Doğa ve İnsan Dostu Bir Tarım Sistemine Doğru

20. yüzyıl ortalarından itibaren hayvansal üretim, bitkisel üretimden kopmaya başladı. Hayvansal üretim meralardan koparılarak kesif yem tüketimine dönük bir hal aldı ve hayvanlar kapalı ve sıkıştırılmış binalarda beslenmeye başlandı. Bu fabrika tarımı (factory farming) şeklinde adlandırıldı. Ancak bunun sonucunda gübre ve idrar havuzlarda toplandı. Kimi yerlerde ise nehirlere boşaltıldı. Gübreyi bitkisel üretime ulaştırmak ekonomik olmamaya başladı. Diğer yandan hayvancılık işletmeleri bitkisel üretimden koparılınca nöbetleşmeye giren yem bitkileri ve baklagiller yetiştirmek gereksizleşti. Bunun bitkisel üretim üzerindeki etkileri yıkıcı oldu. Tek ürün (monokültür) sistemi yoğunlaştı. Bu varılan son durumda tarım sistemi artık hayvancılığı da kapsayarak endüstriyel tarım (industrial agriculture) olarak adlandırılmaya başladı.

Endüstriyel tarımın yarattığı sonuçlar olumsuz olmuştur. Kimyasal gübre üretmek, taşımak ve uygulamak için büyük bir enerji kullanılmaktadır. Kimyasal gübre ve ilaçlar büyük bir çevre kirliliği yaratmıştır. Sular kirlenmiştir. Kentlerde kanalizasyonlar büyük bir çevre kirliliği yaratmaktadır. Daha önceleri insan dışkıları bile bitkisel üretimde kullanılıyordu. Hayvan yemi veya gübre olarak kullanılan mutfak atıkları vb. organik maddeler ise bu defa patlayıcı bir kirlilik kaynağı olmuştur. Bütün bu gelişime ekolojik yarılma diyoruz. Toprak organik maddece fakirleşmiş, kimyasal gübreler topraktaki faydalı mikro organizmaları öldürmüştür. Bu ise zararlı organizmaların hâkim olmasını kolaylaştırmıştır. Kimyasal gübrelerle otlar daha hızlı gelişmiş, bu defa bunları öldürmek için herbisitlere (ot öldürücülere) ihtiyaç artmıştır. Tohum şirketlerinin de etkisi ile biyoçeşitlilik azalmıştır. Bunların birleşik etkisi ile bitki hastalık ve zararlıları çoğalmış, bu defa insektisitler (tarım ilaçları) kullanımı artmıştır. Süreç kendi kendini besleyen bir kısır döngü halini almıştır. Biyoçeşitlİliğin de kaybı ve azalması ile bitkisel ürünlerin besleyici özellikleri azalmıştır. Hayvanların kapalı ve sıkıştırılmış ortamlarda yetiştirilmeleri antibiyotik kullanımının artması ile sonuçlanmış, bu da insan sağlığı üzerine olumsuz etkilerde bulunmuştur. Hayvancılıkta da biyoçeşitliliğin azalması insanlar için zararlı mikropların oluşması ve hızlı yayılması için uygun bir ortam yaratmıştır.

1930’lu yıllarda ABD’de melez mısırlarla, 1960’larda yeşil devrim ile, 1970’lerden sonra ulusötesi tohum firmalarının çeşitleri ile ve 1980’lerden sonra ise GDO’lu çeşitlerin üretimi ile başlayan süreç hızlanarak dünyada biyoçeşitliliği yok etmektedir.

