Çevresel Kirlenme ve Sağlığımız (1)

Çevre kirliliği gündeme geldiğinde toplumda kısmen çok da somut gerekçelere dayanmayan tepkisel bir yaklaşıma tanık oluyoruz. Bu yaklaşım çoğunlukla çevremizde temiz hiçbir şeyin kalmadığı, insanlığın kendini yok etmeye doğru gittiği, dünyada kanser olguları ve diğer birçok hastalık sıklığının gitgide arttığı ve bunların nedeninin çevremizi saran kimyasal kirlilikler olduğu şeklinde özetlenebilir. Bu yazının amacı söz konusu iddiaları tümden yok saymak değil, çevresel kirlenmeyle ilgili bazı bilimsel ölçütlerin açıklanması yoluyla her gelişmiş toplumda olduğu gibi ülkemizde de çevresel kirlenme ile ilgili bilimsel verilere dayalı bir bilinç düzeyi oluşmasına katkıda bulunmaktır.

İnsan eliyle sentezlenen ve doğanın daha önce karşılaşmadığı kimyasalların fiziksel çevremize girişi konusu aslında yenidir, 1900’lerin başındaki sanayi devrimi ile başlayan bu süreç, 2. Dünya Savaşı sırasında ve hemen sonrasında büyük bir ivme kazanmıştır. «Çevre” ve «savaş” kavramlarının bir araya gelmesi iki şekilde olmaktadır; birincisi savaşın ve savaşta kullanılan silahların, hafif ve ağır silah mermilerinin neden olduğu fiziksel yıkım ve aynı zamanda kimyasal kirliliktir. İkinci olarak savaşlarda düşmanı en hızlı, en etkin ve kesin biçimde safdışı bırakmak amacıyla üretilen ve savaş hukuku ve etik dışı kullanılan kimyasal ajanlar da bu çevresel sorunlara katkıda bulunmaktadır. Örneğin II. Dünya Savaşı’nda Nazi Hükümeti tarafından organofosfat yapısında sinir gazlarının (sarin, tabun ve soman) geliştirilmesi sağlanmış, ancak şans eseri büyük miktarlarda üretilen bu bileşikler savaşta kullanılmamıştır.

