldu-ğundan herhalde bir şey var diye yine heyecanlandım ve ümitlen-dim.

Hakikaten birkaç saat sonra beni arattı. Yanında o dö­nemin Bayraktarı da vardı.

Bayraktar Nazmi Bey’di zannedersem adı, ve bana “Beklediğimiz gün yarın sabah” dedi.

Saat kaçta Sayın Cumhurbaşkanım?

Saat 20.30 civarındaydı. 19 Temmuz akşamı.

Ve en uzun gece başladı herhalde?

Evet, en uzun gece başladı. Tabii ki sarıldık, ağlaş­tık. Sevinçten gözlerimiz yaşarmıştı.

Ondan sonra benim içime bir durgunluk çöktü. Olma­ması gereken bir savaş olacaktı. Kıbrıs davası yaratılmamalıydı. Bu dava Makarios tarafından yaratıl­mıştı. Hallet­meliydi. Halletme-mişti. Türkiye’nin ga­ranti hakkı oldu­ğunu bilerek gerilemeliy-di, gerileme­mişti.

Ve şimdi savaş olacak ve savaş gencecik insanlarımı­zın ve kardeşlerimizin şehit olması ile sonuçlanacaktı. Netice­den endi-şemiz yoktu ama neden olsun diye içimde taş gi­bi ağırlık hisset-tim.

Yapılması gereken işler arasında derhal bizim bir ka­rargâh bulmamız gerekiyordu. Hava saldırılarına, havan saldırılarına karşı Kooperatif Merkez Banka­sı’nın zemin katını seçtik. Karar-gâhı oraya nakledecek­tik. Fakat bana verilen talimat, “Saat 05.00’e kadar yani çıkarma başlayın­caya kadar sakın ha kimseye bir şey söyleme” şeklindey­di. Ancak söylemeden yapılmaya­cak işler de vardı. Karar­gâhın toparlanması, taşınması, radyoya, televizyona veri­lecek beyanatların hazırlan­ması, tercümesi, bunun üzeri­ne saat 22.00’yi zor bekleye­bildim. 22.00’de arkadaşları bir bir çağırdım. Bakan arkadaşları, müsteşarları, kendilerine her tebli­gatı yaptığımda “Yarın sabah geliyorlar,” dedi­ğimde evvela bir sevinç öpüşme ağlaşma, sonra “eve gi­dip geleyim” istekleri ile karşılaştım. “Hayır, ben size bu­nu söyledim. Artık bu kapıdan çıkamazsınız Türk Ordusu gelinceye kadar burada kalacaksınız,” dedim ve öyle yap­tık. 24.00’e kadar bekledik. Benim darbe gününden itiba­ren Birleşmiş Milletler’in verdiği ikametgâhta kalan bir ir­tibat subayım vardı. Avusturyalı. Ona bol bol şarap içirip, “Sen çık yat,” dedik. O da çıkıp yattı. Ondan sonra biz ka­rargâhı taşıdık ve sabahın beşinden itibaren bizim radyo­muz Bay­rak “Türkler Ada’nın dört tarafından çıkıyorlar,” diye yayma başladı.

Yanılmıyorsam saat farkından doğan bir olay oldu galiba?

Bize gelen tebligatta saat 05.00’te çıkılacak deniyordu.

Ama Türkiye saati ile 05.00’ti galiba. (Yaz saati)Türkiye saati, Kıbrıs saati demediler. Biz gelecekler di­ye 05.00’i baz olarak aldık ve anonsu yaptık ve neticede Rum’a bir saat erken haber vermiş olduk. Allahtan Nikos Sampson bunlara inan­madı. Ve fazla bir tertibat alamadı­lar. Ayrıca dört bir taraf­tan çıkıyor dediğimiz için ne tara­fa bakacaklarını bilemedi­ler.

Dört bir yandan çıkarma var açıklaması nasıl karşı­landı?

