Suriye’de Hayalet Uçak

«İyi yazar değil, iyi yazılmış kitap vardır” klasik cümlesinden hareket edersek, iyi yazıldığı takdirde her şeyin roman olabileceğini düşünürüm. Canımız isterse, gerçeğin ta kendisini romanlaştırabiliriz. Tam tersine, romanda gerçek aranmadığı için kurgunun imparatorluğunda gerçek dışı her şeyi de romanlaştırabiliriz. Yeter ki roman yazabilelim..
Cumhuriyete ihanetin romanı da yazılabilir, hatta bu ihanet kutsallaştırılır da. Yeter ki, edebiyat olsun. Türkiye kelimesine simsiyah bakanların romanlarını izliyoruz; her şeyimiz kötüdür bu bakışta. Osmanlı dönemi, Ermeni Techiri, İstiklal Savaşı’na karşıt isyanlar, mübadele, Atatürk dönemi, Kürt isyanları, Dersim, askeri müdahale ve darbeler, sağ-sol çatışmaları, mezhep kavgaları, dindar-laikçi ayrılığı, bir sürü simsiyah konular işlenir defalarca tekrar edilerek. Yani, bu Cumhuriyette iyi olan hiçbir şey yoktur. Epey roman yazabiliriz bu konularda. Alkışlayanımız çoktur, destekçilerimiz de… Varlık vergisini yerin dibine batırarak, o dönemin gizli Nazi uygulaması olduğunu yazarız, ama 60 milyon insanın yok olmasına yol açan 2.Dünya Savaşı’na ülkeyi sokmamış Milli Şef’in dönemsel çabalarını kimse romanlaştırmaz, çünkü o roman prim yapmaz. Çünkü Milli Şef İsmet, ondan önceki «Kurucu Baba” ile birlikte Anadolu’da etnik temizlik yapmak için sahte bir kurtuluş savaşı yönetmişlerdir, günahları çoktur.
Biraz daha netleştirelim.. Kemal Tahir’in «Kurt Kanunu” gibi, İzmir Suikastı´na tek yönden bakabilen roman iyi yazılmış ise (yani roman gibi yazılmış ise), benim başucu kitabım olabilir. Ama bu işin tersi de doğrudur. Eğer İzmir Suikastı gerçekleşse idi, yani Gazi Paşa öldürülseydi, Türkiye’de neler olurdu diye hayalini sonuna kadar kışkırtan biri de roman yazabilir. Burada bir yol ayrımı vardır:
Gazi Paşa gebertildi, iyi oldu!..
Gazi Paşa’ya kıydılar, ne yazık ki genç Türkiye tarihten silindi!..
Romancı burada keyfine göre gideceği yolu seçer..
Ben romancı olsaydım, İzmir Suikastı’nda Gazi Paşa’yı öldürür, tüm Kuvayı Milliye kuşağını kurşuna dizdirir, genç cumhuriyeti yeniden emperyalist bir istila ile ters yüz ettirir, Cumhuriyet’i çatır çatır yıktırır, İstanbul’da kukla bir padişah-halife yönetimini ve rezil rejimini inşa ettirirdim. Bu yeni batıcı-demokrat (!) düzende mayalanan, nemalanan ve yükselen yeni aristokrat-bohem-işbirlikçi-dinci alemi yazardım, Türk kelimesinin bir daha geri gelmemek üzere ebediyen tarihten silinişinin sürecini yazardım, azıcık aşk-meşk ve derin bir porno cinsellik ile süsleyerek..
Vatanı beleş bulup, her romanında Cumhuriyet’i tekmeleyenlere, yani emperyalist borazanların önünde göbek atanlara ve de tüm ibreti aleme ders olsun diye bunu yapardım.. Bu da benim tercihim olurdu… Cumhuriyeti sağdan, soldan eleştiren romanı babam da yazar, devrimin savunusunu yap bakalım seni yaşatırlar mı?.. Zor olan odur, üstelik okunabilir, iyi roman formatında, yani edebi olacak (Burada Uğur Mumcu ile sevgili Kışlalı’yı hatırladım. Cumhuriyet için canlarını feda ettiler. Uğur Mumcu veya Kışlalı’nın romanını yazan çıktı mı?.. Asla çıkmaz.. Romancı artık dış alkışa muhtaç, ulusal vicdanın önemi yok ki..)
