Kavramlarla Politik Dünya/Ulus Devlet (3)

Emperyalizmle ilişkisi çerçevesinde ulus devletlerin incelendiği dizinin bu son yazısında, emperyalizm açısından her ulus devletin aynı işleve sahip olmadığı dolayısıyla ulus devletlerin emperyalizmle mücadelede de önemli birer araç olabilecekleri üzerinde durulacaktır. Küreselleşme söylemcilerinin aşındığını iddia ettiği ulus devletler, tam da emperyalistlerin küreselleşme söylemleri ile kendilerine iyiden iyiye bağımlı kıldığı çevre devletlerdir. Emperyalizm çevre devletlerin her türlü maddi ve insani kaynağı üzerinde denetim kurmuş, bu devletleri kendine bağımlı kılmıştır. Bununla da kalmayarak, hem ideolojik hegemonya araçları hem de gelişmiş orduları ile ya rıza sağlayarak ya da askeri caydırıcılık kozunu kullanarak bu bağımlılığın sürekliliğini sağlayacak önlemler almıştır.
Dolayısıyla, emek sermaye çelişkisinin burjuva sınıfı egemenliğinde kurumsallaştığı, halkın sınıf çelişkilerinin baypas edilmeye çalışılmasıyla ortak hak ve sorumluluklar çerçevesinde yurttaşlık esasında birarada tutulduğu ulus devletlerin her birinin aynı şekilde sömürü aracı olduğu iddia edilemez. Ulus devletler dünya tarihinde burjuva egemenliğinin garantörü olarak sahneye çıkmış olsa da, kapitalizmin emperyalist aşamaya gelmesinden, mali sermayenin üretim sermayesi üzerinde egemenlik kurmasından sonra sömürü denklemi karmaşıklaşmıştır. İngiltere, Fransa gibi devletler açısından uluslaşma, feodalitenin tasfiyesinden sonra proleterya üzerinde burjuva egemenliğinin sağlanması süreciyle koşut olmuştur. Kapitalizmin emperyalist aşamaya gelmesi ise uzun vadede çevre bölgelerde uluslaşmanın emperyalizme karşıt olarak gerçekleşmesine sebep olmuştur. 1920´lerde Türk ulusal bağımsızlık savaşı ve 1945 sonrası dekolonizasyon sürecindeki ulusal bağımsızlık savaşları buna verilebilecek örneklerdir. Emperyalist devletler ise, zaman içinde diğer devletleri kendilerine bağımlı hale getirecek başka mekanizmalar bulmuştur.
Günümüzde emperyalizmin varlığını sürdürebilmesi açısından çevre bölgelerdeki devletlerin iç ve dış egemenliklerinin aşındırılması, mevcut siyasi kurumların mümkün olduğunca küçük, kolay kontrol edilebilir olması, emperyalizme hizmet edebilir politikaların sürdürülebilirliği açısından hayati öneme gelmiştir. Bu bağlamda, egemenliğini ortak hak ve sorumluluklar çerçevesinde yurttaşlık bağı ile birbirine bağlanmış halklara dayandıran emperyalist olmayan, sömürülen ulus devletler emperyalizmin hedefi haline gelmekte ve sarsılan ilk unsur bu ulus kimliği olmaktadır. Bu ulus kimliğinin yerini etnik kimliklerin alması sağlanmaya çalışılmakta böylelikle etnik temelde şekillenen ayrılıkçı hareketler emperyalist devletlerce desteklenmekte ya da yürütülmektedir. Bu durumda emperyalizmle mücadele açısından ulus devletin savunulması bir zorunluluk haline gelmektedir. Çünkü, aksi takdirde etnik temelde kurulmuş, emperyalizmin desteği ile varlık bulmuş devletçikler emperyalist devletlere tamamen bağımlı olmaları, varlıklarını emperyalizme borçlu olmaları nedeniyle emperyalizmin, söz konusu bölgelerde etkisinin artması için aracı konuma gelmektedir.
