Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK) yeni dönemin koşullarına uygun hareket edebilmek amacıyla oluşturmakta olduğu yeni yasa taslağını beş ana nokta üzerinde temellendirmektedir. Üniversitelerin, hızla değişen dünya dinamiklerine yanıt verebilmeleri amacıyla daha çeşitlilik arz eden bir yapıya büründürülmesi ve oluşturulan yeni üniversite modelinin özerkliğe sahip olması kadar hesap verebilirliğe haiz olması da ön görülmektedir. Bu amaçla, birbiriyle bağlantılı performans değerlendirme ve rekabeti ön plana geçiren yeni bir model üniversitelerimizde uygulanmaya sokulmak istenmektedir. Bu yeni modelin mali esneklikle beraber yapılmak istenilen çalışmalara imkan sağlayacak çok kaynaklı bir gelir yapısına ihtiyaç duyacağı açıktır. Yine bu modelin işlemesi tıpkı toplam kalite yönetim anlayışında olduğu gibi kalite güvencesine vurgu yapmaktadır.
Bu beş temel üzerinde yeniden biçimlendirilmek istenilen üniversite için ön koşul rekabet ve nitelikli öğretim elemanlarının yetiştirilmesidir. Bu mekanizma kalite ve denetim sistemi içerisinde yükseltilmeye çalışılmaktadır. Üniversite sayısının hızla arttığı ve öğretim üyesi konusunda büyük sıkıntıların yaşandığı bir ortamda yabancı üniversitelerin de kurulabilmesine imkan sağlayacak düzenlemelerin yapılması, kimilerine göre rekabeti arttırmaya yol açabilir. Ancak bu noktada yeni adıyla «Türkiye Yüksek Öğretim Kurulu”nun devlet, vakıf ve özel üniversite modellerine eşit bir yarışma imkanını sağlayacak koşulları yaratması gerekmektedir. Her şeyin piyasaya göre oluşturulmaya çalışıldığı ve üniversite ile sanayi işbirliği adı altında gerçekleştirilmek istenilen modelin haksız rekabet karşısında eli kolu bağlı hale düşeceği aşikardır. Bu modelin en büyük handikapları özellikle performans değerlendirme kriterlerinin subjektif kriterler doğrultusunda Türk üniversitelerinde sık sık yaşanan «üst”lerin iki dudağı arasındaki otorite mekanizmasını pekiştirmesidir.
Üniversite sisteminin öğrenci seçim aşamasından başlayarak yaşamakta olduğu handikapları, yüksek lisans ve doktora eğitimleri düzeyinde öğrenci seçimleri sırasında da sürmektedir, buna doçentlik sözlü jürilerindeki siyasal ve ideolojik nedenlerle yaşanan husumetleri de eklediğiniz zaman «otoriteyi güçlendiren” bir mekanizmanın işlediği gerçeği ile karşılaşırsınız. Ne yazık ki yeni taslakta bu handikapların ortadan kaldırılmasına yönelik en ufak bir girişim bulunmamaktadır. Örneğin yüksek lisans ve doktora sözlü sınavları ile doçentlik sözlü sınavları konusunda resmi bir denetim mekanizması, elde belge ve görüntü olmadığı için işletilememektedir. Böylesi bir yapılanma ise üniversite içindeki iktidar üretme mekanizmalarını kişisel, ideolojik ya da siyasi bir takım görüşlere göre işletilebilmesinin önünü ardına kadar açmaktadır. Benzer süreç araştırma görevliliği için yapılan sınavlar konusunda da geçerlidir. Kalite ve denetim sisteminin bu önemli konuları göz ardı etmesi büyük bir eksiklik yaratacak ve özlenen üniversite modelinin hayata geçirilmesini sekteye uğratacaktır.
