Yeni Ortaçağ’da edebiyat..

Önce her şeyden önce edebiyatta sağ ve sol nedir?

Bu soruyu yanıtlamadan yola koyulamayız..

«İçinde yaşadığımız kaotik dünya düzeni siyasetin te­mel unsurlarını da neredeyse unutturdu.. Siyasal yelpazede tutu­culuğun, gericiliğin ve bireyciliğin temsil edildiği sağ ile ileri­ciliğin ve toplumculuğun temsil edildiği sol düşün­cenin yerine türlü güncel rantçı yakıştırmalar konuldu. Oysa si­yasal yapının te­meli bu iki kavram üzerine kuruludur.

Bakmayın siz, günümüz sağ siyasetçilerinin ağızların­dan değişim sözcüğünün eksik olmamasına.. Onların derdi, ken­dilerince gerçekleştirecekleri değişimleri vahşi sermaye düze­ninin sürdürülmesi yönünde kullanmaktır, başka bir şey değil.

Oysa sol için değişim, bireyci çıkarların savunulduğu sermaye düzeninin değişmesi, yerine toplumun ve insanlı­ğın çıkarına olan yeni bir ilerici düzenin kurulmasıdır.

Sağ ve sol kavramlarının güncel siyasal yaşamdan bile uzaklaşması, edebiyatın da kendi sularında yönünü yitirme­sine, insana ilişkin temel sorunların düşünüldüğü bir alan ol­maktan çıkıp, ticari hayatın ya da gösteri dünya­sının bir par­çası olmasına yol açtı..

Neden böyle olduğunu düşünelim mi?

Edebiyatın ve sanatın işi en genel anlamda insan, top­lum ve dünya üzerine düşünmektir. Edebiyatçı bunu yaparken bir bi­limci gibi nesnel gerçek ve yargılardan yola çıkmak yerine henüz gö­rülmemiş ve bilinmeyen gerçeğin peşine düşer. Peşinde koş­tuğu gerçeği anlatabilmek için kurduğu yapı, bulduğu yeni anlatım biçimleriyle heyecan yaratır.

Edebiyatın en temel gerçeklerinden biri de taşıdığı hü­manizm (insan sevgisi) yüküdür.

Bu insan odaklı düşünce ve üretim yapısı edebiyatı is­ter istemez sol düşünceye iter. Çünkü insana ilişkin dü­şünmek, insanın geleceği ve mutluluğuna ilişkin düşün­meyi de birlikte getirir.

Toplumsal düzeninde bireyciliğin en uç noktalarda ol­duğu ABD’nin, edebiyatına baktığımızda, yoğun insan odaklı bir sol yaklaşımla karşılaşırız. Edebiyat tarihinde sağ düşün­celi olarak tanınan Ezra Pound, T.S.Eliot, Knut Hamsun gibi büyük yazarları güncel siyasal düşüncelerin­den ayrı tutup yalnızca yazdıklarıyla değerlendirdiğinizde rahatlıkla solcu olduklarını düşünebilirsiniz.

Bizde de öyledir. Metafiziğin şiirsel yapıya uygun un­surlarına yaslanan kimi başarılı ürünler görülse de, içeriği sağ düşünceyle örülmüş parlak yapıtlara pek rastlanmaz.

Tanpınar gibi büyük bir edebiyatçının sağda gösteril­mesi, ne yaşama biçimine ne de yapıtlarına bakıp varılabi­lecek bir sonuçtur.

Türlü türlü kirlilik içinde yaşamak zorunda olan günü­müz edebiyatçıları, her şeyden önce insan odaklı bir uğraş alanları olduğunu unutmamalıdır.”

Turgay Fişekçi, 1 Aralık 2010 tarihli Cumhuriyet’te Defne Gölgesi başlıklı sütununda bu görüşleri fişek atarca­sına yazıp sundu ve noktayı koydu.

Ne kadar haklı ve doğru, ne kadar bilimsel, ne kadar in­sanlığın tarihi serüvenine tanıklık eden bir yazıdır bu.

Fransa Parlamentosu’nda sağda oturanlara Sağcı, sol ta­rafta oturanlara Solcu denmiş bir zamanlar, böylece bu kav­ramlar ortaya çıkmış. Sağ tarafta kapitalistler, zenginler, aris­tokratlar, Kral yanlıları, yüksek burjuvaların temsilcileri ve şoven slogancılar yerleşmiş. Parlamentonun sol tara­fında ise küçük burjuvalar, işçiler, esnaflar, meslek grup­larının temsil­cileri (ilk sendikacılar), köylüler varmış. O za­manlardan bu zamanlara, tanım pek değişmedi, sağcı den­diğinde paranın egemenliği, solcu dendiğinde emeğin sesi anlaşılmıştır.

