Dış Politikada Nereden Nereye

Türk dış politikasının son dönemi, bir dış politikanın nasıl olmaması gerektiği konusunda oldukça öğreticidir. Son dönemde dış politika, «ezber bozmak”, şimdiye kadar yapılmayanı yapmak iddiasıyla kurgulanmış ancak her aşamasında uğradığı başarısızlık ile şimdiye kadar yapılmayanın, yapılmamasının meşruiyetini ortaya koymuştur. Esasen, Türk dış politikasında daha önce de yapılmış olan hatalar, yanlış hesaplamalar, ulusal çıkara aykırı uygulamalar olmuştur. Ancak, Türk dış politikasının son dönemini öncekilerden keskin olarak ayıran özelliği ise bozmaya çalıştığı ezberin ulusal çıkara uygunluk ölçütü olmasıdır. Ulusal çıkar her ne kadar literatürde doğrudan « devlet çıkarı” ile özdeşleştirilmiş bir kavram olsa da bir ülkenin «ulusu”nun çıkarı ile yakından ilişkilidir. Ya da ilişkili olmalıdır. Dış politikaya yönelik birçok tutarsızlık, yanlışlık zaten sık sık basına yansımakta. Her türlü ideolojik saptırmaya rağmen ana akım medyayı takip edenler için bile bu tutarsızlıkları görmemek olanaksız. Ancak bunlar o kadar sık ve yoğun olarak gündemi meşgul ediyor ki, Türk dış politikasında nereden nereye gelindiğini anlamak zorlaşıyor. İşte bu yazıyı, Türk dış politikasında nereden nereye gelindiğine yönelik bir özet sunmak için kaleme alıyoruz.

Böyle bir değerlendirme açısından «komşularla sıfır sorun” politikası yerinde bir başlangıç noktasıdır. Bu politika isminden de anlaşıldığı gibi, Türkiye’nin komşu ülkeleri ile ilişkilerinin sorunsuz olmasını hedefleyen bir politikadır. Bu şekilde bakıldığında «müthiş”, «mucizevi” bir formülasyon olarak görülse de aslında komşularla iyi ilişkiler geliştirme politikası Atatürk döneminden beri Türk dış politikasının temel noktalarından birisini oluşturmuştur. Bu politikanın sayısız örneğini bulmak mümkünse de en çarpıcı olanlarından bir tanesi Atatürk’ün, dönemin Yunanistan Başbakanı Venizelos tarafından Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterilmesinde somutlaşmaktadır, üstelik İstiklal Mücadelesi’nin verildiği odaklardan bir tanesi Yunanistan olmasına rağmen. Benzer şekilde, Türkiye’nin İran ve Sovyetler Birliği ile geliştirdiği ilişkiler komşularla iyi ilişkilerin nasıl kurulabileceğine yönelik önemli örneklerdir.


Atatürk ve İran Şahı Rıza Pehlevi

Komşularla iyi ilişkiler geliştirmek yeni ve sihirli bir yöntem olmadığı halde neden öyleymiş gibi sunulduğu ise, üzerinde durmaya değerdir. Uygulamaya bakıldığında, komşularla sıfır sorun politikasında komşularla kurulacak iyi ilişkilerde aranması gereken temel ölçüt olan «ulusal çıkar”ın biçim değiştirdiği görülmektedir. İşte, «komşularla sıfır sorun” politikasının Türk dış politikasında kırılma noktası oluşturmasının temel nedeni «ulusal çıkar”ın «hükümet çıkarı”na dönüştürülmeye çalışılmasıdır. Bu sebeple dönemin dış politikasını Türk dış politikası olarak değil, AKP dış politikası olarak nitelemek de yerinde olacaktır. Bu politika öncelikle, Türkiye’nin Ermenistan ile ilişkilerini «normalleştirmesi” şeklinde başlayarak, Ermenistan vetosuyla bir fiyaskoya dönüşmüştür. Türkiye’nin Ermenistan’a «abilik” edip taviz vermesine rağmen, her 24 Nisan’ı gerginlikle beklemesi ve Batılı liderlerin ağzından çıkacak sözcükleri ayıklamaya çalışması değişmemiştir. «Aman «soykırım” demedi.” diyip el şaklatma ritüeli ise 24 Nisanları bir şenlik gününe dönüştürmeye yetmektedir.

