Kavramlarla Politik Dünya (5)

Ulusal güvenlik, uluslararası ilişkiler ve güvenlik çalışmaları çerçevesinde üzerinde en sık durulan kavramlardan bir tanesidir. Hangi dönemde olursa olsun, devletlerin en temel amaçlarından bir tanesi ulusal güvenliği sağlamak olmuştur. Ulusal güvenliğin ne olduğu, devletin ulusal güvenliği sağlamak için ne yapması gerektiği, bunu yaparken hangi araçları ne şekilde kullanacağı hem uluslararası politikada hem de uluslararası ilişkiler disiplininde temel tartışma konularının başında gelmektedir.
Düzenin belirleyicisi ve otoritenin kaynağı olarak devletler güvenliğin temel referans nesneleridir. Bu konudaki baskın siyaset direk olarak ulusal güvenlikle ilgilidir. Devletler, güvenliğin temel referans nesnesi olsalar da, ulusal güvenlik ilişkiseldir ve diğer devletlere bağımlıdır. İç güvensizliklerin ulusal güvenliğin konusuna girip girmediği disiplin açısından tartışmalı bir konu olsa da dış tehditler her zaman için ulusal güvenliğin en temel elementini oluşturmaktadır. (1) Bu bakımdan ulusal güvenlik, bir devletin dünya üzerindeki herhangi bir yerde, ulusal çıkarlarını başarılı bir şekilde gerçekleştirme yeteneği olarak tanımlanabilir. (2) O halde, bir devletin ulusal güvenlik stratejisi, tanımladığı ulusal çıkarlar çerçevesinde şekillenmektedir. Bu noktada ulusal çıkar kavramının ne olduğunun netleştirilmesi gerekmektedir. Realist kurama göre, «uluslararası ilişkilerde çıkar kavramı güç bağlamında tanımlanmaktadır.” (1) O halde, devletlerin güçleri bağlamında tanımlanan çıkarlarını gerçekleştirmek, o çıkarlar her ne ise onların güvence altına alınmasını zorunlu kılmaktadır. Bu bakımdan, devletlerin ulusal çıkarlarına yönelik olduğunu düşündüğü ve ulusal güvenliğin sağlanması için bertaraf edilmesi gereken tehditler hem belirlenen çıkarlara göre hem de uluslararası sistemin yapısına göre değişmektedir. Başka bir ifade ile ulusal çıkarların gerçekleştirilmesi bağlamında tanımlanan ulusal güvenlik, genel olarak belirlenen amaçlara yönelik tehditleri etkisiz hale getirmeyi içermektedir.
Kuşkusuz, bir devletin en temel amacı öncelikle varlığını sürdürmektir. Günümüzde devletlerarası sistemin, temel siyasi kurumu olarak modern devletlerin varlığını sürdürebilmesinin koşulu, diğer devletlerce tanınan sınırları içerisinde yegâne otorite kaynağı olmayı sürdürmek ve bir dış gücün sınırlarına ya da sınırları içindeki topraklara yönelik müdahalesini önlemek kısacası iç işlerinde ve dış işlerinde «egemen” olmaktır. Bu çerçeveden bakıldığında, devletlerin ulusal güvenliklerinin önemli bir unsurunun toprak bütünlüğünün korunması ve bir devletin egemenliği sınırları içinde ve üzerinde egemenliğini sağlayan unsurların sürdürülmesi gelmektedir ki, bu durum devletlerin egemenliklerine yönelik tehditlere karşı savunulması sonucunu doğurmaktadır. Bu tehditlerin, ülkenin içinden ve dışından gelebileceği gibi, (ulusal güvenlik genelde askeri bir konu olarak değerlendirilse de) tehditlerin askeri, ekonomik, diplomatik, olabileceği de unutulmamalıdır.
Ulusal güvenliğin, hem siyasi açıdan hem de disiplin içersinde özellikle Soğuk Savaş sonrası döneme kadar askeri bir konu olarak değerlendirilmesi anlaşılabilir bir durumdur. Çünkü bu dönemler, merkez devletler arasında sıklıkla savaşların yaşandığı, merkez devletlerin toprak bütünlüğüne tehditlerin yine merkez devletlerden geldiği, sınırların görece kolay değişebildiği dönemlerdir. Bu dönemlerde askeri olmayan unsurların devletlerin bekalarına tehdit oluşturmadığı iddia edilemeyecekse de, Soğuk Savaş sonrası dönemde devletlerin bekalarına yönelik askeri olmayan tehditler daha çok belirginleşmiştir. Ayrıca, askeri bir tehdit olmakla birlikte, doğrudan bir devlet tarafından yöneltilmeyen uluslararası terörizm gibi tehditler de merkez devletler açısından ulusal güvenliğin temel odak noktaları arasına girmiştir.
Ulusal güvenlik kavramına merkez dışındaki devletler açısından yaklaşıldığında ise, askeri, siyasi, ekonomik, her tehdidin bu devletler açısından her dönem olduğu gibi Soğuk Savaş sonrası dönemde de yoğun olduğu değerlendirilmesi yapılmalıdır. Çevre ya da yarı çevre devletlerin toprakları, asırlar boyunca merkez devletler arasındaki gerilimin boşalma noktası olmuştur ve günümüzde bu durum devam etmektedir. Buna ek olarak, devletlerarası sistemin merkezin hukuku olan uluslararası hukukun unsurları ile kurumsallaşması, çevre ya da yarı çevre devletlerin egemenlikleri üzerinde ekonomik, diplomatik, askeri tehditlerin, kolayca ve meşru bir yolla yöneltilmesini beraberinde getirmiş.