Benim bu şekilde konuşmam, kaç gündür, “Bu Rumlar arası bir iştir sakın karışmayın ha,” dediğim mücahitler üzerinde elektrik şoku yaptı ve derhal mevzilere harekete geçmeye kalkıştılar ve kalkışır kalkışmaz da tabii Rumlar bu zayıf kuvvetleri bir bir sön-dürdüler. İnsanlarımızı esir aldılar, bazı yerlerde büyük harabiyet yaptılar.

Hâlâ daha bana Limasol’dan, Baf’tan, “Dört bir taraf­tan geliyorlar dedin, başımızı belaya soktun,” diye takılan arka­daşlar var. Ben de, “Ya Yavuz çıkarma plajından geli­yorlar mı diyecektim,” diyerek şaka yollu cevap veriyo­rum on­lara.

O gece hiç uyunmadı tabii. Gittim benim irtibat subayı­nı uyandırdım. Yataktan fırlayıverdi.

«Ne var?” dedi.

“Çıkarma var,’ dedim.

“Ne çıkarması?”

“Türk çıkarması.”

“Aman.” dedi pantolonunu giyerek merdivenleri inişi­ni hatırlıyorum. Derhal karakola telefon etmek istedi. Te­lefon hatlarını kestiğimizi, karargâhı başka yere nakletti­ğimizi anlattım. Aldık onu da karargâha götürdük.

O adamın Kooperatif Merkez Bankası’nın önünde bi­zimle birlikte Girne dağlarına bakışını ve bekleyişini hatır­lıyorum.

Gecikmeyle de olsa evvela derinden top sesleri gelme­ye başladı, sonra arkasından uçakların paraşütçüleri in­dir­meye başladığını gördük. O an etrafımda olanların yer­lere kapanıp toprağı öpüp şükürler olsun dediklerine ta­nık oldum. O soğuk Avusturyalı da bu manzaraya bir baktı ondan sonra iki eliyle elimi avuçlarının içine aldı iç­tenlikle, “Sizi kutlarım artık kurtuldunuz,” dedi. Bundan benim çıkarttığım anlam şu: Bu subay katliamın nasıl ya­yılacağını biliyordu. Onun bilinci içerisindeydi.

O çok sıcak, o çok heyecanlı şekilde elime yapışıp, “Ar­tık kur-tuldunuz” demesini hiç unutmuyorum. Allaha çok şükür hakikaten kurtuluşumuz başlamıştı. Tabii ertesi gün sabah olur olmaz Asaf İlhan Bey’le buluştuk. Hava İndirme Tugayı’nın komutanı bize geliyormuş. Biz ise he­yecanımızdan bekleyemeyerek arabaya atlayıp Alayın Orta­köy’ün doğusunda bir çadırda kurulan harekât merke­zine gittik. Orada herkes heyecanla bize durumu anlatı­yordu. Kısa bir görüşmeden sonra harekât merkezinden çıktık. Bizi uğurlamak için Allahtan hepsi bizimle birlikte dışarıya çıktı. Biraz sonra biz köşeyi döndük ki tam çadı­rın üzerine bir havan mermisi düşmüş, Allahtan kimseye bir şey olma­mış.

Geri geldiğimizde komutanın bizi aradığını işittik. O an buluşamadık. Hazırlıklar devam ediyordu. Yaralılargetirilmeye başlandı. Onları ziyaret ettik. Öğleden sonra saat 14.00 veya 15.00’e doğru Osman Örek’i yanıma alarak Boğaz’a gittik. Nurettin Ersin Paşa’nın geldiğini duyunca karşıla­maya gittik. Ersin Paşa’yı ilk kez orada gördüm. Etraf ya­nıyor, bütün tarlalar ateş içerisinde, asker koşuşuyor, bü­yük bir heyecan var, fakat Ersin Paşa sanki evinde oturuyor­muş gibi soğukkanlı, harita üzerinde çalışıyor. “Denk­taş Bey geldi,” dediler. Derhal kalemi bıraktı. Döndü, sa­rıldı.