Ama edebiyatta bu iş değişebilir. Sağ ideolojiye inanan bir muhafazakar yazar, yazdıklarında yoksulları ve sömü­rüyü canlandırırsa, bal gibi sol edebiyata hizmet etmiş olur.. Yani buna göre, Ahmet Hamdi Tanpınar, Cemil Me­riç, Peyami Safa, Tarık Buğra gibi yazarların, düşünürlerin, romancıların klasik sağ ideolojinin şöhretleri olduklarını bilmemize rağ­men, insan odaklı insancıl ve eşitlikçi yapıt­lar ürettikleri zaman, sol edebiyata katkıda bulunduklarını ka­bul edeceğiz.

Tam tersine medyanın son macununa kadar cilaladığı; Emperyalizm’in güdümünde, mistik, küresel, etnikçi, ay­kırı, ayrımcı veya dinci söylemler içeren yazarları, hatta epey şiir­sel romanlar karalayan örneğin Elif Şafak’ı, apaçık sağda ka­bul edeceğiz..

Burada, Turnusol kağıdımız şudur galiba.. Edebiyat, emekçi dünya insanının yaşam mücadelesini mi, yoksa kü­re­sel ideolojinin post-modern temalarını mı tercih edecek­tir? Demek ki insanı tercih ederse sol, küreseli tercih ederse sağ oluyor..

İşte tam burada, «21. Yüzyılın Küresel Edebiyat Kav­ramı”na geldik dayandık. Daha doğrusu Yeni Ortaçağ’a tosladık valla..

Müthiş bir konuya giriyoruz.

Yazarken heyecan içindeyim..

Jurassic Park’tan başlayalım..

Jurassic Park’ın yazarı ölünce, neden sarsıldım?

Her şeyden önce şunu içtenlikle belirtmeliyim ki, Jurassic Park’ın yazarı ölünce derin biçimde sarsıldım..

Harvard Tıp Fakültesi’nden mezun olduktan sonra ka­ri­yerine yazar ve film yapımcısı olarak devam eden, «Tekno Gerilimin Babası” namıyla tanınan ve hepimizin ezbere bildiği Jurassic Park gibi sinemaya uyarlanan çok sa­yıda kitabın Ame­rikalı yazarı Michael Crichton, 66 yaşında Los Angeles’ta kan­serden yaşamını yitirdi (4 Aralık 2008). Yazar, film yapımcısı ve yönetmen Crichton’un, dünya ça­pında ilgi gören ER (Acil Servis) gibi dizilerde ve televiz­yon filmlerinde imzası bulunu­yordu. Crichton’ın romanları arasında The Andromeda Strain, Jurassic Park, The Lost World, Congo, The Terminal Man, Time Line, Prey ve State of Fear gibi dünyaca ünlü yapıtlar vardı.

1942 Chicago doğumlu Michael Crichton, Amerika’da aynı zamanda kitabı, filmi ve televizyon dizisi bir numara ol­muş tek yazardır. Türkiye’de Altın Kitaplar’dan; Haksız Ya­sak, Sessiz Tehlike, Av, Yakan Sırlar (Kongo), Taciz, İnkilap Kitabevi’ nden; Sıradaki, Zaman Tüneli, 13. Savaşçı, Küre, Jurassic Park, Uçuş 545, Yükselen Güneş, Remzi Kitabevi’n den Kayıp Dünya isimleriyle kitapları basıldı.

Yazarın özelliği, ustaca kaleme aldığı bilimkurgu ro­manlarında; fantasya, astro fizik (uzaybilim), genetik, nano teknoloji ve kuantum mekaniği gibi milenyum temalarını, po­litik ve kriminal gerilimi yüksek tekno-serüven öyküleri içinde nefes kesici bir tarzda verebilmesiydi.

Benim de son yıllarımda favori yazarımdı; belki on yı­lımı, Crichton bunu nasıl yazdı veya şimdi ne yazacak diye düşünerek geçirmişimdir. Benim için temel yapıtı, Time Line (Zaman Tüneli) isimli inanılmaz bir tarihi senaryoya oturan bilim kurgu şaheseridir. Romanın Türkçe olarak ya­yınlanmış Zaman Ötesi ismini taşıyan bir VCD’si de vardır. Canım öte alemlere gitmek isteyince, hem romanı bir kez daha okurum, hem de Robert Donner’in yönettiği ve Paul Walker’in başro­lünde oynadığı filmini nefesimi tutarak iz­lerim. Time Line’nin müthiş hikayesi şöyledir:

«Fransa’da Dordogne Vadisi’nin ortasında Yale Üniversi­tesi’nden bir grup arkeoloji öğrencisi ve profesörleri, 14.yüzyıla ait kaledeki kalıntıları araştırmaktadırlar. Profesör Edward Johnston, oğlu Chris, yardımcısı Marek, öğrencileri Kate, Stern, François, Johnston, çalışmalar esnasında ortaçağ kale-şatosu La Roque Castle’ı ve yakınlardaki Castlegard kasabasındaki manas­tırı ve yapıları da keşfedeceklerdir. Kazıda şüpheli bir sponsor vardır. International Technology Corporation (ITC) adına çalışan Doniger, ekibi içinden izlemektedir. Profesör Johnston, bazı ya­nıtları almak için New Mexico’daki ITC merkezine gittiği sırada kazı yapan öğrenciler, ye­raltında 600 yıldan beri kapalı olan ve hiç açılmamış bir oda keşfe­derler. Bu gizli odada Profesör Johnston’a ait okuma gözlüğü ve profesörün el yazısı ile 2 Nisan 1357 tarihli bir acil yardım çağrısı bulurlar. Oysa profesör gü­nümüzde yaşamaktadır ve New Mexico’ dadır..

Bu esrarengiz olayın peşine düşen cesur öğrenciler, ITC Baş­kanı kapitalist Doniger’in yeni bir buluşu ile karşılaştıklarını dehşet içinde fark ederler. Bu üç boyutlu nesneleri, kuantum me­kaniğine göre çalışan makinalarla uzaydaki kurt delikleri içine sokarak geçmiş zamanlara veya ileri tarihlere gönderen akıl almaz bir buluştur. İn­sanlar, bu yöntemle uzayın içindeki kozmik kısa yollardan ortaçağa bile gidebilmektedirler. Yani, bilimsel söyle­miyle, insanları ve nes­neleri çoklu evrende belirlenmiş hedeflere fakslayabilen kuantum bil­gisayarların teknolojisi keşfedilmiştir, ya da romana göre bazen arı­zalanan bir ön buluş söz konusudur. Bu buluşun bir tekno-devrim olacağını hisseden, bilim dünyasın­dan bunu saklayan ve bu yönde gizlice deneyler yapan Doniger, elinde olmadan İngiltere’nin Fransa’yı işgal ettiği 14.yüzyıla bağlanan bir geçiş yolu bulmuştur. Hem 14.yüzyıla ait arkeoloji sahasında, hem de buna parelel olarak zaman tüneli makinası içinde çalışma yapan ve bunu öğrencilerin­den saklayan Doniger’in sırdaşı profesör Johnston ise, New Mexico’daki gizli deney anında kurt deliğine kendini kaptırarak bir anda Fransız şövalyeleri ile İngiliz birliklerinin kıyasıya dövüştüğü feodal sa­vaşın içinde kendini bulur. Onu, o yüzyıldan ve o savaştan kur­tarmaya ant içen oğlu Chris ve öğrencileri, ITC merkezine gide­rek o makineye bağlanırlar ve ortaçağ giysi ve savaş aletlerini ku­şa­narak teker teker orta çağa geri giderler. Orada, savaş tüm hı­zıyla hüküm sürmektedir. Kaleler kuşatılmakta, gülle atışlarıyla kasabalar ateşe verilmektedir. Cesur Fransa şövalyeleri, İngiliz ordusuna karşı direnmektedir.. Öğrenciler, profesörü bulabile­cekler mi?.. Hayatta kalıp, hepsinin elinde birer tane olan ku­manda aletleriyle, günü­müze, yani 21.yüzyıla geri dönebilecekler midir?.. Her şey olup bit­tikten ve profesör de kurtarıldıktan sonra, Fransız şövalyesi kılığın­daki savaşta bir kulağını kaybet­miş olan Marek, niçin 21.yüzyıla dönmeyi reddedip Orta Çağ’da hayatının sonuna kadar yaşama ka­rarı alır?… Yoksa bir aşk mı söz konusudur?.. Hikayenin en başında öğrencilerin kazı esna­sında buldukları kulağı kesik bir şövalye lahiti, aslında Marek’in lahdi değil midir! Tarihte olan bitenin günümüzde izlerine rast­larız. Ama, ya tarihin gerisinde yaşananlar ile şimdiki zaman aynı anda yaşanırsa, ne olur?.. İşte Michael Crichton’un ne­fes kesici romanı olur..”

Zaman zaman günümüz koşullarında ve ağırlıkla orta çağda geçen bu hikaye, arkeoloji, tarih, bilim, bilimkurgu, ge­rilim ve aşk temalarıyla ruhumu elde ederek, benim te­mel hi­kayelerimden biri oldu. İşte onun için yazarı, yani Jurassic Park’ın yazarı Michael Crichton öldüğünde, baba yazarım Ke­mal Tahir ölmüş gibi üzüldüm.

Neden?.. Çünkü ben bile, ister istemez Küresel Yeni Çağ Edebi­yatı’nın etkisinde kalmışım..

