Karadeniz Bölgesi’ne dair duyduklarım benim için her zaman ilgi çekiciydi. Ancak, kısa bir Karadeniz gezisinin ardından, büyülenmiş gibi döneceğimi tahmin edemezdim. Dört günlük gezinin sonrasında söyleyebileceğim en doğru şey, gördüklerimin duyduklarımdan muhteşem olduğudur. Yaşamak, o havayı solumak, bildiğimden farklı hayat tarzlarına tanık olmak, bana gösterdi ki gerçekten çok okuyan değil çok gezen bilirmiş.
İlk durağım, Batı Karadeniz bölgesinin en yüksek dağ kütlesi olan Ilgaz Dağları idi. Ilgaz’a dair ilgimi ilk çeken, birbirine komşu iki şehrin bitki örtüsündeki inanılmaz farklılık, belki birçok coğrafyacıyı için hiç de şaşırtıcı olmayan bir şeydir. Ancak, aralarında yaklaşık yüz kilometre olan iki şehrin iklim ve bitki örtüsündeki büyük fark gözden kaçacak gibi değildi. Çankırı çorak ancak Ilgaz’ın bağlı olduğu Kastamonu yemyeşil… Ilgaz, kayak için uygun koşulları ve kayak tesisleri ile özellikle kış turizmi açısından önemli bir merkez olsa da yazın da görmeye değer bir yer olduğunu belirtmeliyim. Elbette Ilgaz Dağları’nı en çekici kılan, onun büyüleyici doğası… Upuzun, yemyeşil ve sık çam ağaçlarının arasında yürümek, parlak güneş ışınlarının yaprakların arasından süzülüşünü izlemek, çeşit çeşit orman canlısının sesini duymak, biraz ürpermek ama asla korkmamak ve ormanın o tertemiz havasını solumak, gülümsemek ve özellikle bunaltıcı yaz sıcağından kaçmak için muhteşem bir fırsat. Hele ki, telesiyej ile çıkılabilecek zirveden baş döndürücü doğayı gözlemlemek, ormanın ortasında konumlanmış en çok beş on haneli dağ köylerindeki hayatı düşünmek, o hayatın içinde olacağın bir hayal kurmak insanın hayata bakış açısını bile değiştirebilecek kadar büyük ve güzel bir etki bırakıyor insanın üzerinde.
Kuşkusuz, bu kısa gezide beni en fazla etkileyen yerlerden biri Erfelek Şelaleleri idi. Erfelek, Sinop’a yaklaşık otuz kilometre mesefade, küçük bir kasaba. Burada, irili ufaklı 28 tane şelale bulunuyor. Burayı tanımlamak için en doğru ifade « doğa harikası” sanırım. Ancak, bu doğa harikasını görmenin pek de kolay olmadığını belirtmeliyim. Öncelikle, Kastamonu-Sinop yolu üzerinden Erfelek’e giden yol oldukça kötü. Karadeniz’in coğrafyasından kaynaklanan virajlı yapıya, yolların asfalt olmaması eklendiğinde yol bir işkenceye dönüşüyor. Asfalt yolun yokluğu, bu denli muhteşem bir güzelliğin, herkesçe görülebilmesinin önündeki çok büyük bir engel. Ancak yolu aşıp, takım şelalelerin olduğu bölgeye ulaştıktan sonra da iş bitmiyor ne yazık ki. Şelaleri görmek için «birazcık” tırmanmak gerekiyor. Tırmanmanız gereken yer, hafif yokuşlu sıradan bir patika yol değil, koskocaman dağ. Elbette düzgün bir yol yok çünkü ormanın içinden gidiliyor. Dik bir patika, ancak bir insanın geçebileceği genişlikte ve giderken sağ tarafta, baktığınızda hem yeşilin yoğunluğundan hem de mesafenin uzaklığından sonunu görmekte zorlandığınız bir uçurum var. Yola devam etmek için kimi yerlerde halatlar yardımıyla tırmanmak gerekiyor. Gerçekten ürkütücü. Öyle ki, yol alırken içinizden birçok defa «bilseydim yolun böyle olduğunu hiç niyetlenmezdim” bile diyorsunuz.