“Emirleriniz Paşam,” dedim.

O bana kahve mi, çay mı istediğimi soruyor. “Aman Pa­şam, biz kahveden çaydan geçtik, biz ne yapabiliriz onu sormaya geldik.” Böyle bir manzara unutamayacağım bir şey. Yani bir sorumlu subayın bu kadar soğukkanlı oluşu kendine hâkimiyeti ve etrafa hâkim oluşu bende unuta­mayacağım bir anı bıraktı.

O arada ben, sağda solda yürüyorum. Subaylarla ko­nuşu­yo-rum. Bir paraşüt subayının yanında durdum. Onunla da kucak-laştık, öpüştük. Konuşmaya başladık. Kendisine, uçaktan, Rum ateşi altındaki bu yanan ovala­rın içerisine nasıl atladığını, “Bu ateş sahnesinin içerisine atladı­ğında içinize korku düşmedi mi?” diye sorduğumda cevabı çok ilginç oldu:

“Belki inanmayacaksınız, ben hurafeye inanmam. Üni­ver­site talebesiyim. Ama o uçaktan atladığımda sanki ba­na etrafımızda beyaz atlar üzerinde yalın kılıç binlerce 1571 askeri göründü ve onlarla birlikte indik,” dedi.

Bu bir inanç meselesi, bir itikat meselesi. Kur’an-ı Ke­rim’de bu var, şehitler gizli askerlerdir. Bunlar ölmez, on­lar yardımcıdır, diye.

Ona inanmış olacak ki kendine bu göründü. Benim için bü­yük olay, büyük manevi bir olay ve Türk askerinin gü­cünü gösteriyor. Allah’a o kadar inanmış ki yalnız olma­dığının bilinci içerisinde hareket ediyor.

O gece tabii zor şartlar yaşadık.

Özellikle Alay çevresinde.

Evet biz akşamüstü Ersin Paşa’dan dönüyorduk. Gönye­li’ye girdik. Gönyeli’nin çıkışında arabamızın bir sağına bir soluna havan mermileri düşmeye başladı. Biraz ilerledik ki köşedeki bir evin üzerine bir havan mermisi düştü ve biraz ilerideki elektrik direği önümüze devrildi. Benim re­aksiyonum şoföre “dur” demek oldu. Şoförün reaksi­yonu ise süratle düşüşün arasından geçmek oldu ve ani karar bizi kurtardı. Meğer işte iki Alay o an ölüm kalım mücadelesindeymiş. Ben de sandım ki ta uzaktan bayrağı ve arabayı görüyorlar ve uzaktan atıyorlar. Halbuki ölüm ka­lım savaşının tam içinden geçiyoruz. Arabaya bir mermi daha saplandı.

Lefkoşa’ya geldik, yaralılar, mücahitlerin “Hani ya, Türk askeri henüz gelmedi” mesajları.

Çünkü bekleme var. Diğer yerlerden mesaj alıyorsunuz.

Oğlum Raif; ertesi sabahtı zannedersem. Bölüğünden, (22. Bölükteydi) karargâha geldi. Kendisini komutanı gön­dermiş. Bir fısıltı yayıldı, “Türk askeri gelemedi, çıka­madı,” diye. Söylentinin büyüdü-ğünü söyledi. Çünkü Rum rad­yosu denize döktük, mahvettik, püskürttük diye sürekli yayın yapıyor. Raif, “Büyük bir maneviyat bozuk­luğu başlı­yor baba,’ dedi ve devam etti: “Beş-on tane da­hi olsa Türk askeri gelemez mi, görsünler bir, canlansınlar insan­lar.”