Böceklerde de aynı felç edici ve öldürücü etkiye sahip olan bu organofosfatlı bileşikler uzun yıllar tarım ilacı olarak kullanılmıştır. İstem dışı şekilde insan maruziyetinin önlenememesi ve toksisite potansiyellerinin yüksek oluşu, bu maddelerin kullanımını önemli ölçüde sınırlamıştır. Tarımsal ürünlere zarar veren böcek, kemirici, küf, mantar, yabani otlar gibi zararlılara bilimsel jargonda «pest” dendiğinden tarım ilaçları bu zararlıları öldürücü anlamında «pestisit” olarak adlandırılır. Organofosfat grubu pestisitlerin kullanımı sınırlanmadan önce yerlerini alabilecek etkili, ancak insan ve çevreye mümkün olduğunca daha az zararlı alternatiflerin bulunması ihtiyacı belirmiştir. Bu noktada akla «neden hiç zararı olmayan maddeler üretilmiyor?” sorusu gelebilir. Bu sorunun yanıtı, gerçek hayatta zararlı etkileri sıfır olan hiçbir maddenin olmayışıdır. Organofpsfatlılara alternatif olarak sentezlenen maddelerin en etkilisi DDT olmuştur. DDT gerçekten de birçok tarım zararlısının yanı sıra sıtma taşıyıcısı olan sivrisineklere karşı mücadelede de çok etkili olmuştur. O kadar ki, DDT’yi keşfeden İsviçreli kimyacı Paul Hermann Müller’e, 1948 yılında bu keşfi nedeniyle Nobel ödülü verilmiştir. DDT 1950’li yıllarda Amerika ve Avrupa ülkeleri dâhil dünyanın birçok yerinde bitle mücadele için doğrudan saçlı deriye uygulanmış, uçak yolculuklarında salgın hastalıklara karşı bir önlem olarak yolcuların üzerine püskürtülmüştür. Bu bileşik kimyasal yapısında 5 klor atomu taşıdığı için iki önemli özelliğe sahiptir; kimyasal parçalanmaya karşı çok dayanıklıdır ve yağda çözünürlüğü çok yüksektir. İkinci özelliği büyük oranda lipidden oluşan hücre zarlarını kolayca geçerek canlı organizmada birikmesini sağlarken, kimyasal dayanıklılığı da vücut içerisinde yağlı dokularda çok uzun süre kalmasına yol açar. Bunun sonucu olarak vücuttaki etkilerinin çok uzun zaman sürmesi beklenir. Buna karşın DDT’nin o yıllarda hiç çekinmeden insanlar üzerinde dahi kullanılmasının nedeni, o yılların bilimsel ve teknolojik düzeyinin DDT’nin zararlı etkilerini saptamaya yeterli olmayışıdır. 1950’lerden itibaren bu zararlı etkilerin kademe kademe fark edilmesi ile insanlarda kullanımı kısıtlanmış, sadece tarımda kullanılmaya devam edilmiştir. Ancak tarımda kullanım ile çevreye yayılan madde hem çevredeki canlılar, hem de insanlara ulaşarak zararlı etkiler oluşturmaya devam etmiştir. Bunun sonucunda DDT 1972’de Amerika’da, takiben diğer birçok ülkede ve 1982 yılında ise ülkemizde yasaklanmıştır. Buna karşın tarım zararlıları çok çeşitli olduğu için her birine etkili bileşiklerin bulunması çalışmaları hep sürmüştür. Bu bileşiklerin ortak özelliği selefleri olan DDT gibi klor atomu içermeleridir. Bu nedenle bu maddeler organoklorlu petsisitler olarak adlandırılmışlardır (OCPs; organochlorine pesticides). Bir yandan bu alternatiflerin kullanıma sokulmasıyla etkin, ancak daha az zararlı bileşik arayışları sürmüş, diğer taraftan bunların insana ve çevreye zararlı etkileri (toksisite) hakkındaki bilimsel veriler de birikmeye devam etmiştir. Bu verilere baktığımızda, günümüzde OCP’lerin toksik etkileri henüz tüm yönleriyle ortaya konamamış olsa da insanlarda ve diğer canlılarda endokrin sistemi bozdukları ve bazı hormonların etkilerini değiştirdikleri, östrojen hormonunun etkilerini taklit ettikleri kanıtlanmıştır. Bu nedenle canlıların üreme yetenekleri ve soylarının devamlılığı üzerinde azaltıcı yönde etkileri vardır. Örneğin DDT ve diğer bazı maddeler hem çevredeki yabanıl hayvanlardan erkek bireylerde sperm kalitesini ve sayısını düşürmekte, hem de yumurta kabuğunun normalden daha ince olmasına yol açarak yumurtadan canlı ve sağlıklı yavru çıkma olasılığını azaltmaktadır. Yukarıda açıklanan yağda yüksek çözünürlükleri ve dayanıklılıklarıyla ilgili bir başka sorun ise ekolojide «besin zinciri” olarak adlandırılan kavramla ilgili olarak ortaya çıkmaktadır. Besin zinciri en basit şekilde, birbirini yiyerek beslenen canlıların oluşturduğu bir ağ olarak tanımlanabilir. Örneğin sucul bir ortamda (nehir, göl, deniz) plankton olarak adlandırılan ve gözle görülemeyen minik canlılar diğer küçük balıkların ve küçük kabuklu hayvanların temel besinleri arasındadır. Bu balık ve kabukluları yiyerek beslenen biraz daha büyük diğer canlılar ve onları suya dalarak yakalayıp yiyen martı, karabatak, pelikan gibi sukuşlarının tümü sucul bir besin zincirini oluşturur. Bu ortamda yukarda bahsettiğimiz pestisitlerin kirlilik olarak bulunduğunu düşünelim. Bu pestisitler yağda çok çözündükleri için suda az çözünürler ve suyun birim hacminde nispeten çok düşük miktarlarda bulunurlar. Az önce tanımladığımız besin zincirindeki canlıların tümü organizmalarında değişen oranlarda yağ içerdikleri için sudaki bu pestisitleri zamanla vücutları içerisine alarak biriktirirler. Besin zincirinin her bir kademesindeki canlı bu pestisitleri hem sudan doğrudan, hem de kendinden küçük canlıyı yiyerek onun vücudunda biriktirdiği miktarı toplu olarak alacaktır. Bu şekildeki beslenme yoluyla aktarım düşünülecek olursa pestisitin sudaki konsantrasyonunun besin zincirinin en üzerinde yer alan sukuşunda bin, onbin hatta milyon katına ulaşacağı kolayca anlaşılır. Bu tür yağda çok çözünen ve kimyasal açıdan parçalanmaya dirençli çevresel kirleticiler açısından insanoğlunun karşılaştığı sorunun vehameti de buradadır; insanlar çok çeşitli bir aralıkta besin çeşidi tükettikleri için birçok sucul ya da karasal besin zincirinin üst noktasında yer alırlar. Bu nedenle özellikle yağ içeriği yüksek olan hayvansal gıdalar yoluyla, eğer o çevrede eski ya da yeni bir çevresel kirlenme söz konusu ise, çok yüksek miktarlarda kirleticiyi bir anda alırlar.

Bunları da sevebilirsiniz