İşte Küresel Edebiyat: Michael Crichton, Rowling, Dan Brown, Tolkien ve Lovecraft…

Nedir Küresel Edebiyat?.. Ya da, Yeni Ortaçağ Edebiyatı derken neyi kastediyoruz?..

Günümüzde Küresel Edebiyat’ın, altı (6) sütunu vardır. Bu edebiyat, bu sütunlar üzerinde yükselen küresel bir ta­pınak gibidir. Bu sütunlarda hayat bulan edebi temaları sayalım.

1- Bilimkurgu Edebiyatı: Bilimin uçsuz bucaksız olası uza­nım­ları üzerinde gezinen bu edebiyata örnek vermek için Michael Crichton’u ve romanlarını örnek göstere­biliriz. Televizyonlarımızdaki «Dr.Who” dizisi de bu kapsama girer.

2- Doğaüstü Edebiyat: Burada doğaüstü olaylar, bü­yücü-lük, kehanetçilik, medyumlar, öte alemin gi­zemli var­lıkları söz konusudur, bunların oluşturduğu hayali bir alemde çarpıcı serüvenler yazılır, çizilir. İn­giliz bayan yazar J.K.Rowling’in yarattığı, her yaştan dünyalıyı bü­yüleyen ufacık bir büyücü çocuğun serü­venlerini yan­sıtan Harry Potter kültürü, buna tam örnektir. Rowling, bir dizi roman sayesinde İn­giltere Kraliçesi Elizabeth’in zen­ginliğini katlayacak bir paraya ka­vuştu. Harry Potter kitapları ve filmleri şu isimlerle dünya insanının karşısına çıktı:

Harry Potter ve Felsefe Taşı

Harry Potter ve Sırlar Odası

Harry Potter ve Azkaban Tutsağı

Harry Potter ve Ateş Kadehi

Harry Potter ve Zümrüdüanka Yoldaşlğı

Harry Potter ve Melez Prens

Harry Potter ve Ölüm Yadigarları (1)

Harry Potter ve Ölüm Yadigarları (2)

Dünya insanın bu derece etkileyen bu kitap serisinin yazarına saygı duymamak gerçekten tuhaf bir tutum olur. Çünkü kucağındaki minik yavrusu ile birlikte kocası tarafından terk edilen genç bir kadının yaşadığı şehirden kaçmak zorunda kaldığı için yolculuk yaptığı trende «Harry Potter ve Felsefe Taşı” kitabını notlar alarak yazmaya başlaması hiç şüphesiz bu genç kadına saygı duymamızı bize fısıldıyor. Bizde öyle yapıyoruz.

3- Tarihsel Gizem Edebiyatı: Bu sütundaki tema­larda, Antik Çağ efsaneleri, Hıristiyanlık, Musevilik, gizemli Kabala Mistisizmi, Kutsal Kase efsaneleri, Ta­pınak Şövalye­leri’nin serüvenleri, Vatikan kulisi, Opus Dei, Mason­luk, tarihin derinliklerinden yukarı çekilen bin bir çeşit dini dedikodular söz konusudur. Dünyadaki egemen güçler arası savaşlarla da ustaca ilişkilendirilen bu te­maları kullanan yazarlara verile­cek en parlak örnek Dan Brown’dır. Bu edebiyat türü zaman zaman bilim­kurgu ile de kesişir. Dan Brown’ın yapıtlarına verile­cek en ünlü ör­nekler, Da Vinci Şifresi, Melekler ve Şey­tanlar, Dijital Kale, Kayıp Sembol, İhanet Noktası ve son olarak yayınlanan ve sondaki 150 sayfası İstanbul’da geçen Cehennem’dir.

4- Fantastik Mitoloji: Bu tür edebiyatta, olmayan bir za­manda, hiç var olmamış ırkların, olmayan coğ­rafyalardaki hayali savaşları anlatılır. Tanrılar sahte, zaman sahte, coğrafya sahte, tarih sahte, ırklar sahte, tüm kahramanlar sahte, olaylar yalandır. Ama bu edebiyat su içercesine okunur ve izlenir. Tam bir fan­tastik mi­toloji söz konusu­dur. Sanki yazar, Homeros’un İlyada Destanı ile alay et­mektedir. Bu edebiyata verilecek en güzel örnek Yüzükle­rin Efen­disi’dir ve yazarı John Ro­nald Reuel Tolkien’dir.

