Sağ ve sol üzerine acımasız eleştiriler getirmek artık birer kilişe haline gelmiştir. Aynı kişiler hem en hakiki müslüman hem de en hakiki Marksist olmanın gururunu yaşıyor, halka caka satıyor. Bu kişiler, giderek tüm insanlar, hareketler, ideolojiler, sınıflarüstü birer konuma eriştiklerini iddia ediyorlar. Televizyonlar, gazeteler, kahvehaneler, üniversite kantinler, üniversite kürsüleri ve meydanlar ´´nesnel´´, ´´tarafsız´´ bir ağızla nutuk atanlarla dolu.
Kişilerüstü ve sınıflarüstü bir konumda yaşadığını hissettirme, sistemin en büyük silahıdır. Halk bu hisse bir kez esir oldu mu kendisine yabancılaşmakta, kendisinden uzaklaşmaktadır. Ortada tarihi yapan, gündelik hayatı yaşayan, oy veren, aldatılan ve aldatılan bir özne kalmamaktadır. İşte bu olgu öznenin bir vakumda kaybolmasıdır. Gerçek özne ortadan kaldırıldığında sahte özne tümceye yerleşir ve tümceyi esir alır. Zihinler bu sahte, hayali öznenin gücü karşısında ezilir, bu güce biat ederler. Üniversite hocasından kahvehanedekine dek herkes ´´bu halka müstehak´´, ´´bu halktan adam olmaz´´, ´´herkes olayları işine geldiği gibi çarpıtıyor´´, ´´biri gelse de kurtarsa´´ türünden (sistemin ezberlettiği) duaları okumak zorunda kalır.
İçi boş nesnellik
Kişilerin saplandığı bu yansızlık, uzaklık konumu, içi boş bir nesnellik anlayışının üzerine oturur. Nesnelliğin içi boşaltıldığında geriye sistemin haber merkezlerinin, seyirciye dönüşen halk için seçtiği kolajlar kalır. Öznesiz bir nesnelliktir bu. Değiştiren veya devindiren somut, gerçek kişiler yoktur. Bu kişilerin yerini gerçek insanlara işaret eden ancak sanal olan aktörler alır. Birden bire, RTE, ´´iyi bir hatipe´´, ´´bir mazluma´´; Kılıçdaroğlu, ´´sakin güce´´; Bahçeli, ´´sağduyulu ülkücüye´´; halk, herşeye karar veren ´´yüce bir yargıca´´; bakanlığa bağlı memurların icraatları ´´devlet işlerine´´; Esad, ´´diktatöre´´; Obama, ´´mazlum bir ABD Başkanı´na´´; PKK, ´´özgürlük savaşçısına´´; Asker, ´´bütün kötülüklerin nedenine´´ dönüşüverir. Kurtuluş savaşı ise halkın katılmadığı, bir sürü gibi ölüp öldüren bir yığının önderine, ´´Ulu Önder Atatürk´´e dönüşür. Kişiler ´´ululaştıkça´´ elimizden kayıp giderler. Gerçeğin içine aktığı eller sistemin elleridir.
İçi boş olarak nitelediğimiz bu nesnellik değişime direnen, değişmeyen, etkilenemeyen, önceden belirlenmiş yani kısacası, gerçekte hiçbir zaman olmamış ama sanki her zaman şu an olduğu gibi olmuş bir mitostur. Bu mitos sistemin peri masalıdır. Peri masalında arada sırada ortaya çıkan hortlaklar, sistemin çocukları olan bizleri terbiye etmeye yarayan ücretsiz çocuk bakıcılardır. Gerçekte halkın kahramanları olan bu hortlaklar, sözü edilen mitoslarda halkın karşısına bir öcü olarak çıkarılır. Halkın kahramanları mitosların jargonunda birer ´´eşkıya´´, ´´haydut´´, ´´hırsız´´, ´´terörist´´, ´´sapkın´´, ´´illegal´´, ´´darbeci´´, vs. dir. Oysa aynı kahramanlar bir kez bu sahte nesnelliği ele geçirdiklerinde ayan beyan ortaya çıkacaktırlar. Fakat yine halk düşmanlarının iktidarlarında bu kahramanlar perde arkasına çekilip birden gökyüzüne, ´´ulu hakanlar diyarına´´ çekiliverirler. Roma İmparatorluğu, halkı ´´İsa´nın göğe çekildiğine´´ inandıramasa yeni İsa´ların önüne geçebilir miydi? Göklere çıkarılan yer yüzünden silinir. Sistemin edebi ve tarihi formülü budur. Geçiyoruz.