Gelelim beyaz romancılara.. Hayata hep beyaz bakanlara.. Yani ülkedeki tüm siyahlıkları göz ardı edip bembeyaz Mevlana, aşk meşk, post-modern yazanlara gelelim. Bunlar da sürüsüne bereket çokturlar. Bol alkış da alırlar, Nobel de alabilirler; biraz arada devlete giydirirlerse, üç beş kez «Ermeni Soykırımı”nı telaffuz ederlerse.. Elif Şafak bu kategoride favorimdir, istikbali parlaktır..
Devam edelim.. Bir döneme siyah, ardından gelen benzer bir döneme ise beyaz bakan, yarı-kör romancılarımız da olabilir. Yani romancılıkta da, döneklik neden olmasın ki? Azılı fraksiyon solcusu iken radikal hapishane ve işkence romanı yazan, orta yaşlılığının başında bir Amerikan-Avrupa Vakfı’ndan veya üstü örtülü bir istihbarat kurumundan ömür boyu destek bulan kişi, bu kez orta yaşlılığının sonunda ulusal devrimci yapıları arkadan vuran emperyalist projelerin güdümündeki yapıtlarıyla karşımıza çıkabilir.
Her şey olabilir..
Buraya kadar tamam.
Bu yazının konusu, buraya kadar hiç anlatmadığım «bir başka romancı türünü” size anlatabilmek, hayalinizde canlandırabilmektir.
Bu romancı, yaşadığı «gerçek hayatı”, hayal ile gerçeğin karmakarışık olduğu bir kurguda size sunar. Neresi gerçeğin ta kendisi, neresi yakıştırma asla bilemezsiniz. Bu da normaldir. Şimdi en can alıcı anormal ayrıntıya geliyorum. Şöyle ki.. Bu tür romandan başınızı kaldırıp gerçek hayata, yani gündelik gazetelere, sokağa, televizyon haberlerine baktığınızda, okuduğunuz romanın «gerçek bir hayat” olarak o anda dünyada gerçekleşip, geleceğe doğru hızla akıp gittiğini görürsünüz.
Bu şu demektir. Hayat ile roman aynı anda yaşıyorlar!..
Ne demek istiyorum biliyor musunuz?
Bir örnek sunalım.. Yani, Suriye’deki istihbarat savaşları ile ilgili bir roman okuduğunuzu varsayalım.. Ama o anda Suriye’de binbir örgüt ve istihbarat kuruluşu kanlı bir hesaplaşma içine girmişlerdir, üstelik romancı o ülkede yıllarca görev yapmış üstün nitelikli bir istihbarat elemanıdır. İşte tam orada… Roman ile hayat aynı anda paralel biçimde akıp gidiyorsa, ne düşünürsünüz?.. Gerçek acaba «gerçek” mi, hayal olan acaba gerçekten «hayal” mi?.. Ya da, romana mı, yoksa televizyondaki yorumcuya mı inanalım?.. Hatta bazen tüm televizyonlar yalan söylüyor ise, üstelik roman kahramanının çevresindeki olaylar gerçeğe daha yakın ise.. Bunu dehşet içine hissederseniz, ne olur?.. Roman, o zaman bambaşka bir roman olur. Yazılmış roman değil, «yaşanmakta olan roman” olur.
İşte «Hayalet Uçak (Vekaleten Savaş)” böyle bir roman..
Günümüzün Suriye’sini anlatıyor..