Ancak günümüzde bir roman dizisine dayanan yepyeni bir televizyon dizisi, milyonları Fantastik Mitoloji alanında Tolkien’i gölgede bırakan bir şöhrete erişmiştir. George R.R. Martin’in «Game of Thrones” (Taht Oyunu) dizi romanları ve ABD ile bizde CNBC-E’de iki sezondur sunulan televizyon dizisi her türlü kalem oyunları ile inanılmaz çekim ustalıkları ile müthiş bir senaryo gücü ile tarihe geçecek bir etki yapmıştır. Olmayan bir coğrafyadaki bir demir tahtı ele geçirmek için birbirine saldıran kralların, ölümsüz ruhların, Ak Gezenler denilen hiç ölmeyen savaşçıların, vahşi ilk insanların tohumu olan yabanılların, gizli kalmış eski yumurtalardan canlanarak fırlayan ve intikamcı orduların önüne geçen savaşçı ejderhaların, hayaletlerin, warg denilen hayvan beynine girebilen garip insanların, barbarların, çeşitli tanrıların dünyaya gönderdiği büyücülerin, soysuz veya asil şövalyelerin çarpıştığı, üstelik sürprizli aşkların kaynattığı bu dünya, kimse kusura bakmasın beni bile kendine hayran bırakmıştır. Oysa romandaki ve dizideki her şey kocaman bir yalandan başka bir şey değildir.

5- Çağdaş Gotik (Dehşet) Edebiyatı: Düşünülebilecek en uç kor­ku­ları, en sınırsız gerilimleri kağıda aktaran bu tür ede­biyatın Tanrı’sı, Howard Phillips Lovecraft’tır. Tari­hin en esrarengiz yazarı olan 1890 Rhode Island Providence doğumlu bu kişi, hayatını kazanmak için uzun yıllar ha­yalet yazarlık yaptı, ilk irili ufaklı öy­kü­lerinde sahne alan hayaletler ve iblisler, şeyta­nın acımasız çocukları, vampirler, insan ruhuna sahip lağım fareleri, orman ca­dıları, aynalardan dışarı fırlayan öte alem canavarları, karanlıkların silahşörleri, daha sonra bu edebiya­tın şaheseri olan romanlarında okuyucunun başına üşüştü. Deliliğin Dağlarında, Cthulhu’nun Çağrısı en dikkat çe­ken anlatıları oldu. 15 Mart 1937’de gömülen cesedin­den, Stephen King, Clive Barker, Dan Simmons, Harlan Ellison, Charles Beaumont, Richard Burton Matheson, Frank Belknap Long, Raymond Douglas Bradbury, Robert Aickman, David Niall Wilson gibi çağ­daş korku yazarları vücut buldu. Stephen King, Tür­kiye okuyucusu tara­fından en çok bilinendir. Edgar Allan Poe’yu modası geçmiş, geçen yüzyılın edebiyat­çısı olarak buraya ala­mazdık. Burada başrol oyuncusu, esrarengiz yazar Lovecraft’tır..

6- Ruhsal Yolculuklar Edebiyatı: Bireyin içine veya dışına astral yolculuğu aktaran çoğu kendilerini medyum ola­rak tanıtan yazarların yarattığı edebiyattır, en önemli ör­neği sinema yıldızı Shirley Maclaine’dir. Önemli kitapları İçimdeki Yolculuk, Oraya Buradan Gidebilirsin isimli kitap­larıdır.

İşte günümüzde küresel insan bunları okumaktadır.

Bilimkurgu Edebiyatı, Doğaüstü Edebiyat, Tarihsel Gizem Edebiyatı, Fantastik Mitoloji, Çağdaş Gotik (Dehşet) Edebiyatı, Ruhsal Yolculuklar Edebiyatı olarak tanımladı­ğımız ve zaman za­man birbirlerine de destek olan bu altı sütu­numuzu dik­tiğimiz zaman, bu çatının altında Küresel Edebiyat Tapınağı sahneye çıkar..

Bu tapınakta yapılan ayinlerde, fantastik öyküler, dini fa­natizmi kamçılayacak eski efsaneler veya tam tersine dine meydan okuyarak dine gizlice hizmet eden manifestolar, İsa’nın gizli karıları, kutsal kaseler, rahibe benzeyen şöval­ye­ler, Fatıma’nın sırları, Kudüs’ün gizemleri, Yahudi bü­yüleri, iyi saatte olsunlar, medyumlar, hayali ırklar, doğa­üstü varlık­lar, bilimi bile hayrete düşüren bilimkurgu te­maları; dehşet dolu, sadizm içerikli ve şeytani metinler ya­şama geçer..

Küre­sel Edebiyatı yönlendiren merkez, bu edebi metinleri sine­maya aktararak, insanoğlunun kafasını bu yönden de iyice yıkamaya çalışır. Artık kutuplardan sahralara, okyanus adala­rından Paris kafelerine kadar her­kes, bu yüzyılda Puşkin’i, Balzac’ı, Maksim Gorki’yi, Kafka’yı, Stendhal’i, Emil Zola’yı, Ilya Ehrenburg’u, Tols­toy’u, Dostoyevski’yi, Charles Dic­kens’i, Victor Hugo’yu, Hemingway’ı okumayacaktır.