Komşularla sıfır sorun politikasının vitrinine yansıyan diğer tablo ise, Türkiye’nin güney ve doğu komşularıyla kurduğu ilişkiler ile ilgilidir. Bu komşuların İslam ülkeleri olması nedeniyle bunlarla geliştirilen sıcak ilişkiler «laik” kesimlerce eleştirilerin merkezine oturtulmuştur. Başbakanın, Esad’a «kardeşim” muamelesi yapması, Türkiye’nin İran’ın nükleer meselesinin çözümünde etkin olarak görev alma çabası doğu ve güney komşularımızla «geliştirilen” «iyi” ilişkilerin temel örnekleri arasındadır. Hükümetin, yakınındaki İslam ülkeleri ile geliştirdiği iyi ilişkiler, İsrail’i kara listesine almasıyla ve Mavi Marmara’da kendi vatandaşlarını kuş gibi avlatmak pahasına Filistin’in 112 Acil’i olmasıyla birleşince Türkiye, Arap-İslam dünyasında (özellikle Şii olmayanlarda elbette) bir «model” olarak sunulabilecek kıvama gelmiştir. Suudi Arabistan ve Katar başta olmak üzere Körfez ülkeleri ile geliştirilen temelde ekonomi odaklı ilişkiler ise hem hükümetin ekonomi politikasını dayandırdığı sıcak para musluğunun ağzını açmış, hem eski Osmanlı topraklarının yeniden hakimi olma algısını aşılamanın bir aracı olarak kullanılmaya çalışılmıştır. Araplarla kurulan bu yakın ilişkilere Avrupa Birliği «davası”ndan uzaklaşma da eklenince «dış politikada eksen kayması” mı yaşanıyor tartışmaları gündeme oturmuştur.

Bu tartışmalardan sıyrılmak için ise Atatürk’ün önemli bir sözünün çarpıtılması yardıma yetişmiştir. Şimdi TC Dışişleri Bakanlığı’nın resmi web sitesini açarsanız sayfanın sağında «Hattı diplomasi yoktur, sathı diplomasi vardır, o satıh bütün dünyadır.” yazdığını görürsünüz. İşte sıcak para ile şişirilmiş «Güçlü Türkiye”nin dünya çapındaki, hatta neredeyse «küresel” dış politikası, haritada yerini gösteremediğimiz ülkelerde diplomatik temsilcilikler açar, Mynmar’daki Müslümanlar’ın, Çin’in Uygur bölgesindeki Türkler’in koruyucusu; Somalililer’in baş yardımcısı kesiliverir. Çünkü «güçlü” olmanın gereği budur. ABD’nin dünyadaki haksızlıklara sessiz kalamaması gibi «güçlü” Türkiye bu haksızlıklara nasıl seyirci kalır? Türkiye sessizlerin sesi, kimsesizlerin kimsesi olmuştur. Ne büyük gurur ! Ta ki sonradan «Arap Baharı” olarak adlandırılan süreç Ortadoğu ve Afrika’yı karıştırana kadar…

Evet, Arap coğrafyasındaki istikrarsız süreç, hükümetin komşular politikasının, «güçlü” Türkiye imajının, küresel dış politika iddiasının iflasını beraberinde getirmiş ve tarihte bir fiyaskolar dönemi olarak adlandırılabilecek kadar trajikomik açıklamaların ve uygulamaların yapıldığı bir dönemi başlatmıştır. Bunların en başında kuşkusuz, Başbakanın «Libya’da NATO’nun ne işi var.” çıkışından sonra Türkiye’nin NATO üyesi olarak Libya’ya koşturması gelmektedir. Otoriter Mübarek halk iradesini görmezden geldiği için lanetlenmiş, askeri bir müdahale ile koltuğundan edilip yerine oturtulan Mursi hoş bulunmuştur. Mısır’a gelen demokrasi, Türkiye’yi rahatlatmıştır. Ah şu ABD’nin «demokrasi” taşımacılığı yok mu? O da olmasa ne yapar şu Orta Doğu ve Kuzey Afrika? Eh tabi Türkiye’nin payı da unutulmamalı. Irak’ın «bölünmüş” demokrasisinin hali Türkiyesiz nice olurdu kim bilir?