Romancı ise, Türk Milli İstihbarat Teşkilatı’nın (MİT) Suriye’de yıllar boyu görev yapmış olan güzide bir eski elemanı.. Bülent Rusçuklu.. 1944 doğumlu.. İzmir Karşıyakalı. İlk ve orta öğrenimini bu kentte tamamladıktan sonra Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi´nden (DTCF’den) mezun oldu. Teşkilatın yurtiçi ve yurtdışı birimlerinde 27 yıl aktif biçimde çalıştıktan sonra emekli oldu. Emekli olduktan sonra suspus olmadı, tam tersine konuları görevli olduğu coğrafyalarda geçen istihbarat romanları yazdı ve ünlendi. Casuslar Savaşı, Şeytan Krallığı (Uyuşturucu Baronları), Savaşın Eşiğinde, Suikast , Gizli Servis – Yurt dışı Operasyonları, Elif’in Hikayesi (Ermeni Belgesi) gibi romanları bir gerilim filmi tadında yer altı mücadelelerini anlatır ve sizi gerçek hayatın karanlık sayfalarına götürür, doğal ki bu romanlar kurgudur, ama yüzde kaç oranında kurgudur, romanı okuma sürecinde hep bunu düşünürsünüz.
Haydi buyurun bakalım, artık buradan konuya girebiliriz..
İkinci Uçağın Romanı
Arvo Yayınları tarafından Kasım 2012 yılında yayınlanan «Hayalet Uçak (Vekaleten Savaş)” romanı, tüm dünyanın gözü önünde Suriye tarafından düşürülen Türk askeri uçağının dışında bir ikinci Türk savaş uçağının da düşürülmesi, ama bu ikinci olayın uluslararası gizli çatışmalar kuralları gereğince gizli tutulması üzerine kurulu bir metne sahip.
Romanın kısa tanıtımı şu cümleleri kapsıyor:
«- Irak’ta hem asker kaybı, hem de ekonomik iflas yaşayan ABD yeni bir strateji geliştirmişti. Suriye’de Beşar Esad rejimini devirmek için, muhalifleri, terör guruplarını, paralı askerleri ve komşu ülkeleri kullanarak hedefine ulaşacaktı. Bu hedef için de Türkiye’yi taşeron ülke olarak kullanmak niyetindeydi.
Keşif uçağından başka ikinci bir askeri uçak daha düşmüştü. Hükümet, Suriye Karaduran Dağı’na düşen uçağı gizli tutmuş, yaralı pilotu siyasi girişimlerle kurtarmaya çalışıyordu.
Pilotun arkadaşı, eski bir Özel Harekat binbaşısı idi. Onu kurtarmak için Suriye’ye girmişti. Hem arkadaşını hem de Suriyeli bir doktor kadını kurtarmalıydı. Zaman kısıtlıydı. Çünkü Türk ordusu, sınırda kurulacak kamplarda barındırılacak olanların güvenliğinin sağlanması için, ön cephe oluşturmak gayesiyle Suriye’ye girecekti. Halayet Uçak’ta anlatılan vekaleten savaş (Proxy War), güçlü bir ulusun kendi çıkarları için üçüncü tarafı, paralı askerleri, terör guruplarını, başka bir ülkeyi kullanmasıdır.”
Bu cümlelerle tanıtılan roman, Özel Harekat Servisi’nden özgür kişiliği sebebiyle ayrılan ve emekli olan Cenk Ertuğ isimli bir eski binbaşının Yunanistan’ın Sakız adasındaki avare günlerini anlatmakla başlar. Suriye karışmıştır. İç savaşı sebebiyle o topraklarda düşürülen bir uçağın Türk pilotunu kurtarmak için Cenk Binbaşı yeniden yeraltı mücadelesine girişir. Düşen uçağın pilotu can dostudur ve kendisini Türk devletinin bilgisi haricinde devlet içindeki bir başka yapı göreve çağırmıştır. Böylece dünyanın tüm hınzır güçlerinin, Amerika’nın, Rusya’nın, El