Çin’de 1949’da 10.000 buğday çeşidi varken, 1970’lerde sadece 1.000 adedi kalmıştır. (Norberg-Hodge, Goering, 2001) ABD’de lahana çeşitlerinin %95’i, mısır çeşitlerinin %91’i, bezelye çeşitlerinin %94’ü, domates çeşitlerinin %81’i kaybolmuştur. FAO’nun 150 ülke raporuna dayanarak yayınladığı çalışmaya göre son yüzyılda dünya biyolojik çeşitliliğinin yaklaşık %75’i kaybolmuştur. (FAO, 1996) Tayland’da 1990’da dört çeltik çeşidi ekiliş alanının yarısını kaplamıştı. Bir yıl sonra direnç kazanan bir kahverengi çekirge, biyoçeşitliliğini kaybetmiş Tayland pirinç alanlarını tahrip etmiş ve 400 milyon dolar değerindeki 2,5 milyon ton üretim kaybına neden olmuştur. (Douthwaite, 2002, s.186)

Hastalık ve zararlılar az sayıda çeşit ve türün bulunduğu bir tarım sisteminde çok hızlı bir şekilde salgın yapabilecek özellikler kazanmaktadır. Bundan bazen kaçınılamamakta ve ürün yok olmaktadır. Kaçınmak için ise yüksek düzeyde tarım ilacı kullanılmaktadır. Bu ise hastalık ve zararlılarda bağışıklık sorunu yaratmakta ve bu hastalık yapıcı etmenlerin popülâsyonunu çoğaltmakta, etkileme güçlerini arttırmaktadır. Bu bir kısır döngüye ve daha yoğun ilaç kullanımına yol açmaktadır.

Endüstriyel tohumlardan elde edilen sebze ve meyvelerin besleyici özellikleri konusunda bilgileri derleyebileceğimiz çeşitli araştırmalar dünyanın değişik ülkelerinde yapılmıştır. İngiltere’de yapılan bir araştırmada 1930’da ve 1980’de Tarım Bakanlığının gerçekleştirdiği sebze ve meyvelerin mineral madde değerlerini içeren araştırmaların sonuçları karşılaştırılmıştır. Buna göre 50 yıllık bu sürede sebzelerde kalsiyum, magnezyum, bakır ve sodyumda, meyvelerde ise magnezyum, demir, bakır ve potasyumda önemli düzeylerde gerilemeler oluşmuştur. Sonuçlar bu düşüşlerin endüstriyel tarımın gelişmesinden veya çeşitlerin değişmesinden meydana gelebileceği şeklinde yorumlanmıştır. (Mayer, 1997)

ABD’de benzer tarzda yapılan bir araştırma ile 1950-1999 yılları arasındaki 50 yıllık süre içinde çoğu sebze olan 43 sebze ve meyvede 13 besin maddesinde besin değerlerindeki değişimler incelenmiştir. (Davis ve ark., 2004) Protein, kalsiyum, fosfor, demir, riboflavin ve askorbik asit düzeylerinde 1999’da 1950’ye göre düşmeler görülmüştür.Örneğin ıspanakta askorbik asitte (C vitamini) düşme oranı %52’dir. Soğanda ise bu düşme %28’dir. Demir oranındaki düşüşler soğanda %56, ıspanakta ise %10 olmuştur. Araştırmacılar bitkilerin besin içeriklerindeki değişimleri aradan geçen bu süre içinde çeşitlerdeki farklılık ile açıklamışlardır. Islah çalışmalarında verim artışı sağlanırken besin maddelerinde düşüş gerçekleşmektedir. Aynı şekilde büyüme hızı ile zararlı ve hastalıklara dayanıklılık, verimle zararlı otlara dayanıklılık arasında ters yönde ilişki vardır. Bu nedenle endüstriyel çeşitlerle yapılan tarım nerede ise kaçınılmaz olarak tarım kimyasalları ile gerçekleştirilebilmekte, endüstriyel tarımı güçlendirmektedir. Araştırmacılar brokoli, patates vb. birçok üründe değişik çeşitleri kullanarak aynı koşullar altında yapılan denemelerde antioksidanlarda görülen farklılıkların çeşitlerden kaynaklandığını belirtmektedirler. Bu nedenle bugün organik tarım yapan üreticilerin endüstriyel çeşitleri kullanarak besleyici değeri yüksek ürünler elde edemeyeceklerini, eski çeşitlerin veya besin içeriği açısından geliştirilecek yeni çeşitlerin kullanılması gerekeceğini de eklemektedirler.