Devletlerarası sistemde, merkez, çevre ya da yarı çevre aktörlerin, hangi unsurları güvenlikleştirdiği, toprak bütünlüğüne, varlığına ve egemenliğine neyi tehdit olarak algıladığı oldukça detaylı irdelenmesi gereken bir konudur. Ancak bu yazıda bizim üzerinde durmak istediğimiz diğer konu, merkez devletler açısından ve bu devletlerin çıkarları üzerinden tanımladıkları ulusal güvenlik kavramıdır. Devletlerin çıkarlarının belirlenmesinde gücün önemli bir unsur olduğu daha önce belirtilmişti. O halde, çevre ve yarı-çevre devletlerden görece güçlü olan merkez devletlerin, varlıklarını sürdürme amaçlarının dışındaki çıkarları da ele alınmalıdır. Çünkü merkez devletlerin kapasiteleri diğer devletlerden fazla olduğu için, merkez devletlerin sınırları dışındaki çıkarlarının peşinde koşması (bu durumu emperyal hedefler olarak genellemek de yanlış olmayacaktır) diğer devletlerin dış politikalarının belirlenmesinde önemli bir unsur haline gelmektedir. Bu bağlamda, merkez devletlerin çıkarları, diğer devletleri tehdit edebilmekte; devletlerin ulusal güvenlik stratejisi çıkarları çerçevesinde belirlendiğine göre, merkez devletlerin ulusal güvenliğinin sağlanması diğer devletler açısından bir ulusal güvenlik sorunu haline gelebilmektedir. Ulusal güvenliğin ilişkisel olması tam da bu anlama gelmektedir. (Bu durumun özellikle Soğuk Savaş öncesi dönem açısından merkez devletlerin kendi arasında da ortaya çıkan bir durum olduğu ileri sürülebilir.)
O halde ulusal güvenlik, salt devletin bekasının sürdürülmesine indirgenemeyecek olan bir stratejinin güvenliği haline gelmekte, devletlerin dış politikalarını uygulayabilme kapasitelerine işaret etmektedir. Geçmişte ve güncel olarak, merkez devletler açısından ve özellikle hegemon açısından çıkarlar çerçevesinde şekillenen ulusal güvenliğin, bir stratejinin, politikanın güvenliği şeklinde algılandığının örneklenmesi mümkündür. Soğuk Savaş dönemine yönelik NATO ve Varşova Paktı’nın oluşumunu ele almak, durumun örneklenmesi açısından yerinde olacaktır.
NATO 1949’da Sovyetler Birliği’nin (SSCB) «yayılması” tehdidine karşı üyeleri arasında ortak savunma temin etmek iddiası ile kurulmuştur. Ancak, NATO’nun kurulduğu tarihte SSCB’nin NATO kurucu üyelerinden herhangi birine karşı (ABD, Kanada, Norveç, Danimarka, Hollanda, Belçika, Lüksemburg, İngiltere, Fransa, Portekiz, İzlanda, İtalya) doğrudan askeri bir tehdit unsuru olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Daha da ileri gidersek, SSCB’nin NATO’nun kurulmasına öncülük eden ABD topraklarını işgal edebileceğini ve hatta saldırıda bulunabileceğini iddia etmek mümkün olamayacağı gibi aynı zamanda akıl dışı olacaktır. O halde, NATO’nun kurulmasının sebebi olarak, doğrudan devletlerin sınırlarına yönelik bir tehdit algısının değil, temel olarak ABD’nin emperyalist dış politika planlarının güvenliğinin sağlanması olduğu belirtilebilir. SSCB’nin önderliğindeki Varşova Paktı ise, kendisine karşı oluşturulan bu askeri «savunma” örgütüne hemen yanıt vermemiş, Batı Almanya’nın NATO’ya dahil olmasıyla, Kuzey Atlantik İttifakı’nın sınırlarına komşu olması üzerine kurulmuştur.
Günümüzde ise, ABD’nin dünya politikasını ulusal güvenliğini ileri sürerek uygulaması, ABD’nin çıkarları ile çelişen her gücün «düşman” olduğunun iddia edilmesi, ulusal güvenliğin bir stratejinin güvenliği olarak değerlendirilebileceğini örneklemektedir. ABD’nin, İran, Irak, Kuzey Kore gibi devletleri «haydut” olarak nitelemesi, Afganistan’ı, Irak’ı işgali, NATO’nun Balkanlar’a müdahalesi, ya da daha güncel olarak Libya’ya müdahalesi, ABD çıkarlarından ve bu bağlamda «ulusal güvenliği”nden bağımsız düşünülemez. ABD’nin Ortadoğu’daki Afrika’daki çıkarları ulusal güvenliğinin bir parçasıdır. ABD’nin özellikle 11 Eylül’den sonra gündeme getirdiği yeni güvenlik stratejisi (homeland security) de bu savı desteklemektedir.
Kaynaklar
(1)Penelope Hartland Thunberg, National Economic Security: Perceptions Threats and Policies, Tilburg: John F. Kennedy Institute, 1982, s. 50.
(2)Hans J. Morgenthau, Politics Among Nations: The Struggle for Power and Peace, New York: Alfred A. Knopf, 1965, s.5.