Kaide’nin, Beşar Esad katliamcılarının, Hür Suriye Ordusu’nun, Türkiye’nin resmi güçlerinin, terör guruplarının, PKK’nın cirit attığı bir iç savaş ortamında roman yürüyüp gider. Nasıl yürüyüp gider peki?.. Romanı okurken televizyona bakarsanız, romandaki olayların gerçek hayatta ta akıp gittiğini görürsünüz. Romancı Suriye’de uzun yıllar çalışmış eski bir istihbarat elemanıdır. Bu yüzden roman yüzde yüz palavra değildir. Peki ne kadarı gerçektir acaba?.. O sizin algılamanıza kalmış.
Romancı Bülent Rusçuklu, romanda takındığı tavrı öyle anlatır:
«- Bu bir macera romanıdır. İsim ve karakterler size tanıdık gelebilir. Olaylar da geçmişte ve günümüzde yaşadıklarımızla benzerlik taşıyabilir. Okuduklarımdan, yaşadıklarımdan etkilenmiş olabilirim. Gerçi romanda ara ara gerçek olaylar yer alıyor olsa da.. Sonuçta inanın bu bir kurgu romandır. Yazdığım yerlerin çoğunu gördüm. Yaşadım.
Suriye.. Sıkı bir rejimle yönetilen bir ülke olsa da.. O ülkede güvenle dolaştım. İnsanlar arasında mutlu, huzurlu olanlar da vardı. Huzursuz olan, yarınından endişeli olanlar da.. Bugün kendi ülkemde de böyle değil mi?. O dönemde Suriye bölünmemişti. Katliamlar yaşanmıyor.. Belirsizliğe sürüklenmiyordu. Sonuçta Ortadoğu ülkesiydi. Orada tek bir ülke hariç.. Hangisi demokratik bir rejimle yönetiliyor ki… Devletleri yönetenler, gerçekte onların arkasındaki güçlerin sadece temsilcileri, sözcüleridir.
Türkiye’de sorunlar her zaman, perde arkasındakilerin oyunlarıyla meydana gelmektedir. Perde arkasında bölücüler, şeriatçılar, din tüccarları ve aç gözlü, paraya doymayan kişiliksiz guruplar, kişiler vardır. Tabii ki onlar da, gerçek güçlerin birer kuklasıdırlar”..
Romancının söyledikleri ilginç değil mi?.. Düşünmeliyiz..
Dışa Bağımlı Ülkeler ve Yöneticileri
Önsöz’de bu görüşler daha da anlam kazanmakta:
«- Özgür olmayan (dışa bağımlı) devlet yöneticileri, izin verildiği ölçüde ülkelerinin gelişmesine katkıda bulunabilirler.
Ekonomik yönden dışa bağımlı ülkeler köle gibidirler. Onları kontrol eden ülkelerin çıkarları doğrultusunda politika yapmak zorundadırlar.
Özgür olmayan devlet yöneticileri, iktidarda kalmak uğruna büyük güçlerin amaçları için ülkenin bölünmesine de göz yumabilirler.
İktidarda kalmak uğruna inanılmaz derecede küçülebilen insanların sayısı o kadar çok ki…
O insanlar buna «politika” diyerek mazeret üretmekten çekinmezler.
Ülkemizde, dünya yeni bir sefere gidiyor safsatasıyla değişim isteyenler, gerçekte ülkenin bölünmesine göz yummaktadırlar.
İktidar-makam peşinde koşarak bir ömür harcamak ne büyük israflıktır.
Onurlu bir yaşam, ne aşk ne para ne makam için feda edilemez..”
Bu görüşleri bir romancı ileri sürüyor.
Eski bir Milli İstihbarat Teşkilatı üyesi..
Herhalde satır aralarında paha biçilmez dersler ve bilgiler gizli..
Şimdi, Hayalet Uçak’ı okumanın tam zamanı galiba..
Cenk Binbaşı, ülkemizin kuruluş felsefesi mi acaba?..