Bu araştırma ve incelemelerden geldiğimiz nokta endüstriyel tohumların tarım kimyasalları ile yapılan endüstriyel tarım sisteminin yayılmasını kışkırttığı, kimyasal ilaç ve kimyasal gübrenin kullanımını arttırdığı, bunun hem gıdalarda hem de su, toprak ve havada kirlenme sorununu getirdiği, diğer yandan sebze ve meyvelerin besin değerlerinin de gerilediğidir.

Endüstriyel tarım; toprak, su, tarım ürünlerinde yarattığı kirlenme ile hem dünyada hem de ülkemizde yaşam üzerinde ciddi bir tehdit oluşturmaktadır. FAO’ya göre tarım dünyadaki sera gazlarının %20-30 arasını üretmektedir. Bu oran metan emisyonunda %44, karbondioksit emisyonunda ise %20’dir. (FAO, 2000) Grain adlı kuruluşun bir çalışmasında hesaplama toplam endüstriyel gıda sistemi açısından daha geniş olarak ele alınmıştır. (Grain, 2011) Tarımsal üretim sera gazlarının %11-15’inden sorumludur. Sera gazlarının üretiminde arazi kullanımındaki değişiklikler ve ormansızlaştırmanın %15-18, gıda ürünleri işleme, taşıma, paketleme ve perakendenin %15-20, atıkların ise %2-4 payları vardır. Toplam olarak endüstriyel gıda sisteminin sera gazları üretimindeki payı %44-57 arasındadır. Bu şekliyle endüstriyel tarım sürdürülemez durumdadır.

Tohumlar üzerine kurulan hegemonya ve tekelleşme yükseldikçe tohum fiyatları da hızla artmaktadır. Fransa’da buğday ve mısırın yakın tarihini karşılaştırmak bu açıdan öğretici olmaktadır. Bilindiği gibi buğday kendine döllenen, mısır ise yabancı döllenen bir bitkidir. Bu nedenle buğdayla kamu kurumları uğraşmaya devam etmişler, mısırda ise özel sektör melez çeşitleri üretmiştir. 1960’lar ve 1990’lar arasında her iki ürünün de verimi iki katına çıkmış, buğdayın durumu biraz daha iyi olmuştur. Buna karşılık 1990’ların sonunda çiftçinin tohum için ödediği fiyat hasatta buğdayı için eline geçenin üç katı olurken bu durum mısırda 30 kata ulaşmıştır. (Grain, 2000)

Sebze tohumlarında fiyat çok daha yüksek düzeylerdedir. Örneğin ülkemizde domateste tohumun gramı altın fiyatları düzeyindedir.

Gerek tarım ürünlerinin işlenmesi gerekse tarımsal üretimde büyük bir yoğunlaşma şirketler için kaçınılmaz olmuştur. Kimyasal gübre, tarım ilaçları, şirket tohumları hep monokültür ve biyoçeşitlilikte gerileme ile pazar alanı bulabilirdi. Tarımsal üretimde işçinin kontrolünün zor olması, monokültürü, biyoçeşitlilikteki kaybı ve mekanizasyonda aşırı gelişmeyi zorunlu kılmakta idi. Sebze ve meyve üretiminde işgücünü tasfiye etmek zor olduğu için de bu alanda anlaşmalı tarım çare oldu. Bu gelişmelerin yoğunlaşması için tarım politikalarında da değişiklik şarttı.