Ulusal güvenlik, uluslararası ilişkiler ve güvenlik çalışmaları çerçevesinde üzerinde en sık durulan kavramlardan bir tanesidir. Hangi dönemde olursa olsun, devletlerin en temel amaçlarından bir tanesi ulusal güvenliği sağlamak olmuştur. Ulusal güvenliğin ne olduğu, devletin ulusal güvenliği sağlamak için ne yapması gerektiği, bunu yaparken hangi araçları ne şekilde kullanacağı hem uluslararası politikada hem de uluslararası ilişkiler disiplininde temel tartışma konularının başında gelmektedir.

Düzenin belirleyicisi ve otoritenin kaynağı olarak devletler güvenliğin temel referans nesneleridir. Bu konudaki baskın siyaset direk olarak ulusal güvenlikle ilgilidir. Devletler, güvenliğin temel referans nesnesi olsalar da, ulusal güvenlik ilişkiseldir ve diğer devletlere bağımlıdır. İç güvensizliklerin ulusal güvenliğin konusuna girip girmediği disiplin açısından tartışmalı bir konu olsa da dış tehditler her zaman için ulusal güvenliğin en temel elementini oluşturmaktadır. (1) Bu bakımdan ulusal güvenlik, bir devletin dünya üzerindeki herhangi bir yerde, ulusal çıkarlarını başarılı bir şekilde gerçekleştirme yeteneği olarak tanımlanabilir. (2) O halde, bir devletin ulusal güvenlik stratejisi, tanımladığı ulusal çıkarlar çerçevesinde şekillenmektedir. Bu noktada ulusal çıkar kavramının ne olduğunun netleştirilmesi gerekmektedir. Realist kurama göre, «uluslararası ilişkilerde çıkar kavramı güç bağlamında tanımlanmaktadır.” (1) O halde, devletlerin güçleri bağlamında tanımlanan çıkarlarını gerçekleştirmek, o çıkarlar her ne ise onların güvence altına alınmasını zorunlu kılmaktadır. Bu bakımdan, devletlerin ulusal çıkarlarına yönelik olduğunu düşündüğü ve ulusal güvenliğin sağlanması için bertaraf edilmesi gereken tehditler hem belirlenen çıkarlara göre hem de uluslararası sistemin yapısına göre değişmektedir. Başka bir ifade ile ulusal çıkarların gerçekleştirilmesi bağlamında tanımlanan ulusal güvenlik, genel olarak belirlenen amaçlara yönelik tehditleri etkisiz hale getirmeyi içermektedir.