«İyi yazar değil, iyi yazılmış kitap vardır” klasik cümlesinden hareket edersek, iyi yazıldığı takdirde her şeyin roman olabileceğini düşünürüm. Canımız isterse, gerçeğin ta kendisini romanlaştırabiliriz. Tam tersine, romanda gerçek aranmadığı için kurgunun imparatorluğunda gerçek dışı her şeyi de romanlaştırabiliriz. Yeter ki roman yazabilelim..

Cumhuriyete ihanetin romanı da yazılabilir, hatta bu ihanet kutsallaştırılır da. Yeter ki, edebiyat olsun. Türkiye kelimesine simsiyah bakanların romanlarını izliyoruz; her şeyimiz kötüdür bu bakışta. Osmanlı dönemi, Ermeni Techiri, İstiklal Savaşı’na karşıt isyanlar, mübadele, Atatürk dönemi, Kürt isyanları, Dersim, askeri müdahale ve darbeler, sağ-sol çatışmaları, mezhep kavgaları, dindar-laikçi ayrılığı, bir sürü simsiyah konular işlenir defalarca tekrar edilerek. Yani, bu Cumhuriyette iyi olan hiçbir şey yoktur. Epey roman yazabiliriz bu konularda. Alkışlayanımız çoktur, destekçilerimiz de… Varlık vergisini yerin dibine batırarak, o dönemin gizli Nazi uygulaması olduğunu yazarız, ama 60 milyon insanın yok olmasına yol açan 2.Dünya Savaşı’na ülkeyi sokmamış Milli Şef’in dönemsel çabalarını kimse romanlaştırmaz, çünkü o roman prim yapmaz. Çünkü Milli Şef İsmet, ondan önceki «Kurucu Baba” ile birlikte Anadolu’da etnik temizlik yapmak için sahte bir kurtuluş savaşı yönetmişlerdir, günahları çoktur.

Biraz daha netleştirelim.. Kemal Tahir’in «Kurt Kanunu” gibi, İzmir Suikastı´na tek yönden bakabilen roman iyi yazılmış ise (yani roman gibi yazılmış ise), benim başucu kitabım olabilir. Ama bu işin tersi de doğrudur. Eğer İzmir Suikastı gerçekleşse idi, yani Gazi Paşa öldürülseydi, Türkiye’de neler olurdu diye hayalini sonuna kadar kışkırtan biri de roman yazabilir. Burada bir yol ayrımı vardır:

Gazi Paşa gebertildi, iyi oldu!..

Gazi Paşa’ya kıydılar, ne yazık ki genç Türkiye tarihten silindi!..

Romancı burada keyfine göre gideceği yolu seçer..

Ben romancı olsaydım, İzmir Suikastı’nda Gazi Paşa’yı öldürür, tüm Kuvayı Milliye kuşağını kurşuna dizdirir, genç cumhuriyeti yeniden emperyalist bir istila ile ters yüz ettirir, Cumhuriyet’i çatır çatır yıktırır, İstanbul’da kukla bir padişah-halife yönetimini ve rezil rejimini inşa ettirirdim. Bu yeni batıcı-demokrat (!) düzende mayalanan, nemalanan ve yükselen yeni aristokrat-bohem-işbirlikçi-dinci alemi yazardım, Türk kelimesinin bir daha geri gelmemek üzere ebediyen tarihten silinişinin sürecini yazardım, azıcık aşk-meşk ve derin bir porno cinsellik ile süsleyerek..

Vatanı beleş bulup, her romanında Cumhuriyet’i tekmeleyenlere, yani emperyalist borazanların önünde göbek atanlara ve de tüm ibreti aleme ders olsun diye bunu yapardım.. Bu da benim tercihim olurdu… Cumhuriyeti sağdan, soldan eleştiren romanı babam da yazar, devrimin savunusunu yap bakalım seni yaşatırlar mı?.. Zor olan odur, üstelik okunabilir, iyi roman formatında, yani edebi olacak (Burada Uğur Mumcu ile sevgili Kışlalı’yı hatırladım. Cumhuriyet için canlarını feda ettiler. Uğur Mumcu veya Kışlalı’nın romanını yazan çıktı mı?.. Asla çıkmaz.. Romancı artık dış alkışa muhtaç, ulusal vicdanın önemi yok ki..)

