Kadın Sorunu Gelecek Sorunudur

Nazım söylüyor, kulak verelim:

«Kimi der ki kadın

Uzun kış gecelerinde yatmak içindir

Kimi der ki kadın, yeşil bir harman yerinde

Dokuz zilli köçek gibi oynatmak içindir

Kimi der ki ayalimdir

Boynumda taşıdığım vebalimdir

Kimi der ki hamur yoğuran

Kimi der ki çocuk doğuran

Ne o, ne bu, ne döşek, ne köçek, ne ayal, ne vebal.

O benim kollarım, bacaklarım

Yavrum, annem, karım, kız kardeşim, hayat arkadaşımdır.”

Nazım ne demişse güzel demiş zaten. Evet, birçok şey söyleniyor «kadın” hakkında. Hem siyasi düzlemde hem de toplum bilimlerinde en «moda” konulardan birisi kadın. Kadın, kadının sorunları ve «kadın sorunu” yeni sayılabilecek bir tartışma alanı değil elbette. Ancak «küreselleşme” ve post modernizim, söylemleri ve eylemleri ile «kadını” baştan yaratıyor. Bu yazının amacı, toplumsal cinsiyet çalışmalarının ve/veya toplumsal cinsiyet siyasetinin temel tartışma konularını kavramsal olarak özetlemek, bunlar hakkında sayısal veriler ya da anket sonuçları verip «kadının içler acısı haline” ayna tutmak ve aynada görünen o gerçeği alaşağı etmenin yollarını sıralamak değil. Kadın ve kadına dair olanın yalnızca kadına dair olmadığını, kadın sorunun «gelecek” sorunu olduğunu vurgulayıp; Türkiye siyaseti özelinde anti-emperyalist cepheye, bu gelecek sorununu, «yeni sol”culara, kimlik siyaseti yapanlara ya da neoliberal siyasetçilere emanet ettikleri için ufak bir eleştiri sunmak. Bu eleştiri elbette sitem ettiğimiz siyasi aktörlerin, kadını, kadınların sorunlarını ve «kadın sorunu”nu yeterince önemsemedikleri, sorunların çözümü için gerekli stratejileri yeterince geliştirmedikleri, geliştirdikleri yetersiz stratejileri bile hayata geçiremedikleri ve tüm bunları tali birer sorunmuş gibi algıladıkları yönündeki izlenim ve intibalarımıza dayanıyor. Öze bakıldığında bu siyasi aktörlerin, durumun ciddiyetini fark etmedikleri, kadını ve kadına dair sorunları hiç önemsemediklerini elbette söyleyemeyiz. Bu sebeple, eleştirimizin belirli bir bağlamda değerli olduğunu belirtmek gerekiyor. Burada bahsedilen bağlam ise, tahmin edilebileceği üzere mevcut siyasi koşullardır.

Mevcut siyasi koşullar ve «kadın” paradigması

Eleştirdiğimiz siyasi gruplar açısından mevcut siyasi koşullar, kadın konusunu ikincilleştirmeden sahiplenmesi ve ana mücadele eksenine taşınması esasında riskli bir durum. Bu risk temelde, mevcut siyasi koşullarda güncel olarak «kadın” paradigmasını üreten, sahiplenen ve genişleten hatta bunlardan nemalanan grupların, anti-emperyalistlerin açıktan mücadele ettiği cephe olmasıdır. Gezi Parkı ile ilgili yazdığımız yazımızda yeni toplumsal hareketleri özetlerken, bunların postmodernizm ve küreselleşmecilik ile yakından ilişkisine dikkat çekmeye çalışmış ve odaklandıkları konuların çevre, toplumsal cinsiyet, kimlik meseleleri gibi konular olduğunu belirtmiştik. Benzer şekilde, kadın sorunsalı da, postmodernizmin ve küreselleşmeciliğin güncel olarak ele aldığı, sahiplendiği temel noktaların başında gelmektedir. Dolayısıyla siyasi düzlemde de postmodernizmden, «küreselleşme”den ve bunların getirdiği kültürel görelilik gibi tutumlardan beslenen siyasal gruplar kadın konusunu siyasallaştırarak bundan nemalanıyor. (Çevre ve kimlik siyaseti de elbette buraya dahil edilebilir.) Özellikle metropollerde, eğitimli kesimlerde ve üst orta sınıflarda bu paradigma ve siyasalar etrafında kümelenenlerin pek fazla olduğunu görmek de mümkündür. Sonuç olarak, anti-emperyalist cephenin kadın konusunu ikincilleştirmeden sahiplenmesi, konu yeterince iyi çalışılmazsa, yeterince kapsayıcı ve bütünsel çözüm önerileri ve siyasalar ile desteklenmezse, mücadele ettiği grupların ekmeğine yağ sürmesi riskini de beraberinde getiriyor.