Kuşkusuz, bir devletin en temel amacı öncelikle varlığını sürdürmektir. Günümüzde devletlerarası sistemin, temel siyasi kurumu olarak modern devletlerin varlığını sürdürebilmesinin koşulu, diğer devletlerce tanınan sınırları içerisinde yegâne otorite kaynağı olmayı sürdürmek ve bir dış gücün sınırlarına ya da sınırları içindeki topraklara yönelik müdahalesini önlemek kısacası iç işlerinde ve dış işlerinde «egemen” olmaktır. Bu çerçeveden bakıldığında, devletlerin ulusal güvenliklerinin önemli bir unsurunun toprak bütünlüğünün korunması ve bir devletin egemenliği sınırları içinde ve üzerinde egemenliğini sağlayan unsurların sürdürülmesi gelmektedir ki, bu durum devletlerin egemenliklerine yönelik tehditlere karşı savunulması sonucunu doğurmaktadır. Bu tehditlerin, ülkenin içinden ve dışından gelebileceği gibi, (ulusal güvenlik genelde askeri bir konu olarak değerlendirilse de) tehditlerin askeri, ekonomik, diplomatik, olabileceği de unutulmamalıdır.

Ulusal güvenliğin, hem siyasi açıdan hem de disiplin içersinde özellikle Soğuk Savaş sonrası döneme kadar askeri bir konu olarak değerlendirilmesi anlaşılabilir bir durumdur. Çünkü bu dönemler, merkez devletler arasında sıklıkla savaşların yaşandığı, merkez devletlerin toprak bütünlüğüne tehditlerin yine merkez devletlerden geldiği, sınırların görece kolay değişebildiği dönemlerdir. Bu dönemlerde askeri olmayan unsurların devletlerin bekalarına tehdit oluşturmadığı iddia edilemeyecekse de, Soğuk Savaş sonrası dönemde devletlerin bekalarına yönelik askeri olmayan tehditler daha çok belirginleşmiştir. Ayrıca, askeri bir tehdit olmakla birlikte, doğrudan bir devlet tarafından yöneltilmeyen uluslararası terörizm gibi tehditler de merkez devletler açısından ulusal güvenliğin temel odak noktaları arasına girmiştir.

Ulusal güvenlik kavramına merkez dışındaki devletler açısından yaklaşıldığında ise, askeri, siyasi, ekonomik, her tehdidin bu devletler açısından her dönem olduğu gibi Soğuk Savaş sonrası dönemde de yoğun olduğu değerlendirilmesi yapılmalıdır. Çevre ya da yarı çevre devletlerin toprakları, asırlar boyunca merkez devletler arasındaki gerilimin boşalma noktası olmuştur ve günümüzde bu durum devam etmektedir. Buna ek olarak, devletlerarası sistemin merkezin hukuku olan uluslararası hukukun unsurları ile kurumsallaşması, çevre ya da yarı çevre devletlerin egemenlikleri üzerinde ekonomik, diplomatik, askeri tehditlerin, kolayca ve meşru bir yolla yöneltilmesini beraberinde getirmiş.

Devletlerarası sistemde, merkez, çevre ya da yarı çevre aktörlerin, hangi unsurları güvenlikleştirdiği, toprak bütünlüğüne, varlığına ve egemenliğine neyi tehdit olarak algıladığı oldukça detaylı irdelenmesi gereken bir konudur. Ancak bu yazıda bizim üzerinde durmak istediğimiz diğer konu, merkez devletler açısından ve bu devletlerin çıkarları üzerinden tanımladıkları ulusal güvenlik kavramıdır. Devletlerin çıkarlarının belirlenmesinde gücün önemli bir unsur olduğu daha önce belirtilmişti. O halde, çevre ve yarı-çevre devletlerden görece güçlü olan merkez devletlerin, varlıklarını sürdürme amaçlarının dışındaki çıkarları da ele alınmalıdır. Çünkü merkez devletlerin kapasiteleri diğer devletlerden fazla olduğu için, merkez devletlerin sınırları dışındaki çıkarlarının peşinde koşması (bu durumu emperyal hedefler olarak genellemek de yanlış olmayacaktır) diğer devletlerin dış politikalarının belirlenmesinde önemli bir unsur haline gelmektedir. Bu bağlamda, merkez devletlerin çıkarları, diğer devletleri tehdit edebilmekte; devletlerin ulusal güvenlik stratejisi çıkarları çerçevesinde belirlendiğine göre, merkez devletlerin ulusal güvenliğinin sağlanması diğer devletler açısından bir ulusal güvenlik sorunu haline gelebilmektedir. Ulusal güvenliğin ilişkisel olması tam da bu anlama gelmektedir. (Bu durumun özellikle Soğuk Savaş öncesi dönem açısından merkez devletlerin kendi arasında da ortaya çıkan bir durum olduğu ileri sürülebilir.)