Ben bunu derhal Bayraktar kanalıyla Ersin Paşa’ya du­yur­dum. Çok önemli olduğunu, moral konusunda çok has­sas bir durum ortaya çıktığını bildirdim. Biraz sonra on-on bir kişi geldi. Hallerinden iki gün, iki gece belki de daha fazla uykusuz, yorgun oldukları, harpten çıktıkları besbel­liydi. Emir istediler. Evvela bir şeyler yiyin, bir şey için bi­raz dinlenin diyecek olduk. “Katiyen, biz cepheye gidece­ğiz, görevliyiz,” dediler, “Emriniz nedir?” diye sordular.

Bunun üzerine bunları sınırlara götürdük. Orada bizimmü­cahitlerle kucaklaştılar, konuştular. Büyük bir manevi­yat doğdu, moral yükseldi ve “Artık geldiler ya ölürüz, hiç önemli değil,” diyenler vardı.

Geri döndüklerinde zorla yemek yedirdik. Ayakları pe­ri­şandı, yün çoraplar ayaklara işlemiş vaziyetteydi. Herhal­de üç-dört gün botlarını hiç çıkarmamışlardı. Onları tedavi ettik. Kendilerine yeni çoraplar verdik gittiler. Allah hep­sinden razı olsun. Bilahare hastanelere gittik. Zaten o gün­lerde sık sık yaptığımız bir iş de hastaneleri ziyaretti.

Şimdi Atatürk Enstitüsü olan okulda (Kızılay Binası), gi­rişte sedye üzerinde yaralı bir subay beni tanıdı, yaka­ma sarıldı. “Silahlarımı isterim, Denktaş Bey. Ben silahsız olamam,” diye feryat etmeye başladı. “Türk bölgesindesin, silaha lüzum yok, emniyettesin,” dedik kendisine.

“Emniyet için değil, ben savaşacağım, silahlarımı iste­rim. Arkadaşlarıma gideceğim,” diyerek ve büyük bir efor sarf ederek birdenbire ayağa kalktı. Bunu gören ve hemen yanındaki sedyede yatan kendisinden perişan er de fırla­dı, “Ben de geliyorum komutanım,” diye. Zorla ikisini de yatırdılar, iğne yaparak teskin ettiler.

Doktorlar, “Bu bir harikadır, mucizedir, bunlar değil ayağa kalkmak, yattıkları yerde kımıldayamayacak du­rumdadırlar nasıl oldu bu iş,” diye konuşuyorlardı.

Oradan şimdi Polis Dikimevi olarak kullanılan o za­man hastane olarak kullanılan eski Viktorya okuluna git­tik. Orada genç güzel bir subay yatıyor ve ağlıyor da. İşte insan o hallerde ne diyeceğini bilemiyor ki!

“Canım Türk askeri ağlar mı?” diyecek oldum. Tabii söy­lenecek laf değildi.”Acımdan ağlamıyorum. Ayağımı kestiler, savaşamayaca­ğım ona ağlıyorum.”

Çok mahcup oldum. Eğildim yanaklarından öptüm. Önünde ağlamamak için acele dışarıya çıktım.

Bu gibi vakalar ve olaylar hakikaten o günlerde bizim vü­cudumuzda deveran eden kan gibiydi. Hiç uyku yok,şehitler görüyoruz, kahroluyoruz. Ben bir talimat vermiş­tim:

“Gelen şehitlerin isimlerini bana söylemeyeceksiniz. Kaç tane oldu, onu söyleyeceksiniz,” diye.

Birdenbire oğlumun şehit olduğu haberi gelebilir diye bunu kendi kendime kararlaştırmıştım. “Söylemeyin,” de­dim ve üç-dört gün böyle geçti. Şehitler geldi, kaydedildi, gitti, üç-dört gün sonra korkarak listeyi açtım baktım. Ta­nıdığım arkadaşlarımın evlatları şehit olmuş, onları gör­düm. Tabiatıyla çok üzüldüm ama o hallerde insanın kal­bi taş oluyor.

Şehit oldular, vatan için oldular, ağlamamak lazım, gev­şememek lazım, dayanmak lazım, bu acıyı sineye çek­mek lazım gibi bir duygu içerisine giriyor insan… Allah hepsine rahmet eylesin. Gencecik çocuklar gittiler ama ge­ride bıraktıkları büyük bir mutluluk, hürriyet, vatan!