Olaylar Suriye’ye de el yardımıyla taşındıktan sonra, Türkiye’nin başrole çıkma zamanı gelmiştir. Başbakanın kabusuna giren «Kardeşim Esad” bir gecede «Diktatör Esed”e dönüşüvermiştir ne hikmetse. Halk düşmanı Esed’e karşı mücadele etmek hükümetinin boynunun borcudur. Aksi düşünülemez. Haşa! O yüzden kamplar yapılmış, teröristler beslenmiş, sınırın Türkiye yanındaki kayıplar, düşen uçaklar, Ceylanpınar, Reyhanlı katliamları -hep Suriye dostluğundan- hasıraltı edilmiştir. Türkiye’nin dış politikası, Suriye’nin iç politikasına endekslenmiştir. Son olarak, çok sert dillerle kınanarak elbette, Türkiye’nin icazetiyle Suriye’de PKK’nın uzantısı PYD’nin bir bölgenin yönetimini ele geçirmesi de sağlanmış ve sıfır sorunlu bir komşucuk daha edinilivermiştir. Ha tabi bu arada, kara listedeki İsrail’in -komşu doğalgaz tedarikçisi İran’a karşı- badigardı olmak şerefine nail olmak da kısmet olmuştur Allah’ın izniyle. Patriotlar ne güne duruyor??? Hem Suriye’den gelecek bombalara karşı da ne güzel bir koruma…

Suriye olayı durulmamakla birlikte, son günlerin moda dış politika konusu ise Mısır’dır. Mısır’da ABD demokrasisinin sandık galibinin, Mısır halkı önderliğinde, ordu yardımıyla alaşağı edilmesi yüzyılın darbesi olarak görülerek endişe ile karşılanmıştır. Hemen diplomatik önlemler alınmıştır. Müslüman Kardeşler’in kışkırtmasıyla çığrından çıkan olaylara yönelik «Barışçıl gösterilere yönelik şiddete ve silaha başvurulması, halkın üzerine sorumsuzca ateş açılması kamuoyu vicdanını derinden yaralamaktadır. (…) Kendi iradesine ve demokrasiye sahip çıkan göstericilerin üzerine ateş açılması insanlık vicdanının kabul edebileceği bir durum değildir.” şeklinde açıklamalar yapılmıştır. Gezi olaylarından sonra yapılan bu tarz açıklamalar ise hükümetin aczini ortaya çıkartarak onu iyice gülünç duruma düşürmektedir.

Tüm bu olaylar örgüsü içerisinde vurgulanması gereken hayli önemli noktalar vardır. Bunların başında, yazının önceki bölümlerinde de belirtildiği gibi dış politika yapımında «ulusal çıkar” itici gücünün «hükümet çıkarı” saikine dönüşmesi gelmektedir. Hükümetin dış politikasında Türk ulusunun çıkarının gözetilmediği, hükümetin bütün politikalarında ama en çok da Irak, Suriye, İran politikalarında somutlaşmaktadır. Ancak, hükümet kendi çıkarını koruma saikini bile layıkı ile yerine getirememektedir. Dış politikada o denli çarpıcı zikzaklar yapılmakta, geri adımlar atılmakta, sözler çiğnenmektedir ki ne Türk halkının ne de başta komşular olmak üzere dış dünyanın, hükümetin politikalarına güvenle bakmasını olanaksızlaşmaktadır. (ABD’yi özel konumu nedeniyle konu dışında tutmak gerekir tabiki.)

Üzerinde durulması gereken diğer önemli nokta ise, 1945 sonrasında aşındırılmaya başlanan ve 1980’den sonra büyük ölçüde aşındırılmış olan «ulusal bağımsızlık” ilkesinin tamamen ortadan kaldırılmış olmasıdır. Ulusal bağımsızlık artık yalnız, ağızlara bir parmak bal çalmanın suni ve inanılırlığı herkesçe çökmüş bir uygulamasıdır. Yukarıda açıkça ifade edilen tutarsızlıklar politik çark etmeler de bağımsız dış politika üretememenin sonucudur. Politikaların ulusun çıkarını hedeflememesi ve bağımsız olmaması, hükümet kimin çıkarını hedefliyorsa ve kime bağımlıysa politikalarını ona uydurma gerekliliğini doğurmuştur. Hükümet, ABD’ye bağımlı oldukça, emperyalizmin ve ABD’nin çıkarını kendi çıkarına denklemiştir. Sonuç olarak bu dinamik bölgelerdeki politikalar süreç içinde değiştikçe, hükümet politikaları da bukalemun gibi renk değiştirmek zorunda kalmıştır.