Emperyalizme karşı ulus devletlerin bütünlüğünün savunulmasının emek-sermaye çelişkisinin aşılması açısından ne ifade ettiği de tartışılması gereken bir konudur. Öncelikle, emperyalist dönemde devletler emperyalist olsa da olmasa da ulus devlet şeklinde örgütlenmiş bir siyasi yapı içerisinde, proleteryanın burjuva iktidarına karşı yürüteceği mücadelenin özünün zaten emperyalizme karşı mücadele olduğu belirtilmelidir. Emperyalist devletlerin sınırlarında yaşayıp çalışan işçi sınıfının sömürüsünün faili burjuva iktidarı, kendi çıkarları çerçevesinde, emperyalizm ile başka ulus devletler üzerinde de denetim kurmuştur. Böylelikle çevre bölgelerde proleteryanın sömürülmesinin aracı da aynı emperyal aktörler yani emperyalizmdir. O halde, dünyanın tüm işçilerinn birleşerek ortak bir mücadele yürütmesinin emek sermaye çelişmesinin aşılması açısından tek yol olduğu akıllara gelebilir. Ancak işçi sınıflarının enternasyonalist şekilde yürüteceği bir sosyalist mücadelenin emek-sermaye çelişkisini aşması emperyalist aşamada pek de mümkün görünmemektedir. Çünkü kapitalizmin emperyalist aşamaya gelmesi dünyanın farklı bölgelerinde sömürülen sınıfların çıkarlarının birbirinden farklılaşması sonucunu berbaberinde getirmiştir.
Emperyalist devletlerin dünyanın diğer bölgelerini sömürmesi, bu devletlerde artı değer aktarımına koşut olarak refahın artmasına aracılık etmiştir. Böylelikle, hem burjuva sınıfı kar miktarından feragat etmemiş hem de emperyalist devletlerin işçi sınıflarının yaşam ve çalışma koşulları görece düzelmiştir. O halde ulus devletlerin hala egemenliğini sürdürdüğü bir düzende her işçi sınıfı için geçerli ortak bir işçi sınıfı çıkarından bahsetmek olanaksız hale gelmektedir. Ancak, bir ulus kimliği üzerinden örgütlenmiş devletlerinin emperyalizme karşı bütünlüğünün savunulması özgürleşme yolunda verilmiş bir mücadeledir. Çünkü mali sermayenin denetimiyle, askeri ve siyasi kurumlarıyla, ulus devlet şeklinde örgütlenmiş kendi yurttaşlarını bir ulus şemsiyesi altında birarada tutan, bu ulus çatısı altında proleterlerini sömüren, egemenliğini bu ulusa dayandıran emperyalist devletler var oldukça ve bu devletler emperyalist politikalarını diğer devletlerin siyasi bütünlüklerini aşındırmak için kullandıkça, emperyalizm güçlenmekte ve emek sermaye çelişkisi aşılmaz hale gelmektedir.
Sonuç olarak, toplumların özgürlüğünün önündeki en önemli engel olan emek-sermaye çelişkisinin aşılması açısından, ulus devletlerin savunulması günümüzde özel bir anlam kazanmaktadır. Ulus devletlerin bir sömürü aracı olarak kurulmuş olduğu ve günümüzdeki emperyalist sömürünün temel aktörü olduğu, emperyalist tüm politikaların bu ulus devletler üzerinden meşrulaştırılmaya çalışıldığı çıplak gözle görülebilen bir gerçektir. Ancak, emperyalizmin halkın egemenliğini işaret eden, yurttaşlık kimliği üzerinden bütünlüğünü kurmaya ya da korumaya çabalayan, en azından tanım gereği kaynakları üzerinde tam bir egemenliği bulunması gereken ulus devletler ile çıkarlarının çelişmesi, bu tam egemenliğin sağlanması durumunda emperyalist yayılmanın gerçekleştirilemeyecek olması sömürülen mevcut ulus devletlerin savunulmasını zorunlu kılmaktadır. Çünkü aksi takdirde emperyalizm güçlenmekte ve emek-sermaye çelişkisi aşılmaz hale gelmektedir. O halde bugün emperyalizmle mücadele bir özgürleşme mücadelesidir, emperyalizmin kast ettiği ulus devletler ise bu mücadelenin temel cephelerinden birisidir.