Dünyada tarım politikalarındaki gelişmeyi kısaca özetleyelim. Seksenli yıllara kadar başta ABD ve AB ülkeleri olmak üzere gelişmiş ülkeler piyasa fiyatını göreli olarak yüksek tutarak, arzı etkileyerek (ürün fazlasını depolayarak fiyatın düşmesini engellemek gibi yollarla) tarımsal üretimi pompalamış ve tarım ilaçları, kimyasal gübreler ve makineleri yoğun kullanan endüstriyel tarım sistemini desteklemişlerdir. Böylelikle bu ülkelerde büyük bir tarım ürünleri fazlası elde edilmiştir. Seksenli yılların sonrasında gelişmiş ülkelerin tarım politikaları değiştirilmiştir. Yeni politikalar çiftçi eline geçen fiyatların düşmesini sağlayacak tarzda uygulanmış, doğrudan desteklerle çiftçinin üretimi sürdürmesi sağlanmıştır. Tarım ürünleri işleyen, girdilerini satan dev şirketler düşük fiyatlarla ürünü satın almış, ihracatı kolaylaştıracak yeni devlet destekleri ile bu ürünleri gelişmekte olan ülkelere satmaya devam etmişlerdir. Ham madde şeklinde satılan tarım ürünlerinde gelişmiş ülkeler damping uygulamışlardır. Yani gelişmiş ülke çiftçilerinin maliyetleri altında ürünleri ihraç edebilmişlerdir. Bunun gelişmekte olan ülkelerde aynı ürünü üreten çiftçileri tarımdan uzaklaştıracağı açıktır. DTÖ Tarım Anlaşması sonrasında gelişmiş ülkeler vaat ettikleri indirimleri tam olarak gerçekleştirmemişlerdir. Bununla birlikte aynı dönemde gelişmiş ülkeler gelişmekte olan ülkelerin tarım politikalarını etkilemeyi başarmışlardır. IMF, Dünya Bankası gibi kurumları da kullanarak yeniden yapılanma programları devreye sokulmuştur. Bu programlarla gelişmekte olan ülkelerin tarım ürünlerinde destekleme yapan veya girdileri ve kredileri uygun fiyatlarla veya destekli sunan kamu kuruluşları özelleştirilmiş, ürün ve girdi desteklemelerine son verilerek doğrudan destekleme sistemine geçilmiş, tarım ürünlerindeki gümrükler azaltılmaya veya sıfırlanmaya başlanmıştır. Bütün bunlar serbest piyasayı gerçekleştirmek adı altında yapılmıştır. Kamu tekelleri yok ediliyor denilmiş fakat piyasa çoğu yabancı bir iki özel tekele bırakılmıştır. Bu sayede koruyucu kalkanları yok edilmiş bu ülkelere dampingli ürünlerin girişi daha kolay olmuştur. Bunun sonucu zarar eden ve geçinemeyen çiftçiler kentlere göç etmişlerdir. Gelişmekte olan ülkelere bazı ürün grupları bırakılmıştır. Örneğin ABD dampingli mısır ihracatıyla Meksika’da mısır üretimi geriletilirken, bu ülkeye sebze ve meyve alanı bırakılmıştır. Türkiye’de aynı iş bölümü anlayışı içinde pamuk, pirinç, hayvansal ürünler üretimi benzer etkilerle geriletilirken yaş sebze ve meyve, fındık ve koyunculuk gibi sınırlı konularda ise üretimi sürdürebilecektir. Böylelikle tarımsal sistemlerin karşılıklı bir yıkımı söz konusudur. ABD Meksika’da mısır tarımını yıkmıştır. Meksika ise Kanada’da sebze meyve tarımını yıkmaktadır. Kaybedenler bütün dünyada çiftçiler ve tüketicilerdir. Kazananlar ise her yerde yerli veya yabancı dev şirketlerdir. Aynı süreçte gelişmekte olan ülke topraklarında doğrudan toprak alımları ile şirketler bir taraftan geniş işletmeler kurarken, diğer yandan da anlaşmalı tarım yolu ile çiftçiler adeta kendi topraklarında proleterleştirilmeye başlanmıştır.