Gelelim beyaz romancılara.. Hayata hep beyaz bakanlara.. Yani ülkedeki tüm siyahlıkları göz ardı edip bembeyaz Mevlana, aşk meşk, post-modern yazanlara gelelim. Bunlar da sürüsüne bereket çokturlar. Bol alkış da alırlar, Nobel de alabilirler; biraz arada devlete giydirirlerse, üç beş kez «Ermeni Soykırımı”nı telaffuz ederlerse.. Elif Şafak bu kategoride favorimdir, istikbali parlaktır..

Devam edelim.. Bir döneme siyah, ardından gelen benzer bir döneme ise beyaz bakan, yarı-kör romancılarımız da olabilir. Yani romancılıkta da, döneklik neden olmasın ki? Azılı fraksiyon solcusu iken radikal hapishane ve işkence romanı yazan, orta yaşlılığının başında bir Amerikan-Avrupa Vakfı’ndan veya üstü örtülü bir istihbarat kurumundan ömür boyu destek bulan kişi, bu kez orta yaşlılığının sonunda ulusal devrimci yapıları arkadan vuran emperyalist projelerin güdümündeki yapıtlarıyla karşımıza çıkabilir.

Her şey olabilir..

Buraya kadar tamam.

Bu yazının konusu, buraya kadar hiç anlatmadığım «bir başka romancı türünü” size anlatabilmek, hayalinizde canlandırabilmektir.

Bu romancı, yaşadığı «gerçek hayatı”, hayal ile gerçeğin karmakarışık olduğu bir kurguda size sunar. Neresi gerçeğin ta kendisi, neresi yakıştırma asla bilemezsiniz. Bu da normaldir. Şimdi en can alıcı anormal ayrıntıya geliyorum. Şöyle ki.. Bu tür romandan başınızı kaldırıp gerçek hayata, yani gündelik gazetelere, sokağa, televizyon haberlerine baktığınızda, okuduğunuz romanın «gerçek bir hayat” olarak o anda dünyada gerçekleşip, geleceğe doğru hızla akıp gittiğini görürsünüz.

Bu şu demektir. Hayat ile roman aynı anda yaşıyorlar!..

Ne demek istiyorum biliyor musunuz?

Bir örnek sunalım.. Yani, Suriye’deki istihbarat savaşları ile ilgili bir roman okuduğunuzu varsayalım.. Ama o anda Suriye’de binbir örgüt ve istihbarat kuruluşu kanlı bir hesaplaşma içine girmişlerdir, üstelik romancı o ülkede yıllarca görev yapmış üstün nitelikli bir istihbarat elemanıdır. İşte tam orada… Roman ile hayat aynı anda paralel biçimde akıp gidiyorsa, ne düşünürsünüz?.. Gerçek acaba «gerçek” mi, hayal olan acaba gerçekten «hayal” mi?.. Ya da, romana mı, yoksa televizyondaki yorumcuya mı inanalım?.. Hatta bazen tüm televizyonlar yalan söylüyor ise, üstelik roman kahramanının çevresindeki olaylar gerçeğe daha yakın ise.. Bunu dehşet içine hissederseniz, ne olur?.. Roman, o zaman bambaşka bir roman olur. Yazılmış roman değil, «yaşanmakta olan roman” olur.

İşte «Hayalet Uçak (Vekaleten Savaş)” böyle bir roman..

Günümüzün Suriye’sini anlatıyor..