Sayın Cumhurbaşkanım müsaade ederseniz ben bura­da bir sap­lama yapmak istiyorum.Harekât sırasında harp muhabiri Ergin Konuksever esir düşme­den önce bir ara bizim birlikle birlikteydi. Er­gin Konuksever ve Adem Yavuz’u da EOKA’lar ağır yara­ladı. Adem Yavuz ise biliyorsunuz daha sonra şehit oldu.Bu gazeteciler esir düşmeden önce rahmetli Raif’in bö­lüğüne git­mişler. Mücahitler mevzilerde. Tabii kimseyi tanımıyorlar. Raif’i gösterip, “Bu Denktaş Bey’in oğlu,” dediklerinde inanama­dım. Liderin oğlu diye kollamış geri bölgede bir hizmet vermişlerdir diye düşünmüştüm demiş­ti. Harekât anıları içinde en çarpıcılarından biri olarak bu olayı anlatmıştı bana.Biraz önce ifade ettiniz. Bir tarafta görev diğer tarafta ateş al­tında bir evlat. Hepimiz babayız ancak görevin so­rumluluğu herhalde evlat sevgisine ağır basıyor bu du­rumlarda.

Öyledir. Ayırt edemezsiniz. Evlat mı, vatan mı diye?Ön­celik bu vatanı kurtarmaktır. O da orada bunu yapıyor, siz de bana şimdi o orada şunu yapıyor bunu yapıyor diye haber getirmeyin diye bu olaya konstantre oluyorsunuz.

Sayın Cumhurbaşkanım, Birinci Harekât bittiğinde kuvvet-leri­miz çok dar bir bölgeye sıkıştırılmıştı. İkinci Harekât zorunluydu. Zaten siz içindeydiniz. Görüşmelere katıldınız. Bu arada mahsur kalan bölgelerden zatıalinize nasıl bilgiler akıyordu? Nasıl bekliyorlardı, moralleri düş­müş müydü? İkinci Harekât olmasaydı bu soydaşlarımı­zın durumu ne olacaktı?”

Ada’nın dört bir tarafında çıktılar çıkıyorlar haberi ve­ril­diği için herkes derhal ve süratle kurtarılacağı inancı içerisine girmişti.

Birinci Harekât durdu, Cenevre, toplantıları başladı de­nince muazzam bir moral bozukluğu başladı. Fakat bazı bölgelerde Rumlar, “Türkiye artık geldi,” diyerek iyi mu­ameleye başlamışlar bazı bölgelerde, genelde Baf tarafla­rında ise muazzam bir baskı başlamış, bazı yerlerde de kat­liama geçilmişti. Onun için gelen mesajlar değişikti. “Daya­nırız, kurtarılacağımıza eminiz,” diyenler çoğunluktaydı.

Ben esas İkinci Harekât’tan sonra, Klerides’le birlikte Po­li’ye, Baf’a gittim. Israrlarım üzerine ben onu Rumlara getirdim. O da beni Türklere götürdü. Türklerin ne feci şartlar içinde yaşadıklarını o zaman gördüm.

O zamana kadar hiç görememiş miydiniz?

Gidemezdik. Fakat hakikaten korkunçtu yapılan şey­ler. Hastalar ve yaralılar getirilecek diye anlaşmamız var­dı. Bir kadının bacaklarından itibaren bütün vücudunda yedi-sekiz mermi sıkılmış ve bize vermiyorlar. Çünkü te­cavüze de uğramış. Bu ortaya çıkacak diye vermiyorlar. Bunları gittik, gördük kurtardık. Allah kimseyi o duruma düşürmesin, zordur.

