İzmir kentinin son on yılda en az bir takımının, toplam dokuz kez küme düştüğünü okuduğumda aslında hiç şaşırmadım. En son pazar günü, cumhuriyet ile yaşıt Altınordu Kulübü’nün küme düşmesini yaşamanın ardından, İzmir’de yine benzeri konuşmalar yapılır oldu. Oysaki kentin yüzüncü yaşını kutlayan takımı kendi becerisi ile değil, rakibinin üzerine gelmekten imtina etmesi sayesinde (tabii kendisinin de rakibinin üzerine gitmediği bir yirmi dakikalık adına futbol diyemeyeceğimiz bir zaman dilimi sonrasında) kümede kalmayı başarabildi!
Kentin bir diğer şampiyon adayı olarak lige başlayan, ancak sondan bir önceki hafta durumu toparlayabilen Göztepe açısından da, gerçekte durumun hiç de iç açıcı olduğu söylenemez. Harcanan paralara ve getirilen üç teknik adama rağmen, elde edilen sonuç ne yazık ki, camianın büyüklüğü ile örtüşmüyor. Benzer yorumları, yüz yılı kutlamasına iki yıldan az bir zaman kalan Altay için de yapabiliriz. İzmir’in futbolunda olduğu kadar, ülke futbolunda da söz sahibi olan bir takımın içine düştüğü durumun anlaşılabilmesi için, daha dikkatli olmak zorundayız. Çünkü bu kulüp bünyesinden iki federasyon başkanı çıkartıp, ülke futbolunun şekillenmesinde etkili olmuş bir kulüptü. Oysa şimdi yaşadığı ve tüm kente yaşattıkları hiç de ‘büyük’ lüğüne yakışmamaktadır.
İzmir kenti son otuz yıl içerisinde, önce 1983 yılında Turgut Özal ile başlayan dönüşüm sürecini, ardından da 2002 sonrasında Adalet ve Kalkınma Partisi’nin küresel dünya ile entegrasyon süreci içerisinde uyguladığı ekonomik politikaları ıskaladı. Yaşanan dönüşümleri fark edemedi ve geleceğe yönelik atılımlarda ağır kaldı ve ne yazık ki, her iki dönemde de kent hem ekonomik alanda, hem de sosyal ve kültürel alanlarda kendisinin çok gerisinde olan kentlerin gerisine düştü. Spor/futbol kulüpleri de bu ıskalamadan nasibini fazlasıyla aldılar. Takımlarımızın küme düşme ve gerileme dönemlerinin bu sözünü ettiğim iki dönemle yakından ilişkili olduğunu yapacağınız bir arşiv taraması ile rahatlıkla görebilirsiniz.
İzmir kentinin her alanda ‘kötü yönetilmesi’ kentin ekonomiden, kültüre, spora kadar hemen hemen her kulvarda gerilemesine ve kan kaybetmesine neden oldu. Yaşananlar sonrası kentin geleceğinde etkili olabilecek parlak beyinler, daha iyi bir hayat ve iş imkânları nedeniyle İstanbul ve Ankara’nın yolunu tuttular. Belki de hepsinden önemlisi insanların kafasında İzmir kentinin geleceğine dair kaygıların bulunması asıl sorununun belkemiğini teşkil etmektedir. Böyle olduğu müddetçe insanların kente dair beklentileri ve kente dair umutları da azalmaktadır. Kentin her yıl küme düşen takımlara sahip olması ve futbol alanında temsil edilememesi de bütün bunların sportif boyutundaki uzantısından başka bir durum değildir.
Bu kenti yeniden ayağa kaldırabilmenin yolu umudun yanı sıra ekonomiden, kültüre ve insan kaynağının zenginleşmesine yapılacak katkı kadar futboluna ve futbol takımlarına yönelik de olmak zorundadır. Her yıl küme düşen İzmir’in, diğer platformlarda başa güreşebilmesi mümkün değildir. Aksi takdirde ‘köylüler çabaya, ya da tavukçular, köfteciler’ diye eleştirdiklerinin gerçekleştirdikleri başarılar karşısında biz neden başaramıyoruz demeye devam etmeye mahkûm kalacaklardır.