Romancı ise, Türk Milli İstihbarat Teşkilatı’nın (MİT) Suriye’de yıllar boyu görev yapmış olan güzide bir eski elemanı.. Bülent Rusçuklu.. 1944 doğumlu.. İzmir Karşıyakalı. İlk ve orta öğrenimini bu kentte tamamladıktan sonra Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi´nden (DTCF’den) mezun oldu. Teşkilatın yurtiçi ve yurtdışı birimlerinde 27 yıl aktif biçimde çalıştıktan sonra emekli oldu. Emekli olduktan sonra suspus olmadı, tam tersine konuları görevli olduğu coğrafyalarda geçen istihbarat romanları yazdı ve ünlendi. Casuslar Savaşı, Şeytan Krallığı (Uyuşturucu Baronları), Savaşın Eşiğinde, Suikast , Gizli Servis – Yurt dışı Operasyonları, Elif’in Hikayesi (Ermeni Belgesi) gibi romanları bir gerilim filmi tadında yer altı mücadelelerini anlatır ve sizi gerçek hayatın karanlık sayfalarına götürür, doğal ki bu romanlar kurgudur, ama yüzde kaç oranında kurgudur, romanı okuma sürecinde hep bunu düşünürsünüz.

Haydi buyurun bakalım, artık buradan konuya girebiliriz..

İkinci Uçağın Romanı

Arvo Yayınları tarafından Kasım 2012 yılında yayınlanan «Hayalet Uçak (Vekaleten Savaş)” romanı, tüm dünyanın gözü önünde Suriye tarafından düşürülen Türk askeri uçağının dışında bir ikinci Türk savaş uçağının da düşürülmesi, ama bu ikinci olayın uluslararası gizli çatışmalar kuralları gereğince gizli tutulması üzerine kurulu bir metne sahip.

Romanın kısa tanıtımı şu cümleleri kapsıyor:

«- Irak’ta hem asker kaybı, hem de ekonomik iflas yaşayan ABD yeni bir strateji geliştirmişti. Suriye’de Beşar Esad rejimini devirmek için, muhalifleri, terör guruplarını, paralı askerleri ve komşu ülkeleri kullanarak hedefine ulaşacaktı. Bu hedef için de Türkiye’yi taşeron ülke olarak kullanmak niyetindeydi.

Keşif uçağından başka ikinci bir askeri uçak daha düşmüştü. Hükümet, Suriye Karaduran Dağı’na düşen uçağı gizli tutmuş, yaralı pilotu siyasi girişimlerle kurtarmaya çalışıyordu.

Pilotun arkadaşı, eski bir Özel Harekat binbaşısı idi. Onu kurtarmak için Suriye’ye girmişti. Hem arkadaşını hem de Suriyeli bir doktor kadını kurtarmalıydı. Zaman kısıtlıydı. Çünkü Türk ordusu, sınırda kurulacak kamplarda barındırılacak olanların güvenliğinin sağlanması için, ön cephe oluşturmak gayesiyle Suriye’ye girecekti. Halayet Uçak’ta anlatılan vekaleten savaş (Proxy War), güçlü bir ulusun kendi çıkarları için üçüncü tarafı, paralı askerleri, terör guruplarını, başka bir ülkeyi kullanmasıdır.”

Bu cümlelerle tanıtılan roman, Özel Harekat Servisi’nden özgür kişiliği sebebiyle ayrılan ve emekli olan Cenk Ertuğ isimli bir eski binbaşının Yunanistan’ın Sakız adasındaki avare günlerini anlatmakla başlar. Suriye karışmıştır. İç savaşı sebebiyle o topraklarda düşürülen bir uçağın Türk pilotunu kurtarmak için Cenk Binbaşı yeniden yeraltı mücadelesine girişir. Düşen uçağın pilotu can dostudur ve kendisini Türk devletinin bilgisi haricinde devlet içindeki bir başka yapı göreve çağırmıştır. Böylece dünyanın tüm hınzır güçlerinin, Amerika’nın, Rusya’nın, El Kaide’nin, Beşar Esad katliamcılarının, Hür Suriye Ordusu’nun, Türkiye’nin resmi güçlerinin, terör guruplarının, PKK’nın cirit attığı bir iç savaş ortamında roman yürüyüp gider. Nasıl yürüyüp gider peki?.. Romanı okurken televizyona bakarsanız, romandaki olayların gerçek hayatta ta akıp gittiğini görürsünüz. Romancı Suriye’de uzun yıllar çalışmış eski bir istihbarat elemanıdır. Bu yüzden roman yüzde yüz palavra değildir. Peki ne kadarı gerçektir acaba?.. O sizin algılamanıza kalmış.