Elbette, şelaleleri görene kadar sürüyor bu pişmanlık. Şelaleler inanılmaz güzellikte. Metrelerce yükseklikten, şırıl şırıl akan berrak sular buldukları ilk düzlükte irili ufaklı göletler oluşturmuş. Şelalenin aktığı yerde güneş ışınlarının yardımıyla rengarenk gökkuşakları oluşuyor. Suyun sesi ve serinliği bir yandan, doğanın ürpertici görsel şöleni bir yandan insanı büyülüyor ve bir kere daha hayran bırakıyor memleketimizin eşsiz güzelliğine. Belirtmeliyim ki ben şelalerin ancak yarısını görebildim çünkü daha fazla tırmanmayı yüreğim kaldırmayacaktı. Ancak, düzlüğe geri döndüp de, oradaki tek çayhanenin işletmecisi, köylerin birisinde yaşayan güleç teyzeye yolun korkunçluğu konusunda yakındığımda beni gerçekten hayretler içinde bırakan bir yanıt ile karşılaştım. Teyze, her gün o yolu 2.5 saat boyunca yürüyerek aşıyormuş köyünden işine gidebilmek için. Zorlanmıyor musunuz diye sorduğumda o sıcak gülüşü ile yanıt veriyor bana, zorlanmıyoruz diyor bizim hayatımız bu… Ben hem hayat mücadelesinin çetinliğine şaşırıyorum, hem de insanların dirayetine ve bu ekonomik ve fiziksel zorluklara rağmen güleç yüzüne…
Erfelek’ten sonraki durak sürgünler şehri Sinop idi. Üç tarafının deniz ile çevrili olmasından dolayı bu şehir asırlar boyunca sürgün şehri olarak kullanılmış. Sinop’un bana değişik gelen bir atmosferi var. Sokakları dar, dik ve karmaşık; havası aşırı nemli. Sokaklarda gezen insanlar oldukça «modern görünüşlü”, güler yüzlü ve yardım sever. Yabancıya alışkın bir halleri var. Şehre damgasını vuran şey ise, tartışmasız, 1999 yılında müzeye dönüştürülmüş olan tarihi ceza evi. Yaklaşık 4000 yıl önce Gaskalılar’ın yaptığı, iç kale 1882 yılında ceza evi olarak kullanılmaya başlanmış. Tahmin edilebileceği gibi, insanın kanını donduran ve nefesini kesen bir ürperticiliği var Sabahattin Ali, Ruhi Su ve Nazım Hikmet gibi tanınmış isimlerin de hükümlü olduğu cezaevinde. Duvarlarda ilgi çekici sözlerin yazılı olduğu tabelalar asılı: «Ulusun ve Yuvan Seni Bekliyor Buradan Onlara Yararlı Olarak Dön”, Kan Kanla Değil; Su ile Yıkanır Öç Almanın Sonu Yoktur (WİLLİAM ŞHEKSPIR)” Shakespeare’in aynen parantez içindeki gibi yazılı olduğunu belirtmeliyim.
Bu gezide bana en sıcak gelen yer olan Amasra’yı anlatmaya geçmeden önce, Sinop- Zonguldak yolundan da bahsetmek gerek. Şaşırtıcı güzelliğiyle yolun manzarası benim için Karadeniz’in unutulmazları arasında, hatta başı çekiyor. Manzarının neresine bakıp neresine güzel diyeceğimi şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Tek arabanın geçebileceği genişlikteki aşırı virajlı yolun bir tarafı uçurum, uçurumun ardı, gök yüzünün rengine göre kah maviye kah griye bürünen uçsuz bucaksız deniz, diğer tarafı dağ. Dağları süsleyen, kim bilir kaç yıllık ağaçların yeşili insanı sarhoş ediyor. Dağların gök yüzüne yakın yerlerinde kurulu dağ köyleri, çok uzaktan görülen cıvıltılı kuş yuvalarını anımsatıyor.Yollarda nadiren arabalar ile karşılaşıyorsunuz, çünkü gerçekten çok çetin bir yol. Ancak yolda yalnız kalındığını düşünmeyin; kadın, erkek, genç, yaşlı hatta çocuk çobanlar o dik yamaçlarda otlattıkları büyük baş hayvanlarını zapt etmeye çalışırken size el sallamayı ihmal etmiyorlar. Yine güler yüzleriyle…
Şirin Amasra, insana yaşama umudu aşılayan bir yer. Vahşi doğal güzelliğini Karadeniz’den şenlikli görüntüsünü Ege’den almış gibi. Oldukça kalabalık, küçük bir Ege tatil kasabasına benziyor. Mutlulukları yüzlerinden okunan insanlar, sokaklarda, eski iki katlı binaların arasında özgürce dolaşıyorlar. Orman, dağlar, sakin koy… Bir de şansıma dolunay gökte, denizde yakamoz… Bırakıp da gitmek gelmedi içimden hiç Amasra’yı… Ama son durak olan Safranbolu’yu da merak ediyordum doğrusu. Zamanın durduğu bir yer Safranbolu. Sanki sihirli bir el dokunmuş ve zaman burada akmasın, tarih burada yaşasın demiş gibi… Tarihe bulanmış dokusuna rağmen kasvetli değil. Tarihi ama eski olmayan bir güzelliği, gülen bir yüzü var. Osmanlılar’dan kalmış evler, hanlar, hamamlar, camiler, medreseler, dik sokaklara tutunmuş, geçen yıllara direnmiş. İnsan yaşadığını unutuyor. Girip çıktığı sokaklarda kayboldukça, zamanın derinliklerinde yolculuk yapıyormuş gibi hissediyor. Safranbolu yerli turistler kadar yabancıların da ilgisini çeken oldukça canlı bir merkez. Özellikle Uzakdoğulu turistlerin oldukça rağbet gösterdiği gözlerden kaçmıyor.
Ben güzel Karadeniz’in, az da olsa, birkısmını gördüğüm için çok mutlu oldum. Harika doğası, sıcak insanları, keşfedilmemiş asaletinden çok etkilendim. Güzel memleketimizin, görmediğim her köşesini görmek heyecan ve arzum derinleşti. Güzellikler keşfedildikçe taçlanıyor. Bu güzellik içinde yaşayan Karadenizliler’e ne kadar şanslı olduklarını hatırlatmış, Karadeniz’i görüp gezenlerin anılarını tazelemiş, görmemiş olanları ise bu harika güzelliği görmeleri işin teşvik etmiş olmak isterim…