Anladık mı, şimdi Yeniçağ Edebiyatı’nı?..

Jack London’un ismi unutulacak!

Küresel Edebiyat, küreselleşmenin en büyük silahların­dan biridir, dünyayı ele geçirmenin ve elde tut­manın bir ma­nipülasyonudur. Amerika Birleşik Devletleri’nin güdümünde olan Batı Emperyalist Sistemi, küreselleşme de­diği bu yeni ultra post-modern aşamasında, egemenliği al­tında olan milyarlarca insanı, emek, sermaye, sömürü, fa­kirlik, işsizlik, çevre kirliliği, savaş kışkırtıcılığı, petrol yağmacılığı, dini ve ırkçı bağnazlık, kıyamet senaryosu kültürel dayatması, cinsel zulüm gibi dün­yasal gerçekler­den hızla uzaklaştırarak, hayali bir edebiyat sunmakta ve koyunlaştırarak ustaca oyalamaktadır. Hayli de başarılıdır.

Küresel Edebiyat, ustaca bilgisayar animasyonları da kullanılarak inanılmaz efektler eşliğinde beyazperdeye akta­rılarak müthiş rakamları yutan pazarlar yaratmaktadır. Tüm zamanların en başarılı ve para kazandırıcı film serisi olan Harry Potter’in son yapımı olan Harry Potter ve Ölüm Yadigar­ları filmi Londra’da gerçekleşen galasıyla birlikte dünyanın her yerinde ve Türkiye’de de aynı anda vizyona girdi, mil­yonları içine çekti. Rowling’in romanından uyar­lanan serinin yedinci filminin ilk bölümü, yapımcılarına yüz milyonlarca dolar kazandırdı. Yönetmenliğini David Yates’in yaptığı fil­min ikinci ve son bölümü, 2011’de göste­rime girdi, yine yüzmilyon dolarlar belirli kasalara aktı ve böy­lece Harry Potter’ın beyazperde mace­rası sona erdi. Peki aklımızda ne kalacak?.. Sem­patik büyücü çocuğun hüzünlü gü­lümse­mesi ve büyü numaraları!..

Hiç şüphesiz bu cendereyi kıran Gabriel Garcia Marquez ya da Foucault Sarkacı’nın yazarı Umberto Eco gibi, Nobel ödüllerini kazanan bazı yazarlar vardır, bunlar hem geçen yüzyıldan arta kalmışlardır, hem de rüya gören milyarları birer saniyelik uyandıran uzak gök gürlemelerinden başka bir şey değillerdir. Küresel kitleler Harry Potter’i tanır, on­ları tanımaz..

Anatole France, büyük devrimci romancı Jack London’un ölümsüz eseri Demir Ökçe’yi okuduktan sonra şöyle yaz­mıştı, buraya aktaralım ve biraz avunalım:

«Ey gelecek çağların kuşakları, sınav gününün gençleri! Sizler amansız savaşlar vereceksiniz. Geri tepmeler sizi kuşkuya düşürse bile, kendinizi yine toplayıp, bu romanın kahramanı soylu Everhard ile birlikte şöyle diyeceksiniz: «Davamızı yarın, bilgi ve disiplince daha da güçlenmiş olarak yine ortaya getirece­ğiz!.”

Anatole France’nın sözünü ettiği dava, insanların ve ulus­ların eşitliği davasıdır. Küresel Edebiyatta bu idealin zırnığını bulamazsınız.

Bu bakımdan Carlos Fuentes’in Can Yayınları’ndan çı­kan Kartal Koltuğu’nu satır satır okumalı.. Evrensel baskı düzenini anlatan George Orwell’in «1984” isimli yapıtın­dan daha kor­kunç bir dünya düzenini, yani 2020’de olup bitenleri hayali olarak an­latan yazar, özelde Meksika’yı dillendirirken, dün­yanın her yerinde aynı düzene sahip politik entrikaları, ABD Emperya­lizmini, evrensel sömü­rüyü, pek güzel açıklıyor.

Romanda, Meksika’nın ABD’ye kafa tutacağı tutar, o an­dan itibaren ABD ise Meksika’nın iletişimini sağlayan uyduda bir arıza olduğunu ileri sürerek ülkeyi faks, e-posta, internet, telefon, televizyon hizmetlerinden yoksun bırakır. Bunun üze­rine halk birbiriyle mektuplaşmaya baş­lar. Romanda bu mektuplar yayınlanmakta ve bir mektup devrimi anlatılmak­tadır.

Ne dersiniz?

Amerika bunları yapar mı?..

Romanı okuyun derim..