Romancı Bülent Rusçuklu, romanda takındığı tavrı öyle anlatır:

«- Bu bir macera romanıdır. İsim ve karakterler size tanıdık gelebilir. Olaylar da geçmişte ve günümüzde yaşadıklarımızla benzerlik taşıyabilir. Okuduklarımdan, yaşadıklarımdan etkilenmiş olabilirim. Gerçi romanda ara ara gerçek olaylar yer alıyor olsa da.. Sonuçta inanın bu bir kurgu romandır. Yazdığım yerlerin çoğunu gördüm. Yaşadım.

Suriye.. Sıkı bir rejimle yönetilen bir ülke olsa da.. O ülkede güvenle dolaştım. İnsanlar arasında mutlu, huzurlu olanlar da vardı. Huzursuz olan, yarınından endişeli olanlar da.. Bugün kendi ülkemde de böyle değil mi?. O dönemde Suriye bölünmemişti. Katliamlar yaşanmıyor.. Belirsizliğe sürüklenmiyordu. Sonuçta Ortadoğu ülkesiydi. Orada tek bir ülke hariç.. Hangisi demokratik bir rejimle yönetiliyor ki… Devletleri yönetenler, gerçekte onların arkasındaki güçlerin sadece temsilcileri, sözcüleridir.

Türkiye’de sorunlar her zaman, perde arkasındakilerin oyunlarıyla meydana gelmektedir. Perde arkasında bölücüler, şeriatçılar, din tüccarları ve aç gözlü, paraya doymayan kişiliksiz guruplar, kişiler vardır. Tabii ki onlar da, gerçek güçlerin birer kuklasıdırlar”..

Romancının söyledikleri ilginç değil mi?.. Düşünmeliyiz..

Dışa Bağımlı Ülkeler ve Yöneticileri

Önsöz’de bu görüşler daha da anlam kazanmakta:

«- Özgür olmayan (dışa bağımlı) devlet yöneticileri, izin verildiği ölçüde ülkelerinin gelişmesine katkıda bulunabilirler.

Ekonomik yönden dışa bağımlı ülkeler köle gibidirler. Onları kontrol eden ülkelerin çıkarları doğrultusunda politika yapmak zorundadırlar.

Özgür olmayan devlet yöneticileri, iktidarda kalmak uğruna büyük güçlerin amaçları için ülkenin bölünmesine de göz yumabilirler.

İktidarda kalmak uğruna inanılmaz derecede küçülebilen insanların sayısı o kadar çok ki…

O insanlar buna «politika” diyerek mazeret üretmekten çekinmezler.

Ülkemizde, dünya yeni bir sefere gidiyor safsatasıyla değişim isteyenler, gerçekte ülkenin bölünmesine göz yummaktadırlar.

İktidar-makam peşinde koşarak bir ömür harcamak ne büyük israflıktır.

Onurlu bir yaşam, ne aşk ne para ne makam için feda edilemez..”

Bu görüşleri bir romancı ileri sürüyor.

Eski bir Milli İstihbarat Teşkilatı üyesi..

Herhalde satır aralarında paha biçilmez dersler ve bilgiler gizli..

Şimdi, Hayalet Uçak’ı okumanın tam zamanı galiba..

Cenk Binbaşı, ülkemizin kuruluş felsefesi mi acaba?..

Bunları da sevebilirsiniz