Rektörün 5 yıllığına bir kez seçilmesi uygulamasının üniversitelerdeki farklı alanlar göz önünde bulundurulmak suretiyle dengelenmesi olumlu bir girişimdir. Ancak rektörü üniversite içerisinde çalışan bütün kesimlerin belirli oy kotaları dahilinde seçmeleri ve seçilen kişinin Türkiye Yükseköğretim Kurulu tarafından atanması gerçekleştirilmelidir. Cumhurbaşkanlığı makamı, üniversitelerdeki seçim atmosferinde yaşanan bir takım siyasi çıkar ilişkilerinden çıkartılmalıdır. Tıpkı rektör seçiminde olduğu gibi dekan seçiminde de ilgili fakültelerdeki çalışanların oy kullanacağı bir mekanizma devreye sokulmalıdır. Burada asıl belirleyici noktalardan bir tanesi Türkiye Yükseköğretim Kurulu üyeliklerinin seçimi ile ilgili olarak ortaya çıkmaktadır. Bir taraftan hesap verilebilirlik ve özerklik üzerinde duran yasa taslağı öte yandan siyasal iktidar ile cumhurbaşkanlığının kurul üyelerinin üçte ikisini seçeceği bir modeli öne çıkartmaktadır. Bunun yerine rektörler kurulunun seçeceği üyelerden oluşacak bir kurulun tercih edilmesi üniversite içindeki işleyiş açısından çok daha sağlıklı bir modeli öne çıkartacak ve kurulun, siyaset ile ilişkisini sadece üniversitelerin işleyişi düzeyine indirgeyecektir.
Öğretim üyesi ve elemanlarının kadro problemleri ile ilgili ortaya konulan açıklamalar ne yazık ki varolan sorunlara çare olabilmekten bir hayli uzak görünmektedir. Getirilmek istenilen araştırmacı üniversite/bölüm/fakülte ve araştırmacı öğretim üyesi modeli son derece yerinde bir saptamadır. Ancak bu modelin hayata geçirilebilmesi için ülkemizdeki öğretim üyelerinin Batı’daki meslektaşları ile kıyaslandığında bir hayli fazla olan ders sayısı ve saati konusunda da yeni bir modele ihtiyaç bulunmaktadır. Yine burada belirtilen belirli oranlarda kadro ayrılır ifadesi son derece muğlak bir tanımlama olarak, yukarıda belirtmiş olduğum üniversite içindeki iktidar yapılanmasını güçlendirecek bir modele işaret etmektedir. Öğretim üyelerinin ve elemanlarının akademik faaliyet ile faaliyet ödeneği üzerinden değerlendirilmeleri düşüncesi kendi içinde ast-üst ilişkilerinin güçlendirilmesine hizmet edecektir. Ayrıca bilimi sadece ve sadece puan ile yayın yapmaya endeksleyen buna karşın yapılan yayınların kalitesini ve toplumsal yaşam ile bilimsel dünyaya getirilerini önemsemeyen yaklaşımın yeni oluşturulmaya çalışılan üniversite modelini ileriye götürmeyeceği açıktır. Sadece yayın yapmaya ve nasıl olursa olsun yapmaya yöneltilen kitlenin üreteceği bilimden ülkeye, dünyaya ve insanlığa herhangi bir yarar gelmeyecektir. Bu kısım yeni yasa taslağının yumuşak karnı olarak görülebilir ve bu konuda gerekli denetim mekanizmalarının üniversite içinden değil oluşturulacak farklı mekanizmalar aracılığı ile hayata geçirilmesi sağlanabilir.