Bu yazıda elbette, «yeni sol”cuların ve neoliberallerin kadın konusunu ne şekilde, hangi yöntemlerle ele aldığı, nasıl sorunsallaştırdığı ve nasıl önerilerle siyasalar üretmeye çalıştıklarını tartışmayacağız. Ancak, bu siyasi aktörlerin, eserleri oldukları akımın özellikleri nedeniyle, kadın konusunu -genelde- çevresinden dışlayarak, bütünsel olmayan yöntemi ve bakış açısı ile, sözde paradigmalar hiyerarşisinin tepesine oturtarak ele aldıklarını belirtmek gerekiyor. Ve esasen anti-emperyalist cephenin de kadın paradigmasını yeterince içselleştirmemesinin bir nedeni olarak bu tutumu görmek de mümkün. Çünkü mevcut siyasi koşullarda, kadın konusu yeniden yaratıldığı şekliyle, anti-emperyalist mücadelenin yalnızca yabancılaştığı değil, düşman gördüğü bir niteliğe büründürülüyor.

Bizim bu yazıdaki savımız ise, «kadın sorunu”nun yeni-solcuların ve neoliberallerin eline bırakılamayacak kadar ciddi olduğuna dayanmaktadır. Buradaki amaç, «kadın sorunu” anti-emperyalist cephenin birinci sorunu olmalıdır demek değil. Ancak, «kadın sorunu”, toplumun, toplumsal değişimin, devrimci mücadelenin bütünsel olarak ele alınması ve işlenmesini gerektiren, solcu, halkçı siyasetin bütünselliği açısından geri planda bırakılamayacak kadar temel bir konudur. Bu çerçevede kadın sorununun neden bu kadar temel olduğunun kısaca özetlenmesi, eleştirimizi sağlamlaştırmak için yararlı olabilir.

Kadın sorununun özüne dair

Öncelikle, «kadın sorunu” salt bir cinse ait değildir, bir toplum sorunudur. Topluma dair olan hiçbir şey birbirinden kopuk olmadığına göre, kadın konusunun ayrı bir başlık açarak, madde madde değerlendirilemeyeceği de görülür. O halde, topluma yön veren, o toplumun fiziksel ve zihinsel olarak geleceğe taşınmasını sağlayan dinamikler bir bütün olarak ele alınmalı, kadın konusu ekonomik, siyasi, kültürel ve hatta psikolojik olarak tüm boyutlarıyla değerlendirilmelidir. Bu açıdan yaklaşıldığında, kadını, toplumun yalnızca bir parçası olarak görme yaklaşımı, kadının ezilmesini beraberinde getirdiği gibi, postmodernleri kadın siyasalarını destekleyen bir mekanizma haline de getirir. Oysa bir özne olan toplum çerçevesinde bakıldığında, etken ya da edilgen, ezen ya da ezilen ve haklı ya da haksız olma durumlarına hatta kadın ve erkeğin tüm farklılıklarına rağmen, kadın toplumun bir parçası olarak değil, toplumun özü ve bütünü olarak görülmelidir. O halde, kadın sorunu, toplum sorunudur.

Yukarıda bahsettiklerimizin dünya ve Türkiye politikasında nasıl somutlaştığını çeşitli örneklerle desteklemek mümkündür. Sosyo-ekonomik ölçütlerle tartıştığımızda, feodalite ve kapitalist emek sömürüsü, konu için açıklayıcı örneklerdir. Kadınlar farkında olsalar da olmasalar da kırsal alanda, ağalık sisteminin, feodalitenin zihinlerde ya da maddi olarak yıkılamadığı yerlerde hayvandan bile değersiz görülmeleri gibi, töre cinayetleri, şiddet gibi onlarca sorunla karşı karşıyadır. Ancak kadınlar aynı zamanda bu feodal yapının sürdürülmesinin de temel aktörüdür. Bu kendine yüklenen ikincil konumu «doğal” olarak içselleştirmekle olduğu gibi, çeşitli tabular ya da cehalet nedeniyle kuluçka makinası gibi görüldüğünden o feodal düzene belki düzineyle yeni çocuk vermekle ve o çocukları bu feodal düzeni sürdürecek şekilde yetiştirmekle de üstlenebilir. Dolayısıyla kadın feodaliteden zarar görürken -edilgen de olsa- «kadın olmasından ötürü” onu besler.