´´Sanı´´nın ardında yatan
´´Marx´ın insan bilincinin çeşitli biçimlerinin karşısına koyduğu eleştirel gerçeklik, insanın kendi toplumsal varoluşunun tarihsel gerçekliğidir. Söz konusu olan herhangi bir bilinçten bağımsız haldeki ´´madde´´ ya da ´´dış dünya´´ değildir. Şeylere dair görüşümüz ve onları sistematize etmekte kullandığımız kavramlar bizatihi tarihin ürünüdür…´´ (Sohn-Rethel, s. 209). Dolayısıyla, kişiler de somuttur ve tarihin dışında değildir. Onların bu somutluğu, onları içinde bulundukları zaman ve mekan dolayımıyla lekeler. Görüşümüz, algılayışımız ve bilebileceklerimiz lekelidir. Sistemin steril gerçeklik, nesnellik anlayışıyla bizleri uzakta tutmaya çalıştığı, çözümleme, anlama ve değiştirme edimleri işte bu lekelerle bezelidir. O nedenle kimse temiz değildir ve sistem istediğinde karşısındakiler üzerindeki lekeleri allayıp pullamayı iyi bilir. Eksik tariflerin, hatalı bakış açılarının, incitici sloganların, düşüncesizliklerin serimlenmesiyle herkes yetersiz olarak betimlenir. Böylelikle güvenilebilecek kimse kalmaz. Halka söylenen şudur: ´´Onlar çok lekeli, sen temiz kal. Kendine bak. Dışarıyı değiştirmek istiyorsan da önce kendine bir çeki düzen ver.´´
Buradan çıkacak mesajı halk içten içe özümsemiştir: ´´Lekeli uğraşlardan uzak kalmak ve kendisiyle ilgilenmek.´´ Küçük başarılar, küçük kaygılar sistemin kişilerin önüne yerleştirdiği dev aynasında birden bire büyür, insanı dertleri karşısında küçücük yapar. Küçük başarılar kendini beğenmişliği, küçük kaygılar ezikliği ve yalnızlığı, ez cümle bu sahne narsisizmi körükler. Sudaki aksini hayranlıkla izlerken bilincini yitirip denize düşen Narkisos gibi, kişiler de bu dev aynasına bakakalıp sistemin ideolojik dünyasının içinde bulur kendilerini.
Küçük bir hatırlatma
Lenin, içinde yaşadığımız çağı ´´Emperyalizm ve Milli Devrimler´´ çağı olarak nitelemişti. Lenin´den bugüne köprünün altından çok sular aktı diyenlere, Badiou´nun ağzından bir anımsatma yapalım: ´´Hala devletlerin ve sınırların hakimiyeti altındaki bir tarihsel çağa aidiz.´´ (Badiou, s. 104). Dolayısıyla, bizler boşlukta değil, emperyalizmle milli devletler, sermayeyle emek, asalaklıkla üretkenlik, insan haklarıcılıkla yurttaşlık savaşlarının tam ortasındayız. Bu savaşların yegane belirleyeni ise emperyalizmle milli devletler arasında olan savaştır. Bu somutluk terk edildiğinde, askıda kalan birey sudan çıkmış balığa dönmekte, kendini bir an önce suya yeniden atmaktadır. İşte, bireylerin içinde yüzdüğü ve dışarısına yabancılık duyduğu bu su, ideolojik hegemonyadır. Suya geri dönme arzusu sistemin körüklediği narsisizmin ve kendini beğenmişliğin, dahası bunların ardında yatan atomize oluşun bir sonucudur: ´´Bu bireyselleşmiş geri çekilme, kendini beğenmişlik açısından mükemmel bir tariftir; sizin gibi olan insanları doğal karşılayıp size benzemeyen diğerlerini adeta önemsemezsiniz. Dahası, sorunları her neyse, bu onların sorunudur; bireysellik ve aldırmazlık birer ikize dönüşür.´´ (Sennett, s. 232). ´´Bırakınız yapsınlar, bırakınız etsinler´´ biçimindeki liberal dünya görüşü böylelikle kişilerin ruh halini esir alır. Kendisini bu anlamda göklere çıkaran sistemin karşısında yapayalnız bir hale dönüşür ve bu yalnızlığının üstünden gelişi halka küfretmekle ve onu hakir görmekle olur.
İnsanın sanal kendisiyle, sanal içi boş nesnellikle karşı karşıya kaldığı dev aynasının efendileri demokrasinin düşmanıdırlar. Onların demos´u yapmadır, hormonludur, sahtedir. Hakiki demos halktır, halka içkinliktir: Değişmekte olan, değişme ve değiştirebilme yeteneğindeki halka, türsel olarak halka içkinliktir:
´´Halk, demos ´´egemen´´dir der demokratik aksiyom. Ne denilebilir? Bu her şeyden önce ´´halk´´ anlamının, birlikte olmasının anlamı ondan geçer demektir, onda ve onun için. Demokrasi anlamın içkinliğinin bir yönetim biçimine ad verir – halka içkinlik, olanlar bütününe içkinlik, dünyaya içkinlik.´´ (Nancy, s. 91).
Özetle, kişinin, vakumda, boşlukta asılı olduğu yalanı sistemin etkili bir silahıdır. Bu vakumda boşaltılan gerçeklik, değişmeyen, değişime direnen bir nesnellikle doldurulur. Bu nesnelliğin gerçek bir öznesi yoktur. Öznenin yeri sanal kahramanlarla doldurulmuştur.
Kaynaklar:
1) Badiou, Alain, Etik Kötülük Kavrayışı Üzerine Bir Deneme, çev. Tuncay Birkan, Metis Yayınları, İstanbul: Aralık 2006.
2) Nancy, Jean-Luc, Demokrasinin Hakikati, çev. Murat Erşen, Monokl Yayınları, İstanbul: Ekim 2010.
3) Sennett, Richard, Beraber, çev. İkbay Özküralpli, Ayrıntı Yayınları, İstanbul: 2012.
4) Sohn-Rethel, Alfred, Zihin Emeği Kol Emeği Epistemoloji Eleştirisi, çev. Ayşe Deniz Temiz, Metis Yayınları, İstanbul: Mart 2011.