İkinci Cenevre Konferansı’nda bulunduk tabi. Orada heye­canlı günler, yorucu günler, çok gergin günler geçtive nihayet İkinci Harekât başladı. Konferans gece yarısı bir netice alamadan sona erdi. Ben Klerides’e gittim, kendi­sine, “Birinci Cenevre Anlaşması’nda söz verdiniz köyleri­mizden muhasarayı kaldıracaktınız, kaldırmadı­nız. Bu­raya gelinceye kadar çok acı raporlar aldım köyle­rimizden. Değirmenlik civarında askerimizin etrafına ma­yınlar döşedi­niz. Kaldıracaktınız, kaldırmadınız. Yuna­nistan’dan iki gemi dolusu asker geliyor, geri döndürün dedik döndür­mediniz.”

“Türk askeri ile aranızda bir ara bölge oluşturacağız, as­ker kendisini tehdit edilmiş hissetmesin dedik, yapmadınız. Bunları derhal yap. Benim önümde, al telefonu Kıbrıs’a tele­fon et, emir ver, bunları yaptırt ki yeni bir harekât olmasın.”

Hiç umursamadı, zannedersem Yunanistan’ın asker gön­deriyor, zaman araya giriyor, büyük devletler araya girecek artık Türkiye bir şey yapamaz inancı içerisindeydi ve hiç dinlemedi. Dolayısıyla o gece konferans saat 02.00’ye doğru durdu. Geldik bir yahut iki saat ancak uyuduk ki telefon çaldı. Reuter muhabiri bana:

“Kıbrıs’ta İkinci Harekât başlamıştır, ne diyorsunuz?” diye soruyor.

“Bir şey söylemek gerekmez,” dedim. Acele giyindim, dışa­rıya çıkarken aynı hotelde kalan Rum ekibi gördük. Baktım bavulları ile asansöre giriyorlar. Karşı karşıya gel­dik. Rum Heyeti’nden Triandafilidis bana döndü:

“Bunun acısını çekeceksiniz,” dedi.

Yüzüne baktım, “Allah, yardımcınız olsun. Hadi güle güle,”dedim.

Onlar indi, arkasından ben de indim. Sefarete gittim. Ha­rekâtı takip etmeye başladık. Akşama da biz Kıbrıs’a döndük.

Sayın Cumhurbaşkanım, sizi yorduk, çok sağ olun, gençlere olsun bir mesajınız var mı?

Bir kere her işte, karşınızdakini bilmeniz gerekir. Kıbrıs Türkü de, Kıbrıs Rumu’nu çok iyi bilmelidir. Yani tarihini bilmelidir ve bu bilinç içerisinde bilmelidir. Bir anlaşma yapacaksa Rum’u bilerek yapma-lıdır. Rum’a kanarak de­ğil, Rum’u bilerek yapmalıdır ve bu güzel vatanı korumak için babalan ve ağabeyleri kadar bu vatanı sevmeli, onlar kadar Türkiye’ye, Anavatan’a, Anadolu’daki kardeşlerine güven­meli, inanmalı ve onlar gibi gerektiğinde, her şeyi ortaya koyarım, her şeyi kaybederim ama bayrağı yere dü­şürmem. Vatanı sana vermem,” diyebilmelidirler.

Ana ilke birbirlerini sevmek, bu mücahitlik ruhunun ver­diği kardeşlik havası içerisinde, “Biz bu vatanı daha da güzel yapacağız, daha da mamur yapacağız,” diyerek ça­lışmaktır.

Her devletin kuruluşunda zorluklar olur. İzafi zorluk­lar olur. İdari zorluklar olur. Biz devlet olduk ama devlet adamı, devlet olduktan sonra yetişecektir. Bunların yarat­tığı zorluklar vardır. Belki can sıkan olaylar vardır. Hepsi­ne, olur böyle şeyler, bunların böyle olmaması için elbirli­ği ile çalışalım, ama yılmayalım, ümidi kesmeyelim ve dört elle bu vatanı daha da güzel bir yer yapalım, demek gerekir.

Sağ olun Sayın Cumhurbaşkanım.

Bunları da sevebilirsiniz