Benzer şekilde, kapitalist sistemde işgücü olarak kadın, -çocuklarla birlikte- emeği erkeklerden daha ağır sömürülen gruptur. Ancak aynı kadın, emek sömürüsü karşısında örgütlü mücadeleye katılmamasıyla olduğu gibi, sistem tarafından pompalanan tüketim, moda, kozmetik gibi «çılgınlıklara” kapılarak, hatta bu çılgınlıklar içinde kendini kaybederek kapitalist sistemi güçlendirecek mekanizmalar içinde yerini alır. O halde kadın, kapitalist sistemden zarar görürken, bilinçsiz de olsa «kadın olmasından ötürü” onu güçlendirmektedir. Sistemin kadına «kadın olmasından ötürü” yüklediği rolleri, kadının verili, doğal ya da değiştirilemez görmesi ya da olumsuzluğunu bile fark etmemesi nedeniyle kadın, bu ilişkilerin yeniden yaratılması sürecinin önemli bir parçası konumundadır.

Kadın paradigmasının en çok tartışılan konularından birisi olan kadının özel alana ait olarak görülmesi çerçevesinde şekillenen kamusal alan-özel alan tartışması da üzerinde durulabilecek diğer bir örnektir. Bu konu, türban meselesi ile Türkiye’de özel bir anlam da kazanmaktadır. Türkiye gündeminden senelerdir düşmeyen türban ve eğitim, türban ve kamu görevi, türban ve mahalle baskısı gibi konular salt bir sekülerlik-dincilik tartışması ekseninde değerlendirilemez. Kadın, saklanılması gereken, utanılacak bir şeymiş gibi çarşaflara türbanlara bürünmektedir. Kendisini bu denli küçük düşüren bir davranışı, sıkı sıkıya sarıldığı «inancının gereği” olarak değerlendirmektedir. Kadın, «kadın olmasından ötürü” gelenek sonucu edilgen olarak kendi esaretini sürdürüyor olsun, ya da türban takmanın bir «özgürlük” olduğunu «düşünerek” hak talebinde bulunuyor olsun, hem sekülerlik-dincilik tartışmasını beslemekte, hem de ironik olarak kendi esareti için mücadele etmekte ya da sessiz kalmaktadır. Aynı zamanda, sekülerlik-dincilik tartışması da kadının köleleştirilmesi sürecini güçlendirir.

Ne yapmalı?

Örnekleri çeşitlendirmek mümkündür ve bu örneklerin «kadın sorunu”nun ciddiyeti ile ilgisi de aslında gayet açıktır. Feodalitenin, kapitalizmin, emperyalizmin yalnızca (görünen şekliyle) ekonomik, siyasi, kültürel bileşenleriyle mücadele edince kadının özgürleşeceği, sorunlarının ortadan kalkacağı sonucunu çıkarmak oldukça mantıksızdır. Çünkü sistem içinde, o sistemi besleyen, o sistemin yaşamasına ve hatta genişlemesine neden olan bir «kadın” vardır. Dolayısıyla, o sistemin içinde mücadele edilmesi gereken bir «kadın” vardır. O «kadın”la mücadele etmek, kadın sorununu siyasi mücadelenin ana ekseninden çıkartmamayı zorunlu kılar. Bu sebeple toplumsal bir mücadele yürütülürken «kadın” ayrıştırılarak dışlanarak, koparılarak üretilen siyasalar başarısız olmaya mahkum olacaktır. Buna rağmen ne yazık ki, anti-emperyalist cephenin söyleminde ama özellikle de, eylemlerinde kadın sorununa araçsal ve yüzeysel bir yaklaşımın ötesine geçilemiyor. Konunun ötelendiği ya da ikincileştirildiği izlenimi yıkılamıyor.

Anti-emperyalist cephe, «kadın” konusunu «yeni sol”cu, neoliberal kesimlerin elinden kurtarmalıdır. Bu, siyasi mücadelesinin esas ekseninden ayrı düşünülemez. Nitekim anti-emperyalist cephe öncelikle, «yeni sol”cuların neoliberallerin kadını bütünselliğinden kopararak ve bir paradigmalar hiyerarşisi içinde tartışması ile mücadele etmelidir. Bu ise, onların paradigmasını dışlayarak, yok sayarak, önemsiz atfedip üzerine eğilmeyerek olmaz. Aksine, devrimci mücadele çerçevesinde, yıkmak için uğraşılan sistemi güçlendirip duran «kadın” ile çarpışacak ve yok edecek «kadını” yaratarak olur.

Bunları da sevebilirsiniz