1980’lerden sonra özellikle ABD’de çiftçi eline geçen fiyatlarda büyük bir çöküş yaşanmış ve özellikle bu dönemde büyük gıda şirketleri oligopol piyasa yapısını kurmuşlardı. Örneğin 2005 yılında en büyük dört firmanın ABD piyasasındaki payları sığır eti paketlemede % 83,5, domuz eti paketlemede % 64, piliç eti üretiminde % 56, un üretiminde % 63, perakende gıdada % 46, ethanol üretiminde (otomobil yakıtı için alkol) % 41, hayvan yeminde % 34 idi: (Food and Water Watch, 2007)

Dünyanın en büyük on tarım ilacı şirketi pazarın %89’una sahiptir. Daha da ilginç olanı belli başlı şirketlerin bu alanların birçoğunda aynı anda faaliyet göstermekte olmalarıdır. Örneğin tohum ve tarım ilacı pazarındaki ilk onda bulunan şirketlerden dördü aynı firmalardır. (Özkaya, 2007) Bu şirketlerden bazıları biyoteknoloji, gıda işleme, tarım ürünleri taşıma ve ticareti alanlarında da bulunmaktadırlar.

Bu tarım politikaları nedeniyle gelişmekte ve geri kalmış ülkelerde tarım üreticileri rekabet edemiyorlar ve ülkeleri bu ürünleri ithal etmek zorunda kalıyorlar. İthalatı kolaylaştırmak için ise Dünya Ticaret Örgütü kararları veya IMF ve Dünya Bankası ile yapılan anlaşmalar ile gümrük vergileri düşürülmekte ve bu alanlarda çalışan devlet kuruluşları özelleştirilmektedir.

DTÖ Uluslararası Tarım Anlaşması büyük tarım şirketlerinin çıkarlarını yansıtmaktadır. Hatta bu anlaşmanın ilk taslağı daha sonra Amerikan Hükümetinin ticaret temsilcisi olacak olan Cargill yöneticisi olan Dan Amstutsz’un elinden çıkmıştır. (Murphy, 2009)

Kısacası endüstriyel tarım sistemi ve onunla uyum içinde çalışan tarım politikaları doğa ve insana düşman bir yolda ilerlemektedir. Bu gidişin sonu yoktur. Gerek endüstriyel tarımın dayandığı petrolün tükeniyor olması, gerek toprak ve su başta doğal varlıkların tükenmesi, gerekse de bir yandan obezite ile boğuşan bir kesim diğer yandan ise aç, kötü beslenmiş ve topraksız, işsiz kesimin oluşturduğu sosyal ve ekonomik sorunlar çıkışın olmadığını göstermektedir.

Bütün bunlara karşı Birleşmiş Milletlerin hazırladığı 600 sayfalık bir raporda bile «ekolojik, düşük girdili, düşük masraflı tarım yöntemleri açlıkla mücadele için en iyi yöntemdir” demektedir. Araştırmacılar alternatif ürün sistemleri konusunda her geçen gün büyük başarılar elde etmektedirler. Dahası bizzat çiftçiler dünyada bu uygulamaları yaygınlaştırmakta ve yeni yollar bulmaktadırlar. (Altieri, 1992 ve Gliessman, 1997) Çiftçilerin önderlik ettiği ve bilim insanları ile çiftçilerin birlikte katılımcı ıslah yaptıkları MASİPAG adlı bir kuruluş (masipag.org) çok başarılı çeşitleri geliştirmiştir. Bu çeşitler tarım kimyasalları kullanmadan alternatif şirket çeşitlerinden ve endüstriyel tarım sisteminden çok daha başarılı olmuştur.

Endüstriyel tarıma karşı alternatif olarak görülen organik tarım da büyük girdi ve pazarlama şirketlerinin denetiminde ilerlemekte ve hem ekolojik yön hem de sosyal yön darbe almaktadır. Çoğu organik ürüne şirketlerin ödediği fiyat konvansiyonel ürünler fiyatına düşmüştür. Organik tarımda çiftçilerin yerel olarak yapabileceği ilaçlar yerine daha da pahalı organik şirket ilaçları yaygınlaşmaktadır. Buna karşılık süpermarketlerde organik ürünler konvansiyonel ürünlerin dört misli fiyata satılabilmektedir. Organik tarımda yerel tohumların kullanılmasına yönelik çabalar çok cılızdır. Bu gidiş iyi değildir.