Yasa taslağında yardımcı doçent kadrolarında 2 yıl, doçent kadrolarında ise 5 yıllık bir bekleme süresi ön görülmekte ve yabancı dil sınav puanının 70 olarak düzenlenmesi arzulanmaktadır. Ayrıca akademik kadrolar için norm kadro belirlenmesi, norm kadro olmadan unvanların verilmemesi; yardımcı doçentlerin tümünün, doçent ve profesörlerin belirli bir oranının sözleşmeli olmaları, kadro olmadan doçent unvanı verilememesi, akademik unvanların ilgili üniversiteler tarafından verilmesi ve Türkiye Yükseköğretim Kurulu’nun belirlediği akademik yükselme standartlarının dışında her üniversitenin kendi standartlarını daha yukarıda tutabileceği bir ortamın belirlenmesi gibi açıklamalara yer verilmektedir. Öncelikle devlet memurluğunun hiçbir alanında olmayan bir düzenlemenin ısrarla üniversite mekanizması içerisinde sürdürülmesi ve bundan akademisyenlerin mağdur edilmeleri anlaşılır bir tutum değildir. Örneğin doçent unvanını kazanan bir akademisyenin kadroya geçebilmek için yıllarca beklemesi ve bu bekleme süresi içerisinde yaşadığı mali kayıplar kadar özlük haklarındaki sıkıntılar göz önünde bulundurulduğunda yeni yasa taslağının bu sıkıntılara yanıt veremediği görülecektir. Benzer sıkıntıların doktorasını bitirmiş araştırma görevlileri açısından da sürdüğünü belirtmeliyiz. Ayrıca bu yasa taslağında hiçbir biçimde üniversite sisteminin geleceğini oluşturacak olan araştırma görevlilerine ve öğretim görevlilerine yönelik bir düzenlemenin yapılmamış olması da büyük bir eksikliktir. Kadro güvencesinin doçentler ve profesörler açısından da ortadan kaldırılması istenilen sistem açısından tutarlı olabilir ancak sistemi sadece performans ve iktidara liyakat üzerine kurduğunuz andan itibaren üniversite sisteminiz gerek piyasaya gerekse de topluma yönelik bilim üretme konusunda geride kalmaya mahkum olacaktır. Üniversitelerin kadro sorunlarının çözülmediği ve bu sorunun daha fazla kangren haline dönüştüğü bir ortamda yapılmak istenilen değişiklikler üniversiteleri daha bağımsız bir hale getirmekten uzak bir anlayışı hayata geçirmek üzerinde temellenmektedir.
Yasa taslağında son yıllarda giderek artan üniversite kontenjanlarının nasıl çözümleneceğine ilişkin herhangi bir yorum bulunmamaktadır. Kontenjan sorunu beraberinde öğretim üyelerinin ve elemanlarının daha fazla öğrenci ile uğraşmalarına, bürokrasinin artmasına yol açmaktadır. Ayrıca öğrencilerin sayısının artmasına paralel var olan derslik ve teçhizatlar yetersiz kalmaktadır. Son olarak, her geçen gün daha fazla nitelikli öğretim üyesi üzerinde durulmasına rağmen, öğretim üyesi ve yardımcılarının maaşlarının günün koşullarının bir hayli gerisinde kaldığı gözden kaçmamalıdır. Bu konuda sadece performansa dayalı bir kriter geliştirmek suretiyle düzenlemeler gerçekleştirilemez. Yayınları takip eden, yabancı dil konusunda daha yetkin hale gelen akademisyenlerin yetiştirilebilmesi için, hakkaniyet gözedilerek liyakat sistemi devreye sokulmalı ve çalışan akademisyenler ödüllendirilmelidir. Halbuki Türk eğitim sisteminde çalışanların ödüllendirilmekten daha çok cezalandırıldığı, buna karşın çalışmayan, üretmeyen akademisyenlerin yükseltildiği bir hiyerarşi söz konusudur.
Üniversiteyi gerçek anlamda evrensel bir oluşum haline dönüştürmenin yolu; eşitlikçi, adil, liyakatı ön planda tutan ve gerçek anlamda çalışanların üzerinde yükselecek bir modeli inşa etmekten geçecektir. Aksi uygulamalar Türk üniversitelerini rakipleri ile yarışabileceği bir ortamdan uzaklaştıracak, üniversitenin toplumun önünde yol gösterici imajını ortadan kaldıracaktır.