Edebiyatın üstüne kara bulut gibi çöktüler

Ahmet Yıldız isimli çok önem verdiğim bir yazar, sü­rekli izlediğim odatv.com sitesinde 11 Ocak 2011 tarihinde, tam he­defe isabet eden bir değerlendirme yaptı. Nokta, virgül ekle­meden altına imzamı atıyorum:

«Edebiyatla bir toplumu değiştirebilir misiniz? Ben bil­miyorum. Ama T.S. Eliot´un ünlü “Denemeler” kitabında yaz­dığı gibi bir toplumu çökertebilirsiniz: Edebiyatı çöken bir di­lin ulusu da çöker! Buna inanıyorum.

Bir toplum için edebiyat ne anlama gelir? Çoğumuz bil­meyiz. Öncelikle dili dil yapar, onu ayakta tutar edebi­yat. Bizi biz yapan bu yaşamsal olguyu temizler, pasından arındırır, kaybolmuş sözcükleri ortaya çıkarır, kurumuş sözcüklere su verir, yeşertir. Dili capcanlı yapar.

Her «yazılan” ve de her «okunan” metin edebiyat ya­pıtı değildir. Herkes bir şeyler yazabilir; milyonlarca insan sayfa­lar dolduruyor ama kitaplarının edebiyat yapıtı sa­yılmaması­nın nedeni dili kullanmaktaki yeteneğin ölçütü­dür.

“Gerçek” bir edebiyat yapıtı için dilin iyi kullanılması da tek başına yeterli değildir. Bunun için çok daha başka özellik­ler, ölçütler vardır; edebiyatın kendi ölçütleri: Göz­lem gücü, eşyalara, çevreye, olaylara, doğaya hakim olmak ve bunları en iyi sözcükleri bularak, onlara bin bir çeşit an­lam yükleyip zenginleştirerek betimlemek… Sözcüklerle bir resim yapmak, bir senfoni bestelemek gibi bir şey.

Yazarın tek malzemesi bir kağıt, bir kalem, bir masa, bir sandalye olarak görünür.

Oysa işte saydığım özellikler gerekir yazanda: Ama bun­lar da yetmez. Bu kez tarih bilinci, insan sevgisi, doğa sevgisi, ezilenden yana olma, tarihsel ilerlemenin yolunu sezmiş olma gibi özellikler; bir bilinç ve de kapı gibi bir yü­rek gerekir.

Bunlar da tamam diyelim: “Bilme”si de önemli ve ge­rekli değil yazarın; sezgileriyle bunları yakalaması gerekir. Ampirik bilgiyle topluma seslenen bilim insanıyla sezgile­riyle topluma seslenen sanatçı arasındaki ayırım budur. İşte yaratma süre­cine verilen önem buradan gelir. Bizi in­sanlaştıran ballı nokta burasıdır.

Üçkâğıtçı biri asla gerçek edebiyatçı, gerçek yazar olamaz bana göre. Ya da egemenlerin safında birisi kalıcı olamaz ne kadar yetenekli olsa da.

Bir Dostoyevski’nin, bir Nazım Hikmet’in, bir Paul Eluard’ın, bir Jean Paul Sartre’ın, William Faulkner’in, bir Tolstoy’un, bir Balzac’ın, Stendhal’ın haksızdan yana -ama “güncel” haksız değil yalnızca, tarihsel olarak da haksızdan yana- olduğunu kimse söyleyebilir mi?

Bütün bunlara kim karar verir? Önce okurlar, ama esas olarak zaman karar verir!

Onun için edebiyatta «Klasikler!” vardır. Tüm zaman­ların kitaplarıdır bunlar. Gerçi insanlığın binlerce yılına bedel bir 200 yıl içinde doğdular; yaşanan hıza yetişmeye çalıştılar ve de başardılar. İnsanlık var oldukça yaşayacak bu yazarlar, bu romanlar ve onların kahramanları…

Yazma uğraşının “ölçütleri” üzerine fazla konuşmayı sevmeyen Hemingway, bir konuşmasında şunları söyle­mişti: “Öncelikle yetenek olmalı, çok fazla yetenek. Kipling´in sahip olduğu yetenek gibi. Sonra disiplin olmalı. Flaubert´in disip­lini. Sonra da olabilecekler konusunda bir düşünceniz olmalı ve son olarak, sahteliği önlemek için Paris´deki standart metre gibi hiç değişmeyen katı bir vic­danınız olmalı.”

Bu yazımı yazarken verdiğim kahve molasında, Na­zım Hikmet’in, Edebiyat Yazıları adlı kitabı gözüme ilişti kitaplı­ğımda. 1988 yılında almışım, «23 Mart 1988”; tarih düşmüşüm üzerine. (Ne güzeldi; eskiden aldığımız kitabın üzerine günün tarihini koyardık. Giderek bu alışkanlığı­mızı kaybettik okurlar olarak. O zamanlar kitaplar daha mı önemliydi bizim için yoksa?)