Emperyalizmle ilişkisi çerçevesinde ulus devletlerin incelendiği dizinin bu son yazısında, emperyalizm açısından her ulus devletin aynı işleve sahip olmadığı dolayısıyla ulus devletlerin emperyalizmle mücadelede de önemli birer araç olabilecekleri üzerinde durulacaktır. Küreselleşme söylemcilerinin aşındığını iddia ettiği ulus devletler, tam da emperyalistlerin küreselleşme söylemleri ile kendilerine iyiden iyiye bağımlı kıldığı çevre devletlerdir. Emperyalizm çevre devletlerin her türlü maddi ve insani kaynağı üzerinde denetim kurmuş, bu devletleri kendine bağımlı kılmıştır. Bununla da kalmayarak, hem ideolojik hegemonya araçları hem de gelişmiş orduları ile ya rıza sağlayarak ya da askeri caydırıcılık kozunu kullanarak bu bağımlılığın sürekliliğini sağlayacak önlemler almıştır.

Dolayısıyla, emek sermaye çelişkisinin burjuva sınıfı egemenliğinde kurumsallaştığı, halkın sınıf çelişkilerinin baypas edilmeye çalışılmasıyla ortak hak ve sorumluluklar çerçevesinde yurttaşlık esasında birarada tutulduğu ulus devletlerin her birinin aynı şekilde sömürü aracı olduğu iddia edilemez. Ulus devletler dünya tarihinde burjuva egemenliğinin garantörü olarak sahneye çıkmış olsa da, kapitalizmin emperyalist aşamaya gelmesinden, mali sermayenin üretim sermayesi üzerinde egemenlik kurmasından sonra sömürü denklemi karmaşıklaşmıştır. İngiltere, Fransa gibi devletler açısından uluslaşma, feodalitenin tasfiyesinden sonra proleterya üzerinde burjuva egemenliğinin sağlanması süreciyle koşut olmuştur. Kapitalizmin emperyalist aşamaya gelmesi ise uzun vadede çevre bölgelerde uluslaşmanın emperyalizme karşıt olarak gerçekleşmesine sebep olmuştur. 1920´lerde Türk ulusal bağımsızlık savaşı ve 1945 sonrası dekolonizasyon sürecindeki ulusal bağımsızlık savaşları buna verilebilecek örneklerdir. Emperyalist devletler ise, zaman içinde diğer devletleri kendilerine bağımlı hale getirecek başka mekanizmalar bulmuştur.

Günümüzde emperyalizmin varlığını sürdürebilmesi açısından çevre bölgelerdeki devletlerin iç ve dış egemenliklerinin aşındırılması, mevcut siyasi kurumların mümkün olduğunca küçük, kolay kontrol edilebilir olması, emperyalizme hizmet edebilir politikaların sürdürülebilirliği açısından hayati öneme gelmiştir. Bu bağlamda, egemenliğini ortak hak ve sorumluluklar çerçevesinde yurttaşlık bağı ile birbirine bağlanmış halklara dayandıran emperyalist olmayan, sömürülen ulus devletler emperyalizmin hedefi haline gelmekte ve sarsılan ilk unsur bu ulus kimliği olmaktadır. Bu ulus kimliğinin yerini etnik kimliklerin alması sağlanmaya çalışılmakta böylelikle etnik temelde şekillenen ayrılıkçı hareketler emperyalist devletlerce desteklenmekte ya da yürütülmektedir. Bu durumda emperyalizmle mücadele açısından ulus devletin savunulması bir zorunluluk haline gelmektedir. Çünkü, aksi takdirde etnik temelde kurulmuş, emperyalizmin desteği ile varlık bulmuş devletçikler emperyalist devletlere tamamen bağımlı olmaları, varlıklarını emperyalizme borçlu olmaları nedeniyle emperyalizmin, söz konusu bölgelerde etkisinin artması için aracı konuma gelmektedir.