Bütün bu olumsuz gelişmelere karşı ülkemizde de akademisyenler, profesyoneller, çiftçiler ve halk bir araya gelip çalışırlarsa olumsuz gidişi yavaşlatıp tersine çevirmek, doğa ve insandan yana bir gerçek yaratmak olasılığı vardır. Bilimsel bilgi ile çiftçilerimizin yüzyıllardır uyguladığı yerel bilgiyi bir araya getirerek çiftçiye sunmak için ortak bir çabaya ihtiyaç vardır. Sosyal ve ekonomik açıdan ise süpermarketler ve şirketlerin hegemonyasına karşı kooperatifler ve topluluk destekli tarım gibi alternatif kanalların araştırılması, tanıtılması ve yaygınlaştırılması acil ihtiyaçtır. Doğa ve insan dostu bir tarım için gerekli olan tarım politikasının ortaya konulması ve bir karşı hegemonya oluşturulması için de ciddi ortak çalışmalara ihtiyaç vardır.

Kaynaklar

Altieri, M.A., (1992), «Agroecological Foundations of alternative Agriculture in California”, Agriculture, Ecosystems and Environment 39 (1992) ,25-53.

Davis, Donald R., Melvin D. Epp, ve Hugh D. Riordan, (2004), «Changes in USDA Food Composition Data for 43 Garden Crops, 1950 to 1999” Journal of the American College of Nutrition, Vol. 23, No. 6, 669-682, http://www.jacn.org/cgi/content/abstract/23/6/669

Douthwaite, B. (2002), Enabling Innovation- A Practical Guide to Understanding and Fostering Technological Change, Zed Books, London.

FAO, (1996). State of the World Genetic Resources, Rome.

FAO, (2000), Agriculture: Towards 2015/30, Technical Interim Report, April, 2000’den aktaran: Buckland, J. Ploughing Up the Farm (2004) Zed Books, Manitoba.

Food and Water Watch, (2007), The Farm Bill, 2007, Washington, http://www.fwwatch.org/food/pubs/reports/farm-bill/?searchterm=farm%20Bill%20Corporate

Gliessman, S.R., 1997, Agroecology: Ecological Processes in Agriculture. (Michigan: Ann Arbor Press)

Grain, (2000), «Hybrid Rice in Asia: an Unfolding Threat” http://grain.org/briefings/?id=136

Grain (2011) Food and Climate Change: The Forgotten Link, Http: www.grain.org/article/entries/4357-food-and-climate-change-the-forgotten-link.pdf

Institute for Agriculture and Trade Policy, (2005), United States Dumping on World Markets http://www.tradeobservatory.org/library.cfm?RefID=48538

Mayer, Anne-Marie, (1997), «Historical changes in the mineral content of fruit and vegetables”, British Food Journal, 99/6 [1997] 207-211, MCB University Press, UK http://www.emeraldinsight.com/Insight/ViewContentServlet?Filename=Publish ed/EmeraldFullTextArticle/Pdf/0700990602.pdf

Murphy, S. (2009) «Free Trade in Agriculture, A Bad Idea Whose Time is Done” Monthly Review, July- August 2009, http:// www.iatp.org/iatp/factsheeds.cfm?accountID=500&refid=106576 (15.10.2009)

UNDP, FAO, UNEP, UNESCO, World Bank, WHO, GEF, 2009, International Assesment of Agricultural Knowledge, Science and Technology for Development, Washington, http://www.agassessment.org/

Norberg-Hodge, Helena; P. Goering ve J. Page (2001) From the Ground Up- Rethinking Industrial Agriculture, Zed Books, London.

Özkaya, T. (2007) «Tohumda Tekelleşme ve Etkileri” Tarım Ekonomisi Dergisi, cilt: 13, Sayı: 1,2, İzmir

Bunları da sevebilirsiniz