Nazım Hikmet, «Bir sanat eserinin büyük olabilmesi için…” diye yazıyor ve sanat yapıtını «Büyük yapıtlar” ve «Küçük yapıtlar” diye ayırıyor ilkin. Sonra yanıtını veriyor: «Bazı yapıtlar vardır taş gibi donukturlar, bazı yapıtlar vardır anlattıklarının doğumuna, gelişmesine/yaşamına, ölümüne hâkimdirler…”

Anlaşılabileceği gibi «Büyük yapıtlar” ikinci özelliği taşı­yan yapıtlar oluyor hep. Büyük yapıt olarak insanların belle­ğine, o acımasız zamana, tarihin koynuna yerleşmek kolay değildir. Bir kitabın edebiyat yapıtı olup olmadığını, okurların kitabı satın almasına göre değerlendirmek hep yanıltıcı ol­muştur.

Ama yazar/şair istese de istemese de kitabı okurun önüne koyan bir süreç vardır. Bu süreç edebiyat bürokrasi­sinden eleştirmenlere, sanatçının (yazarın/şairin) kişisel ilişkilerinden dağıtım ağının gücüne kadar uzun ve çetin bir yolu kapsar.

Bu durum günümüz kapitalist sisteminin temel kura­lıdır. Za­manın entelektüel modalarına, ideolojisine uygun kitaplar hep çok satar! Bir başka deyişle okurun tavrı süre­cin en so­nunda biçimlenir. Ne var ki edebi ölçütler özgür ve tarafsız­dırlar as­lında. Bundan kimse kaçamaz. Her yet­kin yapıt şu veya bu biçimde tarihin vicdanında layık ol­duğu yerini alır!

Üzgünüm ama bu genel geçer kural tarihin altın çağla­rında böyleydi galiba!

Bugün ülkemizde (ve dünyada) bir edebiyat yapıtı gün ışığına çıkabilmek için büyük haksızlıklarla mücadele et­mek zorundadır.

Çünkü «postmodern” denen bir çağda yaşıyoruz. Her değerin alt üst olduğu, filin kuyruğunu tutarak tanımlar ya­pıldığı, at izinin it izine karıştığı tuhaf, çılgın bir çağ. Adeta yeni bir ortaçağı yaşıyoruz. Artık yapıtları değerlen­dirmek için “Paris´teki standart metre”, bir ölçüt (skala) yok! Her şey, «yönlendirilmiş” bir «pazar”ın belirlediği ölçütler içinde yü­rüyor.

«İyi” bir yazar/şair olabilmek, ancak «iyi” bir yayınevi bulmaya indirgenmiş durumda. (Şimdi o da çöktü doğal ola­rak!) Pazarlanabilir bir tipte ve konumda mısınız? Şan­sınıza diyecek yok o zaman!

Okurun kitabı okuyup okumadığı önemli değil kimse için. Kitabı satın almanız önemli artık! En acısı da yazarla­rın bu kervana katılmaları: Kendilerini, kitaplarının satıp satma­dığına göre değerlendirme yanlışına düşmeleri!

Türk edebiyatını bitirmek için Iowa Üniversitesi´nde ABD Dışişleri Bakanlığı bursuyla kurs görmüş üç beş «star” laştırılmış yazar bozuntusu ve onların, Nazım Hik­met´in tanımıyla, «küçük yapıtları!” son yirmi beş yılda edebiyatımı­zın üzerine karabasan gibi çöktü, edebiyatımı­zın tüm güzel­liklerini kir­letti. Böylece yazarlar toplumda da itibarsızlaştı; ayırımında­sınız mı bilmem, edebiyat ya­şamımızdan sessizce çekiliyor.

O güzel yazarlar, o güzel okurlar o güzel atlara binip uzaklaşıyorlar!

Kendi payıma kitabımı okumuş iyi bir kaç okur, kita­bımı satın alan yönlendirilmiş binlerce cahilden daha de­ğerlidir benim için.”

Yaşar Aksoy’un notu: Alkışlıyorum bu yazarı, çünkü Mösyö Şövalye Pardayan ruhu taşıyor.. Yeni Ortaçağ Edebiyatı’na karşı çıkıyor..

(Bu metin, 2013 Karaburun Ütopyalar Buluşması’nda «Yeni Ortaçağ’da Edebiyat” başlığı altında, 4 Temmuz Perşembe saat 14.00’te, Karaburun Ergin Pansiyon kafesinin çardak altında, beni dinleme zahmetine katlanacak olan dostlara söyleşi olarak sunulacaktır. Beklerim)

Bunları da sevebilirsiniz