Emperyalizme karşı ulus devletlerin bütünlüğünün savunulmasının emek-sermaye çelişkisinin aşılması açısından ne ifade ettiği de tartışılması gereken bir konudur. Öncelikle, emperyalist dönemde devletler emperyalist olsa da olmasa da ulus devlet şeklinde örgütlenmiş bir siyasi yapı içerisinde, proleteryanın burjuva iktidarına karşı yürüteceği mücadelenin özünün zaten emperyalizme karşı mücadele olduğu belirtilmelidir. Emperyalist devletlerin sınırlarında yaşayıp çalışan işçi sınıfının sömürüsünün faili burjuva iktidarı, kendi çıkarları çerçevesinde, emperyalizm ile başka ulus devletler üzerinde de denetim kurmuştur. Böylelikle çevre bölgelerde proleteryanın sömürülmesinin aracı da aynı emperyal aktörler yani emperyalizmdir. O halde, dünyanın tüm işçilerinn birleşerek ortak bir mücadele yürütmesinin emek sermaye çelişmesinin aşılması açısından tek yol olduğu akıllara gelebilir. Ancak işçi sınıflarının enternasyonalist şekilde yürüteceği bir sosyalist mücadelenin emek-sermaye çelişkisini aşması emperyalist aşamada pek de mümkün görünmemektedir. Çünkü kapitalizmin emperyalist aşamaya gelmesi dünyanın farklı bölgelerinde sömürülen sınıfların çıkarlarının birbirinden farklılaşması sonucunu berbaberinde getirmiştir.

Emperyalist devletlerin dünyanın diğer bölgelerini sömürmesi, bu devletlerde artı değer aktarımına koşut olarak refahın artmasına aracılık etmiştir. Böylelikle, hem burjuva sınıfı kar miktarından feragat etmemiş hem de emperyalist devletlerin işçi sınıflarının yaşam ve çalışma koşulları görece düzelmiştir. O halde ulus devletlerin hala egemenliğini sürdürdüğü bir düzende her işçi sınıfı için geçerli ortak bir işçi sınıfı çıkarından bahsetmek olanaksız hale gelmektedir. Ancak, bir ulus kimliği üzerinden örgütlenmiş devletlerinin emperyalizme karşı bütünlüğünün savunulması özgürleşme yolunda verilmiş bir mücadeledir. Çünkü mali sermayenin denetimiyle, askeri ve siyasi kurumlarıyla, ulus devlet şeklinde örgütlenmiş kendi yurttaşlarını bir ulus şemsiyesi altında birarada tutan, bu ulus çatısı altında proleterlerini sömüren, egemenliğini bu ulusa dayandıran emperyalist devletler var oldukça ve bu devletler emperyalist politikalarını diğer devletlerin siyasi bütünlüklerini aşındırmak için kullandıkça, emperyalizm güçlenmekte ve emek sermaye çelişkisi aşılmaz hale gelmektedir.

Sonuç olarak, toplumların özgürlüğünün önündeki en önemli engel olan emek-sermaye çelişkisinin aşılması açısından, ulus devletlerin savunulması günümüzde özel bir anlam kazanmaktadır. Ulus devletlerin bir sömürü aracı olarak kurulmuş olduğu ve günümüzdeki emperyalist sömürünün temel aktörü olduğu, emperyalist tüm politikaların bu ulus devletler üzerinden meşrulaştırılmaya çalışıldığı çıplak gözle görülebilen bir gerçektir. Ancak, emperyalizmin halkın egemenliğini işaret eden, yurttaşlık kimliği üzerinden bütünlüğünü kurmaya ya da korumaya çabalayan, en azından tanım gereği kaynakları üzerinde tam bir egemenliği bulunması gereken ulus devletler ile çıkarlarının çelişmesi, bu tam egemenliğin sağlanması durumunda emperyalist yayılmanın gerçekleştirilemeyecek olması sömürülen mevcut ulus devletlerin savunulmasını zorunlu kılmaktadır. Çünkü aksi takdirde emperyalizm güçlenmekte ve emek-sermaye çelişkisi aşılmaz hale gelmektedir. O halde bugün emperyalizmle mücadele bir özgürleşme mücadelesidir, emperyalizmin kast ettiği ulus devletler ise bu mücadelenin temel cephelerinden birisidir.

Bunları da sevebilirsiniz