Güney ve doğudaki İslam ülkeleri ile iyi ilişkiler geliştirmek, İsrail’e kafa tutma gösterileri Türkiye’nin «güçlü” ülke olarak Arap coğrafyasında «model” olması çabası ABD’nin Ortadoğu politikalarının uygulanması için şarttı. «İslami” damgası olan AKP hükümetine bunu yaptırtmak Türkiye’nin iç kamuoyu açısından tepki görse de görece zor değildi. Ortadoğu ve Afrika’da dengeler değişmeye başladıkça değişen dengelerin kontrolünün ABD tarafından sağlanabilmesi için Türkiye de politikalarını emperyalizm çıkarına koşut olarak ve kendiyle çelişerek değiştirmek zorunda kaldı. Kardeş Esad’ın diktatör olarak ilan edilmesi, Suriye’nin bölünmeye çalışılması, Mübarek asker müdahelesi ile düşürülürken alkış tutanların yerine ABD tarafından getirilen Mursi’nin halk önderliğinde devrilmesini darbe olarak nitelemesi, Libya’da işi olmayan NATO’nun Müslüman Türk askeri ile kolayca Libya’ya sokulması, politikaları ABD ve emperyalizm çıkarlarına uydurma çabasının sonucudur. Çünkü hükümetin çıkarları emperyalizmin çıkarlarına endekslenmiştir. Sonuç ortadadır.

Açıklanması gereken son nokta ise, iç politika ile dış politika arasındaki koparılamaz bağdır. Bu bağ dünyanın bütün ülkeleri için geçerlidir. Ancak Türkiye’nin son 10 yılında, bu bağ açıklıkla görülmektedir. Dış politikanın içte oy depolamak için kullanılması İsrail-Filistin meselesinde halkın yine dini duygularının sömürülmesi ile zaten gözler önüne serilmiştir. Ancak daha da çarpıcı olan AKP’nin Kürt politikası ile komşular politikasının birbirine nasıl koşullandırıldığıdır. İç politikada PKK-BDP- AKP- Gülen ittifakı iç siyaset aracılığı ile ülkeyi bölerken, hükümetin dış politikası Kuzey Irak Kürt bölgesini, Suriye’de PYD’yi destekleyerek ABD’nin Ortadoğu politikasının gerçekleşmesi için fiziksel koşulları oluşturmaya çalışmaktadır. Bu sırada Gezi olayları ile iktidarı iyice sallantıya girmiş olan hükümet hem bölgede ABD yanlısı iktidarların devrilmesini endişe ile izlemekte, hem de dikkatleri Mısır’a çekerek gündem değiştirmeye çalışmaktadır. Bir yandan da «Orduyu tasfiye ettim ne iyi oldu bakın, yoksa bizimkiler de Mısır’dakiler gibi kışlada oturmazdı.” mesajı vererek politik meşrulaştırmaya gitmeye çalışmaktadır.

Sonuç olarak «Yurtta barış, dünyada barış.” sözünden de anlaşılabileceği gibi, Atatürk’ün gayet iyi idrak ettiği üzere, bir ülkenin esenliği, konumlandığı coğrafyanın, dünyanın esenliğinden bağımsız düşünülemez. Yurdunda barışı sağlayamayan bir devlet dünya barışına asla katkı sunamaz, hatta dünyanın talan edilmesine, ülke içindeki istikrarsızlıkları ile araç olur. Yurtta esenliğin sağlanmasının ön koşulu, halkın çıkarına uygun politika üretmek, bağımsızlığını korumak ve dünyadaki diğer devletlerin bağımsızlıklarına saygı göstererek onların halklarının çıkarlarına uygun politikalar geliştirmesine engel olmamaktan geçer. Atatürk’ün yapmaya çalıştığı ve başardığı şey de budur. Türkiye’nin dış politikasının ekseni çoktan kaymıştır. Ama burada bahsedilen Batı’dan Doğu’ya kaymak değildir. Tam bağımsızlıktan emperyalizm kuklalığına kaymaktır

Bunları da sevebilirsiniz