O halde ulusal güvenlik, salt devletin bekasının sürdürülmesine indirgenemeyecek olan bir stratejinin güvenliği haline gelmekte, devletlerin dış politikalarını uygulayabilme kapasitelerine işaret etmektedir. Geçmişte ve güncel olarak, merkez devletler açısından ve özellikle hegemon açısından çıkarlar çerçevesinde şekillenen ulusal güvenliğin, bir stratejinin, politikanın güvenliği şeklinde algılandığının örneklenmesi mümkündür. Soğuk Savaş dönemine yönelik NATO ve Varşova Paktı’nın oluşumunu ele almak, durumun örneklenmesi açısından yerinde olacaktır.

NATO 1949’da Sovyetler Birliği’nin (SSCB) «yayılması” tehdidine karşı üyeleri arasında ortak savunma temin etmek iddiası ile kurulmuştur. Ancak, NATO’nun kurulduğu tarihte SSCB’nin NATO kurucu üyelerinden herhangi birine karşı (ABD, Kanada, Norveç, Danimarka, Hollanda, Belçika, Lüksemburg, İngiltere, Fransa, Portekiz, İzlanda, İtalya) doğrudan askeri bir tehdit unsuru olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Daha da ileri gidersek, SSCB’nin NATO’nun kurulmasına öncülük eden ABD topraklarını işgal edebileceğini ve hatta saldırıda bulunabileceğini iddia etmek mümkün olamayacağı gibi aynı zamanda akıl dışı olacaktır. O halde, NATO’nun kurulmasının sebebi olarak, doğrudan devletlerin sınırlarına yönelik bir tehdit algısının değil, temel olarak ABD’nin emperyalist dış politika planlarının güvenliğinin sağlanması olduğu belirtilebilir. SSCB’nin önderliğindeki Varşova Paktı ise, kendisine karşı oluşturulan bu askeri «savunma” örgütüne hemen yanıt vermemiş, Batı Almanya’nın NATO’ya dahil olmasıyla, Kuzey Atlantik İttifakı’nın sınırlarına komşu olması üzerine kurulmuştur.

Günümüzde ise, ABD’nin dünya politikasını ulusal güvenliğini ileri sürerek uygulaması, ABD’nin çıkarları ile çelişen her gücün «düşman” olduğunun iddia edilmesi, ulusal güvenliğin bir stratejinin güvenliği olarak değerlendirilebileceğini örneklemektedir. ABD’nin, İran, Irak, Kuzey Kore gibi devletleri «haydut” olarak nitelemesi, Afganistan’ı, Irak’ı işgali, NATO’nun Balkanlar’a müdahalesi, ya da daha güncel olarak Libya’ya müdahalesi, ABD çıkarlarından ve bu bağlamda «ulusal güvenliği”nden bağımsız düşünülemez. ABD’nin Ortadoğu’daki Afrika’daki çıkarları ulusal güvenliğinin bir parçasıdır. ABD’nin özellikle 11 Eylül’den sonra gündeme getirdiği yeni güvenlik stratejisi (homeland security) de bu savı desteklemektedir.

Kaynaklar

(1)Penelope Hartland Thunberg, National Economic Security: Perceptions Threats and Policies, Tilburg: John F. Kennedy Institute, 1982, s. 50.

(2)Hans J. Morgenthau, Politics Among Nations: The Struggle for Power and Peace, New York: Alfred A. Knopf, 1965, s.5.

Bunları da sevebilirsiniz